ALLAH - DR. BEDRİ RUHSELMAN - BÖLÜM 10

http://www.dunyaana.com/images/bedri%20ruhselman%20genc.jpg3- KENDİLERİNİN BİZZAT ALLAH OLDUĞUNA VEYA GÜNÜN BİRİNDE ALLAH'LA TEK VÜCUT OLACAKLARINA İNANLAR

İnsanlar kendilerini tanımaya ve ruhlarını duymaya ilk başladıkları zaman, büyük dostumuz Kadri’nin yukarıdaki tebliğinde açıkladığı gibi, öz varlıklarından fışkırdığını hissettikleri ruhsal kudretlerin tesiri altında kalarak, onların kuvvetli çekimine tutulmuşlardır. Ve bunun sonucu olarak da ya kendi öz varlıklarını evrenin en büyük kudreti sanmışlar ve kendilerine Allah demişler veya içlerindeki bu kudretin büyüklüğünü hissederek, onun Allah’la bir ilişkisi olabileceğini düşünmüşler ve günün birinde Allah’la tek vücut olacaklarını, yani kendi varlıklarını Allah’ın varlığında kaybederek, -haşa- Allahlık mertebesine çıkabileceklerini veya çıktıklarını sanmışlardır.

Allah’ı ancak çevresinde görebildiği en büyük tabiat kuvvetlerinde arayan, önceki bölümde incelediğimiz ilkel bir insanla böyle bir insan arasında elbette göreceli bir ileri görüş farkı vardır. Yani öncekilerin yalnız maddi kavramlara dayanan kanaatlerine bu ikinciler ruhsal unsurları da karıştırmaya başlamışlardır. Fakat çevrelerinde gördükleri tabiat kuvvetlerinden üstün kuvvet ve kudretleri idrake görgü ve tecrübeleri müsait olmayan öncekilerle, kendi öz varlıklarında henüz sezebildikleri ve duyabildikleri bazı ruh kudretlerinin tesiri altında kalarak, onlardan daha üstün bir kudretin var olmasına akıl erdiremeyen bu sonuncular arasındaki mesafe, ister uzun, ister kısa olsun, gene bir mesafedir. Yani bunlar, aralarında az çok bağlantı bulunan iki komşu anlayıştır. O halde bunlar da öncekiler hakkında öne sürülmüş şartlar ve kayıtlar altında, yani beşeriyetin henüz bugünkü geniş idrak ve algılama araçlarından yoksun bulunduğu çağlarda bu kanaatlerinde mazur idiler. Çünki bunların amacı Allah’tı ve onlar bu amaçlarında samimi idiler. Onların çağında kendilerini irşat eden varlıklar, onların bu ruh kudretlerinin derecesini ve amaçlarındaki samimiyeti idrak ederek kendileriyle o tarzda konuşmuşlar ve Büyük Hakikat’le ilgili sözlerini, onları tatmin edici fakat aynı zamanda daha ilerisini görmeye başladıkları zaman ileri kavramları da anlayabilmelerini sağlayıcı şekilde söylemişlerdi. Böylece onlar o zamanki kanaatlerinde haklı idiler, duygularında samimi idiler ve yollarında doğru idiler. Fakat dediğimiz gibi, insan ruhu hep aynı tekamül düzeyinde duramaz. O halde daha üstüne oranla geri olan varlık, bulunduğu noktada kalmakta ebediyen devam edemez. O nokta, bir evvelki noktaya göre kazanılmış bir aşamadır ve bir yükseliştir. Ancak gelecek daha yüksek bir aşmayı kendisine kazandırmaya bir araç olmak şartıyla. İnsanlar eğer kendileri için hakikat yolu olan, samimiyetle inandıkları bir kanaati, değişmez ve son bir aşama sayarlar ve onun ötesine geçmek emek ve çabasını göstermezler ve orada ebediyen saplanıp kalırlarsa, o kanaat sapık bir yönün yolunu tutar ve ilk temizliğini ve saflığını kaybeder. İşte o zaman tek dinin yeni habercileri, çeşitli isimlerde veya hiçbir isim taşımadan o insanların arasına hakikatin yeni ışıklarını saçarak, bu yönünü değiştirmiş yolda olanlara tekrar eski temizlik ve saflığını kazandırmaya çalışırlar. Bu da yükselmeyi, Allah’a kendisini daha yakın duymayı ayırıcı adet edinen insanlar için büyük bir fırsat olur. Böyle fırsatlarla karşılaşıp da ondan yararlanmayanlar ve bulundukları noktaya çivi gibi saplanıp kalanlar, biraz vicdanlarının sesini dinlerlerse, bu hareketleriyle ne kadar büyük hata işlemekte olduklarını anlamakta gecikmezler. Böyleleri, vicdanlarının kendilerini ileriye, yani ezelden ebede kadar giden hakikatin nuruna doğru fırlatıp yükseltme kudretini içlerinde duydukları halde, hangi tesirin altında, ne sebep ve maksatla olursa olsun buna direnerek, huzur ve istirahatlerini eski tempolarında ısrarlı olarak yürümekte arayan gafil kişilerdir. Böyle sistematik ve vicdana aykırı bir Allahlık iddiasında ısrar etmek de artık tehlikeli ve sapık bir yola düşmek olur.
İşte bugün doğuda, batıda, kuzeyde ve güneyde görülebilen bu ruh hali üzerinde biraz durmak istiyoruz. Bu işe başlamadan evvel gene tekrar edelim ki, daha ilerisini görmeye ruh kudretleri henüz yetmeyenlerin, her yerde olduğu gibi buradaki samimi inançlarına da saygı gösteririz. Çünki Allah’ı amaç edinerek, başka hiçbir çıkar düşüncesini araya karıştırmayarak ve vicdanın emrinden dışarı çıkmayarak iyi düşüncelerle ve büyük bir Allah sevgisi ve özlemiyle harekete geçmiş her ruhun tuttuğu yol, ne olursa olsun, kutsaldır, mübarektir. Ve o varlığın yürüyebileceği en doğru yol da bu yoldur. O halde bizim bu bölümde değineceğimiz noktalar böylelerine ait değildir.
Panteistçe kanaatlerin çeşitli zamanlarda, çeşitli çevrelerde ortaya çıkan ve birbirinden ufak tefek farklarla ayrılan şekilleri ve tarzları vardır. Fakat bütün bunlar bir tek temel noktada birleşmek suretiyle ortak bir ruh halini ifade eder. Biz bu şekiller ve tarzlar üzerinde ayrı ayrı durmayacağız. Çünki maksadımız herhangi bir dedikoduya yer açmak değildir. Genel prensipler bakımından biz sadece bu ortak ruh halini ifade eden o tek noktayı ele alacağız. Bu nokta; Allah’ın insandan ayrı olmaması ve ileride bir an gelince insanın Allah’ta yok olması, yani beşeri hüviyetin ilahi hüviyette kaybolması kavramı çevresinde toplanır.
Bu noktanın incelenmesi kitabımızın en nazik bölümünü kaplayacaktır. Bu konu üzerinde durmakla biz, bir hakikati ifade ederek, vicdanımıza karşı duyduğumuz borcu ve Allah’a karşı olan insanlık vazifemizi ifa etmiş oluyoruz.
Önce şunu tekrar arz edelim ki insan, hiçbir zaman Allah olamaz. Bir zamanlar taşı, ağacı, hayvanı ve firavunu Allah sananlar, nasıl ilkel bir ruh hali içinde bu hataya düşmüşler, fakat ancak ruh kudretlerinin yetersizliği bu hatalarından dolayı bazılarını mazeretli göstermişse, bugün daha ileride olması gereken insanlar arasında da kendilerinin Allah olduklarını veya olacaklarını sanan ve büyük bir bölümünün mazeretli görülmemesi gereken insanlar vardır. Ve bu insanları bugünün ve özellikle geleceğin dünya varlıkları olarak saymak biraz güç olur.
En büyük amacı ve tek ideali Allah’ın yeryüzünde ve her yerde tecelli eden (görünen) Muradı’nın gerçekleşmesi yolunda nefsini feda etmek olan ve Mutlak konusunda arz ettiğimiz şekilde, bugünkü insan idrakinin varabileceği en ileri bir anlayış ve duyuş düzeyine yükselip, Allah’ı sonsuz bir aşk ve özlemle anarak O’na yönelen ve O’nun tanımlanması ve vasıflandırılması imkansız Kudreti’nin büyük tecellilerinin en küçük bir zerresini bile öz varlığında duyunca O’na bütün varlığıyla bağlanan mutlu insan, hangi isim ve kimlik altında ve hangi yolda olursa olsun hürmete layıktır, mübarektir ve Allah yolundadır. Bu amacın, bu istek ve özlemin, bu bağlanışın gerçekleşmesine giden bütün yollar birer araçtan ibarettir. Ve bu istek ve özlemin, bu bağlanışın gerçekleşmesine yarayan her araç meşrudur ve makbuldür. Yeter ki o araç, böyle bir idrak ve özleyiş içinde, temiz bir kalp ve düşünce ile kullanılmış olsun.
Fakat kendi bencilliğini ve kendini beğenmişliğini esas tutan ve bütün değerini, yüceliğini, kudretini ve halinin iyi olmasını bu bencilliğinin ve kendini beğenmişliğinin tatmininde arayan, hele Allah’ı ve ilahi kudretleri kendisine maletmiş görünerek, ya bencilliğinden doğan kibir ve gururunu tatmin etmek amacını güden veya başkalarının vicdan hürriyetlerini boğarak, onların temiz ve yüksek kudretlerini kendisine birer sömürü aracı yapmaya kalkışan insan kötü bahtlıdır. Kendi tembelliği ve inadı ile sebep oluşturduğu cahilliği yüzünden aldanarak, pek büyük zannettiği maddi ve nefsani birkaç küçük ve gelip geçici zevkin çekiciliğinden ayrılıp, gerçek nuru uzaktan görmeye başladığı zaman bu insanın duyacağı büyük zararın büyük sıkıntısı kendisini çok sarsacaktır. Çünki böyle bir insan, Allah’a inanmış görünen bir Allahsız olduğunu bile idrak edemeyecek derecede anlayıştan, bilgi ve duygu gücünden yoksun, cahilliği ve ihtirasları içinde boğulmuş zavallı bir kişidir. Bunlar, hemen her zaman gittikleri yolun kötülüğünü bildikleri halde, nefsaniyetlerinin doymak bilmez kudretinden almış oldukları emirlerle iradelerine çizdikleri yöne doğru kendi vicdanlarını ve çevrelerindeki insanları, bin bir dereden su getirerek aldatıcı çeşitli dekorlar içinde sürüklemeye çalışırlar. Fakat bilmezler ve takdir edemezler ki, bu sürüklendikleri yol, nasıl bir karanlıktan çıkmış ise gene öylece bir karanlığa doğru gider. Allah bütün dostlarımızı ve insanlığı böyle bir sapıklığın yolculuğuna düşürmesin. Düşmüş olanları da bir an evvel kurtararak, onların temiz ve asil ruhlarını ışıldatsın.
Bu konu üzerinde gözlem, kontrol, sonuç çıkarma ve bazı belirtilerden ileriyi görme yollarıyla elde ettiğimiz sonuçları, yüksek alemlerde bulunan büyük ruh varlıklarından elbette soruşturarak, onların nurlarından yararlanmak ihtiyacını duymuş bulunacaktık ve duyduk. Çünki biz, tek başına hareket eden ve kendi fikirlerini yanılmaz sayan kişilerden değiliz. Önce böyle bir kuramın hakikatine, samimi olarak ve bütün şiddetli isteklerden ve çıkarlardan kurtulmuş bir ruhla, daha iyisiyle karşılaşmak fırsatını bulamadıkları için inanmış insanları mazur gösteren, büyük dostumuz Kadri’nin bir tebliği ile işe başlıyor ve yüksek ruh planlarında dünyamıza yansıtılmış büyük irşatların bu konu ile ilgili olan bölümlerini sevgili okuyucu dostlarımıza bildiriyoruz. Bu sözler bizim değildir. Yüksek ruh aleminin, birçok kimse tarafından kolaylıkla anlaşılamayacak kadar geniş ve kapsamlı manalar halinde ve insanların anlayabilecekleri tarzda dünyamıza göndermiş olduğu kıymetli bir tebliğdir, bir mesajdır.
Kadri:  (20.8.1947)
Soru- “Vahdet-i vücut felsefesi hakkında ne düşünüyorsunuz?”
Kadri: “Bu vardı. Böyle bir meslek eski zamanlarda mevcuttu. O zamanın yolları şimdikilere göre pek kapalı ve çok sınırlı alanlar için oluyordu. Bu çıkmazlık hali içinde, herkes kendisine uygun düşecek bazı kuramları kabul ediyor ve bunu inandırıcı bir tarzda çevresine yayıyordu. Bu, o zaman için itiraz gerektirmeyen bir hareketti. Fakat başka çıkar yol da yoktu.
O zamandan beşeriyetin gelişmesi, insanlarda araştırma özelliklerini çok arttırdı. Birtakım yolların gelişmesi için büyük insanlar çalıştı, çabaladı, bazı hakikatlere çok yaklaştı. Bu kuramların, bu yükseliş ile beraber yıkılması gayet doğal değil midir? Şimdi size bir şey sorayım: Bu vahdet-i vücudu kabul eden insanlar, bu ideali, bu ülküyü taşıyan çevre, şimdiki zamandan kaç yıl evvel var olmuştu? O halde vahdet-i vücuda inanmış, bu kuramı kabul etmiş insanlar da bu kadar yıl sizden geridir.
Her deneme, bir dönem için gerekli bazı hakikatleri muhakkak taşır. Bir insan bütün hayatında asırlarca evvel geçmiş deneyimleri aynen kabul eder. Ondan sonra bunlardan yararlanarak, kendisi de bunun üzerine birtakım büyük şeyler (katkılar) yapmaya gayret eder. Bu olmazsa gelişme olmaz. Dünya olduğu yerde kalır.
Kendi fikrinden, kendi bilgisinden bir kelime bile katmadan, yüzlerce yıl evvel kabul edilmiş bir kuramı bugün aynen kabul etmek, yukarıda söylediğim gibi gelişme değil, o kadar yıl geri gitmektir.
Yalnız, bu kuramı o zaman kabul etmiş olanlar çok haklı idiler. Yani kendilerini ancak bu şekilde kurtarabilmiş ve çevresindekilere böylece bir manayı ve bir hakikati ancak anlatabilmişlerdi. Şimdiki usullerle bunun arasında çok fark vardır.
Bir kere Cenab-ı Hakk’ın büyüklüğü böyle bir kuramı düşünmeye bile imkan vermez. Arada o kadar açık fark vardır ki bunun tartışması, bir insanın ancak o ayara düşmesiyle mümkün olabilir. Bunlar geçmiş birer kuramdan ibarettir. Neden daha önceki putperestlik zamanının zorlayışlarını savunmuyorlar? Madem ki geriliktir, bir adımlık gerilik de koşuda kaybı gerektirir. Ha yüz yıl, ha bin yıl… Fark yoktur. Onlardan yararlanmak için okumak ve yararlandıktan sonra hakikate uyan yerlerini bulmak, daha kuvvetlisini ortaya koymak lazımdır.
Onlar geçmiş birer tarihtir. Tekrarlanmaz ve aynen kabul edilmez. Çok yükselmiş birtakım görüş ve hakikatler varken bir batağa saplanmak, ancak cahilliğin ve tembelliğin bir örneğidir. O tembeller ne kendileri bir tek damla katabilirler, ne de kendilerinde böyle bir faaliyet yeteneği bulabilirler. Her söyleneni aynen kabul etmişlerdir. Eğer isterlerse bunlar orada pineklesinler. Siz yürür gidersiniz.”
Kadri’nin aracı olduğu bu tebliğe ilave olarak gene kıymetli ruh dostlarımızdan ve yardımcılarımızdan Akın’ın aracılığı ile dünyamıza verilmiş, yüksek planın diğer bir mesajını dostlarımın bakış yararları önüne koyuyorum.
Akın:  (2.2.1949)
“Ruhlar en yüksek hallere girerler. Tekamül sonsuzdur. Fakat onların Allah olacağını sanmak asla doğru olmaz.”
Eski İslam ve İslamdan gayrı düşünürlerden bazıları, zamanlarındaki insanlara ilahi yollarda, onların ruh kudretleriyle ve anlayış kabiliyetleriyle ayarlı bazı şeyler söylemişlerdir. Ondan sonraki zamanların genişlemiş idrak sahibi insanlarına dahi, öncekilerden daha yüksek tertipler içinde düşünmeleri, duymaları ve kabul etmeleri şartıyla bir şeyler öğretebilecek kudrette olan bu sözler, eğer bu şartlara uyacak yetenek ve liyakatteki insanların eline düşmez ve ilk söylenmiş olduğu devirlerdeki insanların bir oranda görgüsüz ve basit ruh hallerine ait bir idrakle anlaşılır ve kabul edilirse, bütün değerlerini kaybettikten başka, zararlı birtakım yolların kapılarını da açmak şanssızlığına ve değersizliğine düşerler. Örneğin, böyle bir kapıdan içeriye girmiş insanlar arasından kendilerinin Allah olduklarını iddia eden kimseler ortaya çıkabilir. Bunlar, Allahlıklarını duyabilmenin zevklerinden bahsederler ve böyle kötü bir hareketten ürkerek uzaklaşanları da bu zevke erememiş gafillerden sayarlar.
Halbuki hakiki zevk nedir? Ve kendilerinin duyduklarını sandıkları bir yere dayanıp kalan, ilerisine bir adım bile gidemeyen ve hatta biten tükenen sınırlı ve temelsiz bir zevkin; hiçbir sınır, hiçbir son ve duruş tanımayan ve zevk içinde, zevk halinde perde perde açılarak yayılmakta sonsuza kadar süren gerçek, nurlu ve sınırsız zevklerin yanında ne kadar dar ve hazin bir durumda kaldığını ah, bu dostlar, hakikatte çok iyi olan, iyiliği ve mutluluğu isteyen ve arayan bu insanlar duyabilseler! Ve anlayabilseler ki Allah’a iman eder kılıklı Allahsızlık idrakinden doğma bir zevk, nur içinde karanlık bir nokta gibi çevresini karartan zevksizliklerin en büyüğüdür. Ve hakiki zevk, Allah’ın erişilmez her şeye hakim, her şeye girmiş, her şeyin sebebi ve hikmeti olan ve her şeyi kucaklayan Mutlak Kudretlerini öz varlığında duymakta ve nefsaniyetinden ayrılıp, bütün insanlığın mutluluğu, huzuru ve selameti uğrunda yapabileceği fedakarlıklarla O’nun Muradı’nın naçiz bir kulu, bir hizmetçisi olduğunu idrak etmiş olmanın verdiği hızla kendisini yana yana Allah’a bağlamakta ve sonsuz bir tatminkarlık içinde ebediyen sönmek bilmeyen ve giderek artan ilahi aşkın ve özlemin sonsuz ateşini içinde duymaktadır. Allahım, bütün varlıklara bu kutluluğu duymak mutluluğunu bağışla.
İşte vaktiyle söylemiş olduğu sözlerin, bugün de o zamanki gibi anlaşılmış olmasından üzüntü duyan kıymetli bir varlığın aşağıdaki tebliği, birçok dostlarımız için ibret verici ve düşündürücü mahiyet arz eder.
Muhiddin-i Arabi:  (9.5.1948)
Soru- “Bugün var olan eserlerinize başka eller karışmış mıdır?”
Muhiddin-i Arabi- “Dünyadaki eserlerim (in) hali, bir vecd ve hayret anında bulunduğum şu devrede beni çılgına döndürüyor. Eserlerim nerede? Ne yaptım? Ne oldu? Neler söyledim? Hepsi ruhumda bir azap kıvılcımı halinde başladı ve gittikçe büyüyor. Çünki onları dar zihniyet hala kavramadı. Sabrederek düşünmedi. Birsürü havai laflarla beni zorluklar içine sürüklediler.”
Burada biraz duracağız. Biz ruhların oradaki durumlarını, yükselmiş olmalarına rağmen, dünyada yapmış oldukları işlerin tesirlerinden kurtulmuş saymayız. Onlar dünyada iken iyi ve yüksek maksatlarla başlamış oldukları işlerin ruh aleminde yükselirken, iyi veya kötü sonuçlarını idrak ederek sevinirler veya hüzünlenirler. Bu hal, bizim ruh alemiyle temaslarımızda birçok örneğine şahit olduğumuz olaylardandır. İşte Muhiddin-i Arabi kimliği ile kendisini tanıtan bu muhterem varlığın, o andaki hali de böyledir. Tebliğe devam ediyoruz:
“Ben ne dedimse o dediğim, kendinden gayrı değildir. O halde ne lüzum vardı ki, kitaplarım içerisinde(ki) en basit hakikatler dahi anlaşılamamış gibi evrilip çevrilmiş, çeşitli şekil ve suretlere sokulmuş manzaradadır.”
Burada biraz duralım. Bu zat kitaplarının tahrif edilmediğini söylemekte, fakat bu kitaplarıyla kendisinin anlatmak istediği şeylerin bugünkü insanlarca başka türlü anlaşıldığından şikayet etmektedir.
“Hayır!... Kitaplarım bozulmadı, fakat ne yazık ki fikirlerim bozuldu. Yani onların saflığı bozuldu. Yeni baştan üzerinde dursunlar. Görecekler ki ben ne söyledim ise, Müslümanlar daha garip bir fikir tuluatına (doğmalarına) tutuldular ve uzaklaştılar. Yabancılar hakkımda daha doğru ve isabetli duruyorlar.
İnsanlara adeta yalvararak, benim yürüdüğüm yolu saptamanız lazımdır. Fakat hakkımda bu kadar konuşmam neye yarayacak?”
Bu tebliğdeki sözlere katabileceğimiz bir şey yoktur. Anlamak kudretini gösteren, hür bir vicdanla tarafsız düşünen ve herhangi bir dış tesirin esaretinden ruhunu kurtarmak mutluluğuna ermiş bulunan her insan, bu sözlerin hakiki manasını anlayacak ve anladıkça da geçmiş zamanın iyi niyetli ve nadir yetişmiş insanlarının, kendi zamanlarındaki insanlara, ancak onların anlayabilecekleri beden diliyle anlatabilmek imkanını buldukları hakikatleri, ruh kulağıyla duymaya çalışacaktır. Ve böyle yaptıkça da ruhunu parlatacak, güzelleştirecek, tazeleyecek ve yükselme yollarına ulaştıracaktır. Çünki hangi isim ve kimlik altında olursa olsun, şu veya bu tesir sevkiyle Allahlık iddiasında bulunarak gafilliklerin en büyüğüne düşmüş bir insanın bile ruhu, gene bir cevherdir, bir kıymettir, bir nurdur. O insan, bu gafillikten kurtulduğu andan itibaren, o nuru çevresindekileri de aydınlatabilecek güçlü bir ışık haline getirmek mutluluğuna her an erişebilir. Bunun için ondan beklenen şey; idrakini hapseden her türlü sınır ve son kavramından kendisini kurtarıp, sonsuzluğu da yaratan ve kucaklayan Allah’ın Mutlak Kudret olduğuna Mutlak hakkında duyup anlayabildiği en yüksek manada inanarak, duygusuyla, fikriyle, fiil ve hareketi ile o Büyük Yaratıcı yolunda yaşamak ve yükselmek zevkine erişebilmenin yollarını araştırmaktır ki, bunun da çaresi, bu yola girmeyi bir ihtiyaç halinde duymaya ve özlemeye çalışmaktır.
Gene sözlerinin bugünkü anlayışına göre yanlış sonuçlar vermesinden üzüntü duyan kıymetli ruh varlıklarından, tebliğlerini kitabımızın çeşitli yerlerinde saygı ve sevinçle ilettiğimiz Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin bir soruya vermiş olduğu cevabı da hakikat araştırıcılarını aydınlatıcı bir tebliğ olarak yazıyorum.
Mevlana Celaleddin-i Rumi:  (27.3.1948)
Soru- “Divanınızın birinde -Ey Allah’ı isteyen insanlar, siz Allahsınız. İstemeye hacet yok, sizsiniz. Bir şey kaybetmediniz. Ne arıyorsunuz? Sizden başka kimse yoktur. Nereye gidiyorsunuz? Evde oturunuz. Kapı kapı dolaşmayınız. Çünki siz hem ev, hem ev sahibisiniz… -Buyurduğunuzu tefsir buyurur musunuz?”
Mevlana Celaleddin-i Rumi- “İnkar etmeyelim ki bu sözlerim sizde tamamen zıddına bir tesir bırakmış. İnsan, insandır. Allah elbette onu yaratan. Fakat insan, insan olalı Allahsız değildir. Öyle ise Allah’la her zaman birlikte. Bir an O’nsuz insan olamazdı, ne demektir?
İnsan O’nunladır. Yani O, amil olmuştur. Siz bunu daha ileri götürerek, biz Allah’tan, biz Allah’a, deyiniz. Bunda O’nun tamlığını bozar veya O’nun kusurunu tamamlar bir şey, bir mana ararsanız Allah’ı inkar edersiniz. Çünki Allah ne tamamdan, ne noksandan, ne eşyadan, ne de insandan münezzehtir (uzaktır)(1). Öyle ise siz ilahi yolda insansınız. Evladım, Allahsız insanı anlayamıyorum.”
Kendisini Allah zanneden ve hakikati panteizmde ve vahdet-i vücutta, yani evrenin Allah ile birliğinde gören bazılarına karşı, zamanlarındaki insanların anlayış ve düşünce tarzlarına ve yeteneklerine göre konuşmuş olan eski fikir adamlarının sözlerini, yüzyıllarca sonra bugün dahi aynı anlamda ve tarzda anlamaya çalışmalarının kendilerini ne kadar yanlış yollara götüreceğini yukarıdaki tebliğ açıkça göstermiyorsa çok yazık olur.
(1)Mevlana Celalettin-i Rumi’nin anlatmak istediği insanın Allah’sız olmadığıdır. Ancak ilk yüzeysel bakışta bu ifade yanlış bir anlayışa, ters bir kavram oluşmasına yol açabilecek gibidir. Çünki yüzeysel bir anlayışla bakıldığında taşıdığı mana “Allah tamamdan, noksandan, eşyadan ve insandan münezzeh değildir.” tarzındadır. Halbuki bu sayılanlar sıfatlıdır, görecelidir. Allah ise sıfat ve kıyas kabul etmeyen Mutlak Kudret’tir. Bu itibarla ilk bakışta bu cümlenin orijinal halinin, yanlış olduğu kanaati hasıl oluyor.
Oysa hedeflenen anlamın, yaratılmış hiçbir şeyin Allah’sız olamayacağı hakikati olduğu göz önünde bulundurularak bu cümle yeniden okunursa, yanlış gibi görünen orijinal ifadenin, aslında ana fikre tamamen uygun bulunduğu anlaşılır.
Her hakikat, her insana aynı dille, aynı tarzda söylenemez. Bunun hem faydası yoktur, hem de büyük sakıncaları vardır. Hele tekamülün insanları asırdan asıra, düşünce, idrak ve anlayış bakımından daha ileri aşamalara götürmesi zorunluluğunu kabul ettikten sonra, hakikatin çeşitli zamanlardaki insanlara ancak o zamanın anlayış seviyesine uygun bir lisan ve tarzda söylenmesi gerekeceğini de zorunlu olarak kabul etmek gerekir. Orta düzeyde düşünebilen her insanın da akla yakın göreceği bu hali, zamanlarında insanlara hakikat yolunda bir şeyler anlatmak vazifesini yüklenecek kadar görgüleri olağan bir insan düzeyinin üzerine çıkmış varlıkların takdir edememiş olduklarını düşünmek abestir. Bunun böyle olmasının neden gerektiğini, basit örneklerle bile kendi kendimize açıklayabiliriz:
Ömründe ne pikap, ne radyo, ne de buna benzer teknik bir araç görmüş olan cahil bir ailenin üç yaşındaki çocuğu, bir radyo alıcısının karşısında size radyodan duyulan seslerin nereden geldiğini sorduğu zaman, siz hemen ona, bir elektronik mühendisi ile konuşuyormuş gibi radyo verici ve alıcılarından, bunların nasıl faaliyet gösterdiklerinden, Hertz dalgalarından, dalga uzunluğu farklarından, titreşimlerin saniyedeki hızından, dünyanın çeşitli ülkelerindeki verici ve alıcı radyo cihazlarından bahsetmeye kalkışırsanız, o çocuğa böyle ifadelerle hiçbir şey anlatmış olamayacağınız gibi, size soru sorduğu için de onu pişman olmuş bir duruma sokmuş bulunursunuz. O halde burada sizin yapacağınız en akıllıca iş, kısaca, çocuğun zekasına ve anlayış yeteneğine göre ve onu hazırlayıcı nitelikte bir şeyler uydurup, o an için tatmin etmeye çalışmaktır. Siz bunu o çocuğun her yaş ilerleyişinde, genişlete genişlete idare ederek başarıyla yapabilirseniz, o çocuğun yetişmesine çok büyük bir yardımda bulunmuş olursunuz. Çünki sizin sözlerinizin, yaşına göre onu tatmin etmiş olması, o çocuğun o yaşta bilmesi gereken şeyler hakkında onu ileriye doğru hazırlayıcı en uygun yolda bulunup söylenmiş sözler olduğunun güzel bir kanıtıdır. Çünki Allah insanların her adımını, bir ileriki adımdan daha geri, fakat o adımı hazırlayıcı kudrette yaratmıştır. Yeter ki siz bu hakikati bilip, öğreticiliğinizi ona göre yapasınız. Böylece o çocuğun yaşı ilerler. Ve her ilerleyişte sizin ona anlatacağınız realiteler öncekilere göre daha yüksek ve kapsamlı olur. Ve böylece onun anlayışı, sizin anlatışınız yüksele yüksele sonunda ona, 30–40 yaşına gelmiş deneyimli bir elektronik mühendisinin anlayabileceği şekilde, bu radyo hikayesini anlatmak zorunda kalırsınız. Buna rağmen, yani o, bu yaşa geldikten sonra da bu hikayeyi hala üç yaşındaki haliyle ve anlayışla dinlemek ve kabul etmek isterse o zaman bunun açık manası şu olur: Yaşının ilerlemiş olmasına rağmen o kişinin zeka ve anlayış yeteneği maalesef üç yaşındaki halinden pek fazla ileri gidememiştir.
Ayrıca bugünkü anlayışımıza göre Allah, İlahi Muradı ve Yasaları ile bütün varlıkların var oluşlarının her an sebebidir ve varlıkları tamamen İlahi İradesi ve Tanrılık tasarrufu içerisinde bulundurur. Bu itibarla Allah yoluna yaklaşmak, ancak O’nun yasalarını daima daha iyi anlamaya ve idrake çalışmakla mümkün olur. Daha başka bir deyişle O, yasalarıyla varlıkları en yakınlarından, ta içlerinden sarmış ve kavramıştır. Hiçbir varlık Allah’sız olamaz. Ancak varlık, bilgisi, görgüsü, şuuru ve idraki geliştiği ölçüde İlahi Yasalar’la ilgili bu hakikatlerin sonsuz yollarında ilerleyebilir, yükselebilir. Bu varlığın mukadderidir. Ancak varlık çeşitli yollar arasından hür iradesini kullanarak tercihlerini yapabilir ve Allah’ın Muradına idrakle yaklaşmanın sonsuz mutluluğunu duyabilir.
Bir insanın hayatında böyle çeşitli çağların çeşitli anlayış yetenekleri bulunduğu gibi, bütün bir beşeriyetin de çeşitli evrim çağları ve bu çağlara özgü çeşitli anlayış yetenekleri vardır. Siz hiçbir vakit bir mağara adamına bugün bizim anladığımız ve kabul ettiğimiz yüksek manadaki Allah kavramının yüzde birini bile anlatamazsınız. Bununla beraber o, Allah’a karşı belki oldukça derin duygulara sahip olmuş bulunabilir. Fakat bu duygusunun sebebini, esaslarını ve kapsam derecesini belirlemek ve analiz etmek ve anlayabilmek bakımından onun kudreti sizinkine asla yaklaşamaz. Demek ki, bir mağara adamıyla sizin aranızda aşılacak yüzlerce aşama vardır. Ve her aşamanın da o aşamada bulunan varlıklara müsaade ettiği belirli ve sınırlı anlayış ve idrak imkanı vardır. Her insanla, ancak onun bulunduğu evrim aşamasında konuşulan dille konuşulabilir. Bunun dışında başka bir dille söylenen sözlerin hiçbir faydası olmaz ve belki de yanlış manalara ve yorumlara yol açarak onlar için zararlı sonuçlar da doğurabilirler. İşte bu nedenledir ki, bu kitapta geçen sözlerin herkes için olmadığını baştaki bir iki söz sayfasında belirtmiştik. Çünki bugün dahi, daha asırlarca zaman önceki ruh hali içinde yaşamakta bulunan milyonlarca insan vardır. Ve böyle olması da dünya yasalarının icaplarındandır. Evrime inanan her insan bu icabı takdir ve kabul eder. Yalnız dilenen ve özlenen husus, insanların bu geri aşamaları hızla atlatmaları ve insanlıktan bugün beklenen olgunluk yaşının icaplarına uygun bir anlayış ve görüş düzeyine mümkün olduğu kadar çabuk ulaşmalarıdır. Bu da her an parlamaya, her an ileri atılmaya ve her an ön saflara geçmeye elverişli olan ve her insanda var olan ruh kudretlerinin harekete geçirilebilmesi oranında başarılabilen bir iştir. Yeter ki o insan, dediğimiz gibi, bunu istesin. Ve istemek için de kendisini çivilemiş olduğu bir kazığa ebediyen ve sımsıkı bağlı tutmaya çalışan kökleşmiş kanaatlerini yeni bilgilerle, yeni ilhamlarla nurlandırarak, hiç olmazsa bir adım daha yukarı doğru yükselmekle vicdan hürriyetine kavuşmanın yolunu tutmuş olsun.
Ruh aleminin yüksek planlarından alınıp, çeşitli kanallardan bize iletilmiş büyük hakikatleri taşıyan tebliğlerin istisnasız olarak hepsi, insanın Allah olduğu veya Allah’la birleşeceği fikrini kesin bir ifade ile reddetmektedir. Özellikle kendisine sarsılmaz güvenimiz olan ve fikirlerimizin dayanağı bulunan bir büyük ruh üstadımızın aşağıdaki sözleri, ruhların hiçbir zaman Allah veya Allah’ın parçası olamayacağı noktasında ısrarla ve açıkça durmaktadır.
Üstad:  (31.5.1936)
B.R.- “Ruh bir madde midir?”
Üstad- “Bunu önce de söylemiştim. Ruh ancak perisprisiyle maddedir.”
B.R.- “Bizzat ruhun kendisi nedir?”
Üstad- “Madde değildir. Bir lemai ilahidir (İlahi bir pırıltıdır). Bu kadar tarif edebilirim.”
B.R.- “Madem ki ruh bir lemai ilahidir, o halde onun ilk zamanlarda tecrübesiz ve görgüsüz olduğunu nasıl kabul edebiliriz?”
Üstad- “Unutmayınız ki lemai ilahiye dediğim zaman, size ancak bu kadar tarif edebilirim demiştim. Ancak bunu Allah’ın bir alevi manasına anlamayınız.”
B.R.- “Allah’ın büyüklüğü ile ruhun tecrübesizliği ve görgüsüzlük halini nasıl bağdaştırabiliriz?
Üstad- “Unutmayınız ki -haşa- Allah’ın bir cüzü, demedim.”
B.R.- “Bir cüzü demediniz. Fakat Allah’tan sadir olan… (çıkan)”
Üstad- “Sadır da demedim.”
B.R.- “Allah’a nispet edilen? (Nispet -Bağlılık, ilgi -Kıyaslama- orantı) (Kıyas -Bir tutma -Karşılaştırma) Bu sözü tekid buyuruyor musunuz? (Tekid    –Sağlamlaştırma, pekiştirme)”
Üstad- “Allah’ı kastediyorsanız hayır! O’nun yarattığını, O’nun vücut verdiğini kastediyorsanız evet.”
B.R.- “Şu halde lem’ai ilahiye sözünden maksat, Allah’ın vücut verdiği, halk ettiği (yarattığı) demektir, öyle mi?”
Üstad- “Evet, başka türlü tarif edemem.”
Bu tebliğdeki sözlerin yüksek manası, bütün büyük din kitaplarının Allah’la ilgili bölümlerinde yazılmış olan sözlerin hiçbir yoruma bağlı tutulmadan anlaşılan manalarının ta kendisidir. Yani, Allah kainatı ve bu arada ruhları yaratmıştır. O’nun benzeri, ortağı ve eşi yoktur. O, hiçbir varlıkla karşılaştırılamaz, hiçbir sıfatla nitelendirilemez. Yaratıklar, hiçbir vakit Yaradan olamaz. Yaratıkların ezelde veya ebette yaratan oldukları kabul edilince, yaratma kavramı ortadan kalkar. Yaratma kavramı ortadan kalkınca, Allah kavramı bir sözden ibaret kalır. Allah kavramı sözden ibaret kalınca da (Azgınlık, sapıklık) bütün dehşetiyle ve korkunç ruh tahripkarlığı ile ortaya çıkar. Bugün dünyanın birçok yerinde olduğu gibi.
Allah’ın emir ve yasalarına uyan yüksek ruh planının izni ve direktifi altında dünyamıza tebliğ vermek yoluyla bizlere doğru yolu göstererek uyarmış kıymetli ruh dostlarımızdan Mustafa Molla’nın bu büyük konu ile ilgili tebliğini burada saygı ile iletiyorum:
Mustafa Molla:  (22.4.1950)
“Asırlardan beri ölü konuşanlar!.. Allah’ı, kainatı ve insanı yek vücut sayan sapıklık yolcuları!.. Bir zerrenin dahi sırrını çözemezken, kendi içlerindeki başıboş ışık sellerini Yaradan’ın makarrı (bulunduğu merkez, yer) sanmışlardır.
Çok şey dilersiniz. Her şeyi alırsınız. Pek az düşünür, pek çok yanılırsınız. Büyük bahtsız, kendini aldatmış olandır.”
Burada biraz duracağız. Hayatının her saniyesinde idrak etmiş olduğu acizliğini görerek, kendisinin asla Allah olmayacağını bilmesi gereken insanın gene Allahlıktan dem vurması, kendisini, yani vicdanını aldatmış olmaktan başka bir şey ifade etmez. Biz daha önce de biraz bahsetmiş olduğumuz bu hale, ruh parçalanışı ismini vermiştik. İşte bu ruh parçalanışı mutsuzlukların en büyüklerinden birini oluşturur.
Birkaç yıl evvel, bir yerde, yeni felç olmuş zavallı bir şeyh efendi ile tanışmıştım. Kendisinin bir tarafı baştan aşağı tutmuyordu. Diğer bazı kimselerin de hazır bulunduğu bu mecliste, felçli şeyh, zannedersem başka bir hoca efendi ile bir süre önce yapmış olduğu bir konuşmasını şöylece anlatmıştı:
“Kur’an’dan aldığım ayetlerle adama sözlerimi birer birer kabul ettirerek, insanın Allah olduğunu ispat ettim. En sonunda, o halde ben Allah’ım dedim. Sustu ve itiraz etmedi. Öyleyse, dedim, madem ki ben Allah’ım, haydi bakalım şimdi bana secde et! Hoca, bu sözüm karşısında irkildi ve “yoook! Bunu yapamam!” dedi. Yapamaz, çünki adamın kafası işlemiyor. Kur’an’ın görünen manasından dışarı çıkmıyor.” Bu sırada mecliste hazır bulunanlardan birisinin küçük bir itirazı karşısında, şeyh efendi fena halde gazaba gelmişti. Bu yüzden artan rahatsızlığını gidermek için, masanın üzerindeki damla ilacını almak ihtiyacını duydu. Fakat masa yanında olduğu halde, uzanıp onu oradan alarak bardağa boşaltmak kudretsizliği buna mani oldu. Bu aczini gördü ve çevresindekiler de gördüler. Özellikle o anda dikkatini benim üzerimde toplamış olduğu için, biraz önceki korkunç iddiası ile şimdiki şu çaresiz acizliği arasındaki ibrete değer zıtlığa, derin bir acıma hissi duyarak baktığımı, keskin zekasıyla anlamış ve bu hali izzet-i nefsine (nefsinin gücüne) yedirememişti. İşte o zaman, nefsaniyetinin şahlanışı ile ruhundan kopup gelen şu yanan yakınan, aynı zamanda isyankar sözleri, kendi kendine veya vicdanından nefsaniyetine hitaben, görünürde kalenderce bir neşe içinde söylemişti: “Behey adam! Bir taraftan Allah’ım dersin. Öbür taraftan yanındaki masada duran bir ilaç şişesini bile almaktan aciz olursun. Bu ne biçim Allahlık? Ve hazır bulunanlara dönerek şunları ekledi: “Eğer altı aya kadar bu dertten kurtulamazsam, kendimi denize atarım. Böyle çarpık Allah olmaz. Allah beni madem ki Allah yaptı, bu çarpıklığımı düzeltsin.” Dehşet!... O zaman gerçekten daha çok acıdım. Bütün dış görünüşe rağmen o, bunları şaka olsun diye söylemiyordu. Yani felç olmuş bir adam bu şekilde bir şaka yapamazdı. Bu ancak ruhen parçalanmış insanlara özgü çok karakteristik bir ruh halinin belirgin ve acıklı bir ifadesiydi. Ve ancak, böyle beşeri acizliğin duyulduğu anlarda nefsaniyetle vicdanın, idrak alanına çıkan zorlu mücadelesinin bir belirtisiydi. Bununla beraber, bu adamın ruhundaki derin ıstırapları, geçici birkaç maddi çekicilik, bir çocuk oyuncağının ağlayan çocuğa sağladığı gelip geçici sevince benzer bir sakinlikle geçici olarak belki gene dindirilebilir. Ve bu hal özellikle böyle parçalanmış insanların kendilerini tekrar toplayabilmelerine imkan bağışlayan büyük bir ilahi lütuftur.
Allah, ruhları bölünmüş böyle insanların, hiç olmazsa bu geçici sükunet anlarından faydalanarak, kendilerini toplayabilmelerine yardım edecek ilhamları onların kalplerinden eksik etmesin. Ve hiçbir kimseyi parçalanmış ruh halinin böyle kötü azaplarına düşürmesin. Tebliğe devam ediyorum:
“Bir ucu ezelde, bir ucu ebette olanla, bir ucu doğuşta, bir ucu mezarda olan nasıl bir değilse; insan, kainatın odağı insan da hiçbir zaman Allah’ta değildir. Fakat O Allah ki, kendini sizde temaşa ettiğini söyleyerek ne büyük tevazu göstermiştir. Onun içindir ki, ancak alçakgönüllüler Tanrı yolundadır.
İradelerinin elleri, ihtiras zincirleriyle benliklerine bağlı yaşayanlar, siz daha mutsuzsunuz.”
Burada gene duracağız. Kendilerini Allah sananlar, Allah tarafından yaratılmış olduklarını inkar edenlerdir. Çünki Allah’ın kendi kendisini yaratması söz konusu olamaz. Böylelerinin ruhlarında, şahlanması her an beklenen kibir, gurur ve bencillik yılanları, büyük bir alçakgönüllülük elbisesi içinde pusu kurmuş halde fırsat kollamaktadır. Ve yazık ki bu yılanın azgınlık dönemi geldiği zaman, ilk sokacağı varlık, gene onların kendi ruhları olacaktır. İşte bu gerçeği görmeyip, o bencillik ve kibir yılanının aldatıcı alçakgönüllülüğü ile vicdanlarını uyuşturmaya çalışan insanlar, bütün iradelerini bencilliklerine terk etmişlerdir ve bencilliğin gizli hırslarla dolu sürükleyişlerine kendilerini pasif olarak bırakmışlardır.
Tebliğe devam ediyorum.
“Çünki insan iki yolda tutukluluk dairesine girer. Biri, kendini kaybedip her şeyde şuursuzlaşan; diğeri, her şeyin şuurunu kendi benliğinde kaybedenlerdir ki, bir çemberin aynı noktasından, zıt yönde aralıksız ve göremeden koşarlar.”
Kıymetli dostlarımın izinleriyle burada tekrar duracağım. Bu sözlerden benim anladığım mana şudur: İnsan iki bakıma göre yolunu şaşırarak, kendisini kapalı bir dairenin içine hapseder. Bunlardan birisi inkarcı maddeciliktir. Bu yolu tutanlar, öz varlıklarını inkar ederler. Ve kendilerini doğadaki sayısız maddelerden bazılarının biraraya toplanmasıyla oluşmuş ve nedense geçici olarak şuurlanmış bir atom topluluğundan ibaret sanırlar ki, günün birinde bu atomlar darmadağınık hale geldikleri zaman, onlar da bireysel şuur ve idraklerini evrenin cansız maddeleri içinde ebedi olarak kaybedip gideceklerdir. Diğer yolu tutanlar ise, panteistlerdir. Bunlar da kendilerinin Allah’la birleşeceklerini sanarak bireysel şuurlarının Allah’ta ve evrenin şuurunda, dolayısıyla kendi şuurlarında kaybolacağını sanırlar. İşte bu yolsuzlukların her ikisi de birbirine zıt yönlerde yürümekle beraber, karanlık bir noktada birleşmeye mahkumdurlar ki bu nokta da; şuur ve idraklerinin bir bütün içinde eriyip gitmesi, yani varlıklarına ait şuurun yok olmasıdır. İşte bu hal, onların ruh kudretlerinin ve özellikle iradelerinin selametini bozan ve kendilerini er geç yutacak olan karanlık bir bilinmeyenin durağan veya amaçsız yolcusu haline getiren bir kanaatin doğurduğu bir haldir.
Tebliğin kalan kısmına devam ediyorum:
“Size gökler sitem etmiyor… Aksine sizinle, çiçeklerin güzel kokusu kadar hoş, mehtabın ipek telleri kadar yumuşak ve yıldızların yanılmaz dikkatleri kadar uyanık bir dille, Tanrı her an en güzeli, en doğruyu, en iyiyi konuşuyor.”
Bu sözler ilahi adaletin ve iyiliğin büyük görünüşlerinin çok küçük bir bölümünü ne güzel bir ifade ile anlatıyor! Gerçekten bütün bu aykırı kanaatleri besleyenlere, bu yanlış yolları tutan gafil yolculara Allah sıkıntı vermez ve düşmanlık etmez. İlahi Kanunlar onları, her uyandıkları ve hakikat güneşini görmeyi istedikleri anda yüksek bölgelerin ve ucu bucağı bulunmayan en görkemli ve parlak alemlerin mutlu varlıkları haline getirmeye hazır bir vaziyettedir. Yeter ki, insan bu hakikati görsün veya görmeye çalışsın ve onun güzelliğini, doğruluğunu ve iyiliğini duyabilmek kudretine erişmenin yollarını araştırsın. Özetle, eskilerin “fena fillah” sözünün anlamı ve ifadesi bize göre şudur: İnsan maddi ihtirasları ve nefsaniyeti ile sürüklenmiş olduğu pisliklerden kendisini kurtardıkça, içinde var olan temiz, yüksek ve aşkın ruh kudretlerinin ışığını hissetmeye başlar. Ve maddi zevklerin hiç birisiyle karşılaştırılması mümkün olmayan bu hissedişin ona verdiği büyük zevkler, o zamana kadar tatmamış olduğu sonsuz bir hayatta kendisini yaşatır. İşte bu anda o, öz varlığının kainat değerindeki sonsuz kudretlerinden bazılarının küçük bir pırıltısını görkemli bir ışık denizi ve tufanı halinde duyar. Bu deniz, gene onun öz varlığında bulunan ve öz varlığının amacı ve hayatının sebebi olan İlahi Murad’a doğru yükseliş özleminin ve Allah aşkının huzur ve mutluluk verici dalgalarıyla beslenir ve derinleşir.
İşte böyle Allah’a karşı duyulan aşk ve özlemin kucaklamış olduğu bir ışık denizi ve tufanı içine kendini gömülmüş gören insan, artık Allah’tan başka bir şey düşünemez, duyamaz, göremez ve anlayamaz olur. Ve kendisini o anda bütünüyle unutur. Bu öyle ulvi bir andır ki, eğer insan sonsuz ve her türlü kapsam kavramını da kucaklayan Allah’ın mutlak varlığı kavramı üzerinde o zamana kadar hiç durmamış ve bir şeyler düşünmemiş idiyse, beşeri manada ancak vecd deyimi ile ifade edilebilen bu andaki ruh hali içinde, o insan; kendi varlığının, Allah’ın varlığında kaybolduğunu, eridiğini ve hatta yok olduğunu sanarak masumca bir hataya düşer ve bunun sonunda da kendi idrak ve şuurunun, günün birinde böyle yokluk aleminin sonsuzluğu içinde yok olacağını bir ideal, bir amaç edinmek gibi batıl bir fikre ve kurama saplanabilir.
Allah’ın erişilmez ve hiçbir şeyle kıyaslama kabul etmez mutlak varlığı hakkındaki aşkın kavramlara insan girebildikçe böyle vecd hallerinin O’na yaklaşmak değil, O’nda tükenmek değil, O’nda yok olmak, O’nda ebedi sona ve yokluğa kavuşmak değil, aksine O’ndan hızını, kuvvet ve gücünü alan öz varlığının bütün sınır, zaman ve mekan kavramlarını aşan ve kapsamına son olmayan ebedi kimliğiyle, ilahi aşk ve özlemin perde perde açılarak, kendisinde doğacak, daima yeni ve daima birbirinden nurlu ışıklarını duyması ve idrak etmesi manasını taşımakta olduğunu anlar, kabul eder ve bu anlayış, kabul ediş, o tükenmez hayatın sonsuz ve bitmeyen mutluluklarına kendisini ulaştırır.
İşte eski hikmet ve ilim sahiplerinin, “fena fillah”, sözünün, onların zamanlarında anlaşılan manasını göz önüne almıyoruz. Bugün bu sözden, vahdet-i vücudu değil, bu açıkladığımız manayı çıkarmak ve anlamak lazımdır. Yoksa, insanın kendi içinde her an duyması mümkün olan en küçük bir pırıltıyı görür görmez, hemen onu Allah sanıvermesi; ilkel bir insanın gökyüzündeki güneşin parlaklığı karşısında ona tapmaya kalkışması kadar kolay, basit, fakat bugün için sapıkça bir ruh halinin ifadesi olur. Ama bugünün ileri aşamalarında bulunan insandan beklenen anlayış bu kadar basit ve küçük olamaz.
Allah yolu oyuncak değildir. Herkes için zorunlu ve mukadder olan bu yolun çeşitli kapıları, ancak elde bulunan anahtarların şekline göre açılırlar veya açılmazlar. Ve açılmayan kapıların önlerinde birer cehennem yatar ki, bu cehennem gene insanın kendi içinde her an kendisiyle beraber taşıdığı vicdanıdır. Allah, herkesin kendisine isterse bir cehennem de yapabileceği vicdanını, ilahi zevklerle dolu cennetler haline getirmek kaderini insanlara bahşetsin.

BEDRİ RUHSELMAN