ALLAH - DR. BEDRİ RUHSELMAN - BÖLÜM 9

http://www.dunyaana.com/images/bedri%20ruhselman%206.jpg2-MADDELERDEN, OBJELERDEN VEYA VARLIKLARDAN BAZILARINI KENDİLERİNE ALLAH YAPANLAR

Allah’ı inkar etmek sapıklığı yanında, çoğunlukla masumane ve iyi niyetle yapılmış bir hareket daha vardır ki o da insanların, çevrelerinde bulunan eşyadan veya varlıklardan bazılarını Allah sanmalarıdır.

Ruhen az çok bir şeyler duymaya başlamış olmakla beraber, bu duyuşun henüz yeterli derecede olmaması yüzünden, ruhta bulunan objektif müşahedelerin izlenimlerinin, bu duygulara hakim bir duruma geçmesi sonucunda meydana gelen bu hal, esas itibariyle kötü bir maksada yönelik değildir. Aksine bu, insanın kendisini yaratan Kudret’i anlamak ve O’na minnet, şükran ve saygı duygularını sunmak ihtiyacının doğurduğu bir ruh halidir.

Her insan Allah yolunu aynı kudrette tutamaz ve her insanın Allah’a yönelebilen bir tarafı, bir kudret ve takat derecesi vardır. Bu da o insanın tekamülü sonucunda ulaşmış bulunduğu anlayış ve duyuş düzeyine göre değişir. İşte ilkel, örneğin mağara devrindeki basit düşünceli ve duygulu bir insanın Allah anlayışı, kainat hakkındaki görüşü ve duyuşu, ona oranla ilerlemiş ve kapsam kazanmış bugünün ileri durumda bulunan bir insanınkine göre elbette geridedir. Böyle olmakla beraber, Allah duygusuna sahip olmak, en ilkel bir insanın da ihtiyaç olarak duyabileceği en doğal bir haktır.

Halbuki kainat hakkındaki bilgi ve düşüncesi, yetenekleri çok sınırlı duyu organlarının değerlendirebildiği maddi değerlerin üstündeki değerleri idrake uygun olmayan böyle bir insan için en büyük kudret, yine o değerdeki varlıklardan biri olacaktır. Diğer yönden, ilkel bir insanın herhangi bir kudret hakkındaki anlayışı, bugünkü ileri bir insanın anlayışına göre başkadır. O, kudret derken kendi ölçüsüne ve değerlendirmesine göre, maddi ve beşeri manada, gerek kendisi ve gerek çevresi için, ya en yararlı veya en korkunç veyahut en gizemli gördüğü olaylara sebep olan varlıklara ait özellikleri düşünür ve göz önüne alır. Örneğin akan bir nehir, ateş, güneş, ağaç, öküz, kuş, şu veya bu, kutsal birer kudret ve varlık halinde onun için tapılacak birer konu olur. Fakat o bunların maddi varlıklarına değil, o varlıkların birer niteliği olan kudretlerine bağlanarak, Allah kavramına doğru tırmanmaya çalışır.

Tapılan bu konular, böyle eşyalardan veya doğa güçlerinden birisi olabileceği gibi, bir kral, bir firavun veya herhangi bir insan da olabilir. Bütün bunlar, maddeden başka bir şey bilmeyen insanların tasarlayabilecekleri en büyük kudreti, zorunlu olarak yine maddeler arasında aramak mecburiyetinden kendilerini kurtaramamış olmalarının bir sonucudur. Bu hal, basit ve ruhsal tekamül düzeyi henüz belirli görgü ve deneyimlerle yeterince yükselememiş varlıklar için bir hata olmaktan çok bir zorunluluktur. Ve Allah bu durumdaki basit insanların ruhunda ancak bu yoldan Kendisi’ne doğru bir kapı açmıştır, çünki ondan daha büyük bir kapıdan içeri girebilmeye ne o ruhun dayanma gücü vardır, ne de anlayış yeteneği ve gücü buna uygundur. İşte o ilkel insan, böylece, kendisini yaratan veyahut yaşatan Kudret’in, çevresinde gördüğü en güçlü şeylerden birisine ait olduğunu sanacak ve kendisine put yaptığı o şeye tapmaya başlayacaktır.

Çok basit ve bilgisiz insanlar arasında Allah’a iman ihtiyacının en ilkel, fakat samimiyetle ve iyi niyetle, inanılarak gösterilen başlangıç bir tezahürü halinde kaldığı sürece, böyle bir iman da makbuldür. Çünki o insanlar, öz varlıklarında duymakta bulundukları, ilahi varlığa ait istek ve özlemlerini, görgü ve deneyimleri ancak bu kadarına müsait bir idrak alanı içinde tatmin edebilmek imkanına sahiptirler.

Büyük dostumuz Kadri’nin aşağıdaki tebliği bu noktayı aydınlatmaktadır.

Kadri:  (5.1.1948)
“İnsanlar bilmedikleri ve kavrayamadıkları şeylere muhakkak bir sıfat vererek onları canlandırmaya çalışırlar. Bu ezeli bir kuraldır. Çok eski zamanlardaki insanlar da Cenab-ı Hakk’ı düşünmek için karşılaştıkları zorluğu yenebilmek maksadıyla birtakım şeyleri O’na bağlayarak, daima onun aracılığı ile Allah’ı anmaya çalışmışlardır.

Bilmedikleri ve birçok kudretlerini gördükleri ateşi Allah’a benzeterek ona tapmışlardır. Hakikatte diledikleri ateş değil, gene Allah’tı. Sonra güneşe, taşa, nihayet öküze kadar inmişlerdi. Öküze inenlerin bulundukları bölgede en faydalı şey öküz olduğundan, onu kabul etmişlerdi. Sonra yavaş yavaş fikirler gelişmiş, bu defa insanlar dünyada gördükleri en muazzam şeyin kendileri olduğunu kabul etmişlerdir. Çünki içlerinde olduğunu zannettikleri ruhlarının, büyük bir şey olduğunu idrak edebilmişlerdir. Bu en büyük şeyin Cenab-ı Hakk’a bir bağlantısı bulunacağını düşünerek, kendi kendilerine tapmaya başlamışlardır. Sonuç gene kendileri değil, kendilerini aracı ederek Allah’ı anmak ve ona sevgilerini göndermektir.”

Demek ki, büyük ruh dostumuz Kadri’nin kıymetli tebliğinde açıkça belirtildiği gibi, Allah’a inanmak ve O’na tapmak ihtiyacını duyan insanlar, tekamül derecelerine göre ilk zamanlarda, ancak en kudretli gördükleri maddi teşekküller veya canlı varlıklar ve nihayet kendi varlıkları kanalı ile O’nu aramaya ve bulmaya çalışmışlardır. Bu hal çok doğal ve insanların kudretleriyle ayarlı ve ölçülü bir icaptır. Allah’ın varlığını duymak özlemi ile hareket eden böyle bir insan, ilkel de olsa, beşeri, maddi veya nefsani birtakım karışık düşünce ve hesaplara uyarak, Allah’ın varlığını sistemli bir şekilde inkar etmekte ısrarlı olan başka inkarcı bir insandan elbette daha ileride bir duygu sahibidir. Dostumuz Kadri’nin aşağıdaki tebliği bu konuda bizi aydınlatacaktır.

Kadri:  (21.6.1948)

İ.A.- “İlkel insanın 6.000 yıl evvelki Allah anlayışı ile, şimdiki insanın bu husustaki düşüncesi arasında fark var mıdır?”

Kadri- “Anlayış bakımından çok fark vardır. İlk insanlar güneşin ne olduğunu takdir etmez, dünyanın durumunu henüz kavramamış ve doğal kuvvetleri insana yararlı bir hale getirme imkanlarının bulunabileceğini düşünmek kudretine ermemiş varlıklardır. Yalnız onlar da Allah’ın büyüklüğünü, çok kudretli bir varlığın bütün doğaya hakim bulunduğunu his ve idrak etmişlerdi. Kendi bilgileri ölçüsünde buna bir şeyler katarak, o inandıkları varlığa inançlarını kanıtlamanın çarelerini aramışlardı. Hala Afrika’da birçok vahşilerin anlayışları gene buna yakındır. Neden bu kadar uzaklara… ta 6000 yıl öncesine kadar gidiyorsunuz? İki arkadaşın bile bu husustaki anlayışlarını yakından inceleyiniz, aradaki farkı hemen anlarsınız. Bu kadar uzun yıllar geriye gidince bu anlayış farkı da o kadar değişir.

Fakat o zamanlarda bile bugünkü en kuvvetli anlayış ve kavrayışa sahip olanlar derecesine yakın, yüksek kudretli insanlar gene vardı. Şuna da emin olunuz ki, ilim şayet ruhi kudretlerle beraberce işlenirse onların meydana getireceği eser de o kadar büyük olur.

Onların (yani geçmiş zamanlardaki o bazı ileri kudretteki insanların) ruhi kudretleriyle beraberce işleyecek ilimleri eksikti. Fakat temel sağlamdı. Örneğin, o zaman olağanüstü yüksek bir müzik kudreti gösteren bir varlık, elinde bulunan iki tahta parçasından veya içini oyduğu bir odundan nağmeler çıkararak bir şeyler ifade etmeye çalışıyordu. Bugün kullandığımız müzik aletlerine onlar sahip değillerdi. Şimdi bu insan, elinde böyle bir alet bulunmadı diye acaba hiçbir zaman müziğin vermiş olduğu o yüksek duyguyu duymamış mıdır?

Arada tekamül ve asırların doğurduğu incelik farkı vardır. İlim rehber olmuş, bugünkü insanları daha yetişkin, anlayışlı ve yüksek bir hale getirmiştir. Şu halde bugünkü insanların, Allah’ı daha iyi kavramış, O’nun yüksek kudretlerine büyük bir değer olarak dört elle sarılmak zorunluluğunu hissetmiş olmaları lazımdı, fakat öyle mi? Değil. Bilgi artmış, insanlar kavrayış bakımından yükselmiş, fakat ruh hakkındaki düşüncelerde çeşitli şekilde tesirler hasıl olmuş ve durum gene bugünkü bildiğimiz şekle girmiştir.

Bugünkü evrimleşmiş bir insan, elindeki birçok araçlardan yararlanmak imkanına sahiptir. Fakat öteki zavallı, elindeki bir küçük değnekle -bugünkünün ulaştığı kadar mesafe alamamış bile olsa- böyle bir kudreti gösterebildiği için yüzyılınızdakilerin kazanç derecelerine pekala ulaşmıştır.

İnsanlar, gösterdikleri kudret, cesaret ve inançlarının derecesi oranında ödüle hak kazanırlar. Hiçbir asır değişikliği bunda etkili olamaz. İki bin yıl önce dünyaya gelmiş, büyük fedakarlıklar yapmış bir insan, kavrayışı az olduğundan birtakım yanlış yollara sapmış ise mazurdur (mazereti makbuldür). O, gene tekamülünü yapmıştır. Yalnız, bugünkü insan, elindeki o yüksek imkanlara rağmen yanlış bir yön izliyorsa onun, o eski insan derecesine kadar da yükselememiş bir varlık olması gerekir. Adalet de bu değil midir?”

Demek ki Allah duygusu ve özlemi ile hareket eden bir insanın, çevresinde bulunan idrak ve bilgi alma araçlarının imkanı ölçüsünde tutabileceği yol ne olursa olsun makbuldür. Buna karşın, bugün insanların büyük bir kısmı yeterli derecede bilgi imkanlarına ve geniş bir anlayış ve duyuş yeteneğini sağlayıcı araç ve kudretlere sahip bulunmaktadır. Ve asırlardan beri her devirde dünyamıza büyük bir cömertlikle verilmiş ve verilmekte olan irşatlarla istedikleri anda nurlanabilecek bir durumdadırlar. Buna karşın bunların birçoğu, dinamik ruh kudretlerini bu alanda faaliyete geçiremez ve uyuşuk bir halde kalır. Ve herhangi gizli veya açık maddi bir çekiciliğin tesirine karşı güçsüz olmaktan kendini kurtaramayarak, vicdanının gösterdiği ilahi yoldan ayrılır. Bir kısmı da her şeye rağmen, ne olur ne olmazcı zihniyetle hareket ederek, ruhunun derinliğinden nurlarını yansıtan hakikatleri görmemeye çalışır. Ve ruh kudretlerini bu yolda harekete geçirmek hususunda hiçbir hamle yapmak emek ve çabasını göstermez. Babasından kendisine geçen ve üzerinden birkaç yüksek realite geçmiş bulunan çok eski zamanların kökleşmiş itikatlarına makine gibi uyar, bir şey düşünmez ve Allah yolunda yükselerek O’na daha çok yakınlık duymak çarelerini araştırmayı bir an bile aklına getirmek istemez. Değişmeden, kendi halinde ebediyen kalmayı kendisi için yeterli ve hatta zorunlu görür. Fakat ilahi yasaların ve muradın kapsamının dışına çıkması asla söz konusu olmayan ve bu yasalar hükmünce, atıl, hareketsiz ve durgun bir halde kalması caiz bulunmayan ve bunun içinde taşkınlık gösteren içindeki ruh kudretlerini, kendisine ve hemcinslerine bütünüyle yararsız ve belki de zararlı, küçük ve değersiz maddi işler yolunda bol bol harcamaya koyulur. İşte hala ilkel insanların döneminden kalma ruh hayatına otomatik olarak varis olmaya razı olan böyle insanların putperestliği hiçbir zaman makbul ve mazur değildir.

Aslında böyle insanların ruh hali, büyük dostumuz Kadri’nin dediği gibi, iki bin yıl önceki insanlarınkinden başka türlüdür. Çünki eski zamanlardaki inceleme ve algılama araçlarının eksikliği yüzünden, eskiler hakikati ancak o zamanın imkanları ölçüsünde görebiliyorlardı. Ve iyi niyetlerine, Allah’a kendilerini yakın hissetme özlemlerine dayanan bu hareketleri, onların araçsızlıktan doğan anlayış eksikliğini gidererek kendilerini başarıya ulaştırıyordu. Bugünkülerin ise kabul edilebilecek böyle bir mazeretleri yoktur.

Çağımızdaki bilimsel gelişmelerin insanlara sağlamış olduğu hayırlı faydalardan yararlanan bir insan, ondan aldığı kuvvetle, ruh kudretlerini işleterek hiçbir asırda insanların kolay kolay varamayacakları büyük başarılara pekala ulaşabilir.

Bugün dünyamız, çok eski zamanlardakine oranla birçok bakımdan ilerlemiş bulunmaktadır. Özellikle bugünkü insanların elinde tabiat olaylarını öncekilerden daha iyi anlayabilmelerine yarayacak daha gelişmiş araçlar vardır. Tabiat olaylarını daha ileri bir görüşle anlamak demek, tabiatta bulunan eşya ve olayları Sebep Sonuç Yasası çerçevesi içinde, öncekilere göre daha kapsamlı bir kavrayışla değerlendirebilmiş ve müşahede edebilmiş olmak demektir. Örneğin, çok eski zamanlarda, bir ağacın yeşermesi, güneşin doğması, bir nehrin akması veya bir timsahın hayatı, bir ateşin yakışı bugünkü botanik, fizik ve zooloji bilimlerinin öğrettiği realitelerden çok başka ve daha basit realiteleri ifade ederdi. Astronomik bilimlerin bugünkü kapsamı ile insanlarca bilinmediği çok eski çağlarda insan, güneşi gökyüzünün en güçlü varlığı olarak tanımış ve onu kendi hayatının sebebi sanmıştı. Böyle basit bir insan için Allah kavramı, güneşten daha yükseklere ulaşamazdı. Bunun için onun güneşe tapması doğal bir hareketti. Halbuki güneşin evrende bir zerre dahi sayılamayacak kadar küçük ve önemsiz bir cisim olduğunu açıklayan bugünkü astronomik çağda, bir insanın hala güneşe tapmakta devam etmesi, ancak onun affedilmez ve hiçbir şekilde mazur görülmez tembelliğinin ve ruh durgunluğunun bir ifadesi olur.

Bundan başka, daha önce de söylediğimiz gibi, yüksek ilahi kaynaklardan, ilahi muradın ve yasaların gerçekleşmesine yönelik olarak dünyaya her asırda, hadis, vahiy, ilham, tebliğ gibi çeşitli yollardan inen irşatlar, ancak insanların tabiat olayları hakkındaki bilgi ve anlayış yetenekleriyle orantılıdır. Bu nedenle örneğin, gökyüzünde en büyük gücün ve kuvvetin güneş olduğunu sanacak kadar tabiat bilgisi eksik bir insanın ruhuna inecek ilhamların da o oranda sınırlı ve dar kapsamlı olması gerekirdi. Çünki başka türlü onun bu yollarda bir adım bile atabilmesine imkan oluşmazdı. Bu ise genel tekamülün duraklaması olurdu. Halbuki ilahi murat ve yasaların emrettiği tekamül ve hiç durmadan daima ileriye atılış, adım adım da olsa, gerçekleşmek zorunda bulunan bir durumdur. O halde ilk insandan başlayarak, evren hakkındaki görgü, tecrübe ve bilgisi artan ve yükselen insanoğullarına, tekamül dereceleriyle orantılı olan anlayış kudretlerine göre ilahi yoldaki irşatlar gittikçe kapsamı genişletilerek, derinleştirilerek ve zamanın icaplarına uyularak verilmiştir. Bugünkü bilimsel anlayışların insan ruhlarına kazandırmış olduğu geniş idrak ölçüsünde, yüksek irşatları kapsayan ve dünyanın her köşesine ilahi bölgelerden inen tebliğler, Allah hakkında tek dinin her asırda öğretmiş olduğu büyük hakikatlerin, bizim anlayışımıza göre daha geniş kapsamlı manalarını açıklamaktadır. İşte bu kitap, bu tebliğlerin açıkladığı büyük hakikatlerden birine ve en büyüğüne tercüman olarak yayınlanmış bulunmaktadır.


BEDRİ RUHSELMAN