RUH VE KAİNAT - Dr. BEDRİ RUHSELMAN - BÖLÜM 26

http://www.dunyaana.com/images/bedri%20ruhselman%20genc.jpgTALİH MESELESİ

1 – Hadiselerin tevziinde adaletsizlik mi var?

Bir taraftan dogmatik ispiritüalist meslekler erbabınca halledilemeyen, diğer taraftan da ademci materyalistlerce içinden çıkılamayan meselelerden biri de insanların muvaffak olmak için sarfettikleri cehitlere ve hatta gösterdikleri kabiliyetlere rağmen ekseriya nahoş hayat şartları altında yaşamak zorunda kalmalarıdır.

A... kabiliyetli bir insandır, çalışkandır, temiz huyludur, sever, sevilir. B... ise kabiliyetsizin biridir, haylazdır, tenbeldir ve hodbindir. Bununla beraber hayattaki bütün muvaffakiyetler onu arar, bulur.

Evvelkinin büyük gayretlerine rağmen elde edemediği bir saadet ikincisine beklenmeden gelir. Bunların ikisi de aynı işin peşine düşmüş olsa o iş A... a sırtını döner, B... e doğru alabildiğine koşar. Ve sanki bu da yetmiyormuş gibi beklenilmeyen zamanlarda gelen felaketler hep A... ı arar ve onun elinde ve avucundakileri silip süpürmeğe çalışır. B... e bugün bir miras, servet, yarın beklenilmeyen büyük karlar, öbür gün zengin bir izdivaç... ilh. Getiren talih, A... nın günün birinde cetten kalma kulübesini yıkıp kül eder, diğer bir gün beş on kuruşluk kazancını bozar veya kendisine destek olan bir dostunu veya akrabasını alıp götürür. Bunun sebebi nedir ve zahirde layık görünmiyen bir adama daima gülerken, layık bir adama neden sırtını çevirmiş bulunmaktadır? İlk bakışta burada büyük bir adaletsizlik var gibi görünür.

Netekim A... nın bu hallere tahammülü onun ancak hikmet yolundaki bilgisi ile mütenasiptir. Eğer o, kainatı idare eden yüksek kanunların sırlarına azçok nüfuz edememiş ise bu hayat onun için tahammülfersa olur. Ve günün birinde; zorla yaşatmak istediği sabrı tükenir, etrafına şikayetli ve isyanlı sözler savurmağa başlar. Kendisi de dahil olduğu halde her varlığa düşman kesilir. Ve herkese karşı itimatsızlık gösterir. Nihayet bütün insanlardan kaçmak arzusuna düşer. Zira herkes ona sanki fenalık yapmak için yaratılmış gibi gelir. Onun indinde tabiatın kanunları zalimanedir, haksızlık her tarafta hükümfermadır. Dünyada adalet yoktur. Kainatta iyilik değil, fenalık hakimdir. Ve nihayet en korkunç ve tehlikeli fikirler bu bedbinliği takibeder: onun nazarında iyiler değil, kötüler yaşamağa layık sayılır. Ve bir an gelir ki o, bu karanlık düşüncelerinin içinde büyük bir boşluğa doğru yürüdüğünü duyar ve bu boşlukta ilerledikçe etrafının daha ziyade karardığını hisseder. En nihayet simsiyah bir gece onun bütün varlığını ve güzel melekelerini uyuşturur, ve bir hayat tecrübesi bu suretle yarı yarıya heba olup gider.

Ona bütün bu hadiselerin hikmeti vücudünü öğretecek ve onu uçurumlarla dolu bu karanlık sahalardan kurtaracak nur nerdedir? Ne dogmatik dinler, ne meşur birtakım isimlere dayanan felsefi meslekler, ne de ilmi ve ahlaki müeyyideler bu tecelliyatı mantıki ve kanaat verici bir şekilde izah etmeğe muvaffak olamamışlardır. Burada görülen haksızlıkları, adaletsizlikleri izah etmek için ileri sürülen fikirler muztarip ruhları teselli etmek şöyle dursun büsbütün müşevveş yollara sevketmiş ve ıstırabın şuurlu manasını ifade edememiştir. Istırabın yüksek ve derin manasını anlıyamıyan ruhlar onun hakiki illetlerini göremezler; tehlikeli yollarda, cinayetlere, intiharlara ve daha binbir çeşit fenalığa kendilerini koyuverirler. Zira teselli yolunda işittikleri birçok nazariyeler onları, çekmekte oldukları ağır ıstıraplarının kendileri için büyük saadetler hazırladığına samimi olarak inandıramamıştır.

2 – Dünya tecrübeleri karşısında saadet ve
felaket mefhumları

Görünüşte adaletsizce ve hatta zalimane olan bütün bu müsavatsızlıkların ve talihsizliklerin insan kafasında fenalık mefhumunu yarattığı şüphesizdir. Eğer bütün varlıklar aynı derecede ve şekilde yaşamış olsalardı ortada fenalığı tayin edecek bir miyar kalmazdı. Fakirin en büyük ıstırabı kendisini bir zenginle mukayese ettiği zaman tebarüz eder. Ve dünyada sefaletten gayrı hayat şekli malum olmasaydı sefalet bu kadar ıstıraplı olmazdı.

Fakat ne olursa olsun bugün dünyada bir iyilik bir de kötülük mefhumu hakimdir. Bunlar, evvelce söylediğimiz gibi insanlara mahsus bir telakki meselesi olmakla beraber büyük realite kıymetini haizdirler. Bunlardan birincisi saadetle, ikincisi de felaketle ilgilidir. O halde saadet ve felaket nedir ve hakiki kıymetleriyle bunları nasıl mütalaa edebiliriz?

Yolda giderken kafama bir taş düşse ve beni yaralasa bu hadise benim için iyi mi, yoksa fena mı olur?

Hemen fena olur diyeceksiniz. Fakat sevgili okuyucularımın arasında bu hükmü verenler kendilerinin aceleci olduklarına inanabilirler. İyilik ve kötülük hakkında kararlarımızı verirken ve kendimizi mesut veya felaketzede tasavvur etmezden evvel illiyet prensibi ile taayyün eden hadiseler zincirindeki müselsel halkaların birbirine bağlı olduklarını unutmamak lazımgelir. Burada zihnimize gelmesi icabeden iki sualin cevabını vermek zorunda kalırız: evvela acaba bu taş benim kafama neden düştü? Saniyen, bu taşın kafama düşmesi ve onu yarması benim hayat şartlarımda ve muhitimle olan münasebetlerimde ne gibi neticeler tevlidetti? Şüphesiz, bu suallerin cevabını verebilmek bizim için ekseriya mümkün olmaz. Fakat bu cevapları doğru olarak verebildiğimiz anda görürüz ki o taşın kafama düşmesi ve beni yaralaması benim faydalanmam için lazımdı.

İyilik ve kötülük mevhumları herşey gibi izafidir. Kötülük, kendisinden daha çok kötü veya daha az iyi hadiselere nispetle kıymet kazanır. Hiç unutmıyalım ki bize uzaktan ideal bir saadeti getiren iyiliğe kavuştuğumuz zaman eğer o iyilik bizi daha uzakta belirmeğe başlıyan daha büyük bir saadetten mahrum ederse bizim için fenalık halini alır. Fakat bu ikinci merhalede bulunan daha yüksek iyilik de son ve mutlak kıymeti haiz değildir. Netekim ona da vasıl olduktan sonra diğer yeni arzular ve saadetler peşinde koşmaktan kendimizi alamayız. Ve bu hal durmadan böylece tevali edip gider. Kötülük hakkında da aynı düşünce varittir. İlk hamlede felaket getirdiğini düşündüğümüz kötü bir hadisenin bilahara evvelkinden daha çok felaketli bir neticeden bizi koruduğunu gördüğümüz anda o hadise bizce iyilik haline geçer.

Bunları gözönüne aldıktan sonra yukardaki suallerimizin cevaplarını vermeğe çalışalım: Eğer yolda giderken başıma taş düşmeseydi ve yaralanmasaydım tedavi edilmek için evime veya bir doktorun muayenehanesine gitmiyecektim. Bu da ya doktorun muayenehanesinde tanışacağım kıymetli ve bana başka sahalarda müfidolabilecek bir dost insanla karşılaşabilmeme imkan vermiyecekti, yahut evdeki yokluğum esnasında husule gelebilecek bir felaketi önliyebilmeme mani olacaktı veyahut yoluma devam ettiğim takdirde beni bekliyen daha büyük bir felaketin neticelerine maruz kalmak tehlikesine düşecektim. Bunlar akla ilk gelen ihtimallerdir. Halbuki hayatta böyle binlerce hadisenin birbirini takibettiği, birbirini doğurduğu muhakkaktır. Ve her hadisenin istikameti bizim bildiğimiz veya bilmediğimiz bir iyilikle neticelenir. Zira tabiatta esas olan şey tekamüldür ve kainatın varlığı bu büyük gayenin bir vasıtası olmak içindir. Tekamülde ise kötülük mevzuubahis olamaz.

Biz çok cahil kimseleriz. Ve tabiat kanunlarının icaplarını ve zaruretlerini idrak etmiş olmaktan çok uzaktayız. Binaenaleyh hadiseler zincirini illiyet prensibi bakımından ileriye veya geriye doğru takibedebilmek, bizlere çok vakit müyesser olmaz. Bu zincir birçok yerinden kopmuş görünür. Ve bazı halkaları yerinde göremeyince onların büsbütün yokluğuna hükmederiz ve yerlerine yanlış halkalar eklemeğe çalışırız. Bütün bu hareketler bizim görgüsüzlüğümüzün ve tecrübesizliğimizin neticesidir. Ve işte biz bu görgüsüzlüğümüzü ve tecrübesizliğimizi telafi etmek için dünya tecrübelerine girmiş bulunuyoruz. Dünya tecrübelerinde yaşadıkça anlıyacağız ki bizim iyilik ve kötülük dediğimiz şeyler zannettiğimiz gibi ne hakiki saadeti, ne de felaketi getirmez. Ve yeryüzünde mutat olarak kabul ettiğimiz saadet ve felaket mefhumları buradaki herşey gibi, yalnız buraya aittir. Ve dünya hayatı ile nihayet bulacaktır. Fakat o suretle nihayet bulacaktır ki biz onların hayırlı neticelerinden ölmez faydalar temin ederek ebedi hayatımıza devam edeceğiz. Ve bir vakitler bize gözyaşları döktüren acı hadiselerin, bizim için ne kadar lüzumlu olduklarını ve ne kadar büyük ve ebedi saadetlere yol açmış bulunduklarını sakin ve mesut bir tebessümle hatırlıyacağız. Ruhların kainattaki varlıklarının gayesi müessir bir faaliyettir. Cehitsiz faaliyet olmaz. Yorulmadan, yani ıstırap çekmeden bir cehit gösterebilmenin sırrı maddi alemlerdeki tecrübelerle öğrenilir. O halde ıstıraptan kurtulmanın çaresi ıstırabı öğrenmektir.

3 – Dünya tecrübelerinin manası

Dünyaya niçin geldik?.. Ruhun hayatında cereyan eden bütün hadiseler ancak onun tekamülü içindir. Ruhun yükselişi ebedidir. Ruhun madde kainatındaki hayatı da bir ebediyet kadar uzundur. Onun bu ebedi hayatı içinde bir saniyelik bile zaman kıymetinden mahrum bulunan dünya hayatında kötülük aramak ve görmek manasız bir iş olur. Ebedi ruh hayatına nispetle bir anıvahit dahi olmıyan dünya hayatını gaye telakki edemeyiz. Ruhun maddi kainattaki hayatı sayısız ve sonsuz hadiselerle doludur. Esasen ruh hayatının bir manası da budur. Hadiselerin hakiki kıymetleri ve hikmeti vücutları iyi veya kötü olmaları ile değil, şu veya bu bakımdan ruhun tekamülüne yardım etmelerine göre taayyün eder. Eğer A... nın hayatı B... in hayatına nispetle kötü geçiyorsa bu, A... nin fenalık çekmesi veya mücazat görmesi için değildir. Tabiatın kanuları bu kadar beşeri ve basit bir görüşle ölçülemez. Tabiatta mükafat veya mücazat olmadığını defaatle söylemiştik. Bu sözümüz muhtelif tabiat ve ruh hadiselerine dayanır. Eğer A... nin hayatı B... nin kine nazaran ıstırapla geçiyorsa bu hal A...nin tekamül ihtiyacından doğmuş bir zarurettir. Netekim o, eğer bu sefil hayatının karşısında isyan ederek gerilerse veya ona pasif bir şekilde boyun eğerse yeryüzüne inerek böyle bir hayatı intihabetmiş olmasındaki gayesinden uzaklaşmış olur ve bu hayatından mağlup çıkar.

Acaba hayat tecrübelerinden galip veya mağlup çıkmak, hadiseler karşısında zaf eseri göstermemek ne demektir? Müphem görünen ve bazen de yanlış düşüncelere yol veren bu meselenin açıkça görüşülmesi lazımdır.

Her şeyden evvel şunu tebarüz ettirmek icabeder ki hadiseler içinden galip çıkmak demek maddi bir görüşle anlaşıldığı gibi hadiselerin icaplarını maddi arzu ve temayüllerimize uydurabilmek değildir. Bu, bir mağlubiyettir. Bunun aksini düşünelim: hadiseler içinden galip çıkmak bizim geri ve tehlikeli arzu ve temayüllerimizi şahlandırıyor diye hadiselerden ve neticelerinden kaçmak da değildir. Bu da tecrübelerden içtinap etmeği ve binnetice hayattan mağlup çıkmağı intaceder. Zira bu arzu ve temayüller dünya hayatındaki tecrübelerin unsurları arasında bulunan birer tekamül vasıtasıdır. Tecrübeden muvaffakiyetle çıkmak demek ne geri temayüllerimizi nemalandırmak, ne de tecrübelerden ictinabetmektir. Hayata inmekteki gaye ne odur, ne budur. Burada yapılacak iş bu vasıtalar neticesinde ruhta husule gelebilecek acı veya tatlı reaksiyonları vicdanın direktifine uygun bir istikamete çevirebilmektir. Bu yapılabildiği anda bir hayatın muvaffakiyetle neticelenmiş olduğu söylenebilir.

Bu sözleri bir misal ile izah etmezsek gene müphemiyetten kendimizi kurtaramayız. O halde X.... i bir misal olarak ele alalım. Bu zat dünyaya para sevgisi ile gelmiştir. Onun paraya karşı olan bu incizabı, sözlerimize göre ne gerçekleşmesi lazımgelen bir gayedir, ne de boğulması icabeden bir illettir. O, sadece X... i para kazanmak yolu ile türlü türlü faaliyetlere sevketmeğe ve bu faaliyetlerden de ona ruhan türlü türlü faydalar temin etmeğe vasıtadır. O halde bu hırs ne atılacak, ne de satılacak birşey değildir. Binaenaleyh X... böylece para kazanmak sevdasiyle dünyada bir çok teşebbüslere girişecektir. Ve girişmesi de tekamülü ve dünyaya inmekteki gayesi bakımından lazımdır. Bu teşebbüsler ne olabilir? Çoook!.. Bir aşçı dükkanı açar, bir komisyoncu olur, bol para getiren bir meslek peşinde koşar, memur olur, tüccar olur, borsacı, kumarcı hatta hırsız, katil.... v.s. olur.

Eğer o, bu hırsın selameti nefis için tehlikeli olduğunu düşünen ve onu, içtinabı lazım bir düşman zanneden düşünce ve telakki sahipleri arasında bulunursa bu arzusunu öldürmek maksadiyle para kazanmak hususunda hiçbir faaliye teşebbüs etmez. Kendisini yeryüzünde korkunç bir atalete sevkedecek olan, manası fena anlaşılmış bir kanaatkarlığa düşer. Eğer bir arabacı ise, günlük ekmek parasını çıkarınca sırt üstü yatar uyur. Veya bir lokma, bir hırka diyebilecek kadar da ileri gitmiş ise işini gücünü büsbütün bırakır. Bu hal onun ruhunda neticesi pek kötü olan tenbellik arzusunu yaratır. Ve bu suretle ruhun en güzel bir melekesi olan ve tekamülün hedefi bulunan müessiriyet kabiliyeti inkişaf edeceği yerde bilakis daha ziyade uyuşur. Halbuki dünyaya inmekteki maksat ve gaye tamamiyle bunun aksine idi. Ya ruhunun kuvvetsizliği veyahut yanlış bir telkin ve terbiyeden doğmuş bir taassupla hareket etmesi yüzünden böyle bir atalete düşmüş bir münzevi, bir bedbahttan başka şey değildir. Ve onun bu dünyadan ayrılışı hiç şüphesiz zafer teraneleriyle tesidedilmiş olmıyacaktır. İtikafa çekilmiş münzeviler, selameti kanaatte bularak tenbelce bir hayata çekilmiş olan işsizler ve nihayet bütün dünya işlerinden topyekun kaçmak istiyen müntehirler derece derece bu gurupta yer tutarlar. Bunlar dünyaya niçin gelmişlerdir? Eğer maksatları maddi arzularını - kendi tabirleri veçhile - körletmek idi ise bu arzular ruh halinde iken zaten yoktu ve bu arzu ve temayüllerin doğuşu madde ile olan irtibatın neticesidir. Binaenaleyh eğer gaye bu arzulardan kaçmak idi ise insan maddeler içine inmez, ruh aleminde rahat rahat oturabilirdi. Eğer inziva hayatı bazı kimselerin zannettiği gibi bazı harikalar ve mucizeler göstermek gayesine matuf ise bu gaye gene ruh hayatında bol bol mevcuttur. Ve eğer ruhun maddi rabıtalar dışında tecelli eden esiri faaliyetleri birer mucize sayılıyorsa bu mucizelerin tasavvur bile edilemiyecek şekilleri Ispatyomun her ruh hayatında tabii ve zaruri bir tezahür halinde mevcuttur. O halde bunun için, yani etrafındakilere marifet göstermek veya dünya kanunlarının dışında yaşamağa çalışmak için dünyaya gelmeğe lüzum yoktur. Ispatyomda ruhlar için bol bol mevcudolan şeyleri temin etmek maksadiyle yeryüzüne gelinmez. Zira yeryüzünün kanunları Ispatyomunkinden başkadır ve ruhlar bu kanunlardan istifade etmek için yeryüzüne inerler. Yeryüzünün kanunlarında tebarüz eden en mümeyyiz vasıf, insanları, idamei hayatları için her an daimi bir maddi faaliyete sevketmektir. Dünyanın bu kanunlarından en verimli bir şekilde istifade etmiş olan insan, dünya hayatı tecrübelerinde muvaffak olmuş sayılır.

Söylediğim gibi, madde ile ruh alakasının gevşemesi mutat hallerde görülmiyen birtakım metapsişik kabiliyetlerin inkişafını mucibolabilir. Mesela uzun zaman bütün gürültülü hayattan ve onun icabı olan işlerden elini, eteğini çekmiş yevmi gıdasını zeytin tanesine indirmiş pasif bir istiğrak halinde yaşıyan bir münzevide birtakım gayrı mutat haller görülebilir. Ve bu da böyle bir hayatın pek tabii neticesidir. Bu münzevi veya derviş veya fakir mesela kendisini bedeninin bulunduğu yerden yüzlerce kilometrelik uzaklardaki insanlara gösterebilir ( dedubluman ) veya gelecek hadiseleri evvelden etrafındakilere haber verebilir ( telestezi ) veyahut kendi bulunduğu mahalden fersahlarca uzaktaki eşyaların yerlerini değiştirebilir ( telekinezi ). Fakat bunların hiçbirinde fevkaladelik veya harikuladelik yoktur. Ve bu tezahürler hiçbir vakit herhangi bir ruhun bu marifetleri göstermiyenlerden daha yüksek veya daha mütekamil veya imtiyazlı olduğunu ifade etmez. Yeryüzünde birçok tecrübesizlerin gözünde büyüyen bu marifet sahipleri arasında öyleleri bulunur ki onlar – eğer dünyadaki vazifelerini ihmal etmiş iseler – Ispatyomda, dünyadaki parlak marifetlerinin karanlığı içinde donup kalırlar.

Hulasa, ruhla dünya maddeleri arasındaki bağların gevşemesinden doğan bu halleri bir keramet, bir ermişlik sayarak insanı tekamül yolundan ve yüksek vazifelerinden ayıran böyle yalancı gösterişlerin cazibesine kapılmaktan sakınmak lazımgelir.

Şimdi bunun aksini alalım. Eğer para hırsıyle yaşıyan X... böyle yapmaz da bunun tam aksine olan yolu tutarsa, yani para kazanmak arzusunun bir vasıta olduğunu büsbütün unutup para biriktirmeği, mümkün olduğu kadar fazla altın toplamağı hayatın bir gayesi telakki ederse onun, hayatta altın biriktirmek gayesiyle her kötü ve hatta iğrenç hareketi irtikabetmesi kendince meşru bir iş olur. Artık o, para hırsının insanı yüksek ve vicdani faaliyetlere sevkedecek bir vasıta olduğunu unutmuştur. Binaenaleyh daha çok para toplamak gayesini eğer o, az emek sarfetmekle veya hiç çalışmamakla da elde edebiliyorsa tereddüdetmeden ve vicdanının sesine kulak asmadan bu yolu tercih eder ki bu da daima gayrımeşru telakki edilen bir yol olur. Frkat onun için bu, meşru bir yoldur. Zira bu yol ona daha kestirmedir ve daha çok para getirmektedir. O, çalar, hilekarlık yapar, hilei şeriyelere sapar, yalancılık ve dolandırıcılıktan çekinmez, başkalarına ihanet eder, başkalarının sırtından geçinir ve hatta bu uğurda başkalarını yok eder. Bütün bunlar onca meşrudur zira o, bu yolların hangisinden gayesine daha çabuk ve emin olarak varabilirse o yolu tutmakta kendince haklıdır. Yeter ki yakayı ele vermesin.

Bu adam hayat tecrübesinde mağlubolmuştur. Ve hiç şüphesiz Ispatyoma dönenlerden mağluplar ve meyuslar kafilesine karışacaktır. Çünkü, onun para sevgisi ile dünyaya gelmesi dünyada altın biriktirmek gayesi için değildi. Buradaki gaye evvela para kazanmak için atılacağı işlerde vicdanının sesine uyarak emekli ve zahmetli maddi kazançlarından icabında ve her fırsatta fedakarlıklar yapabilmek imkanını bulmak için idi. İşlerinde, kendisine ihtiyaç gösteren birçok zavallılarla karşılaşacaktı. Onlara yardım edebilmek, onların ıstıraplarına mani olabilmek için önüne birçok geniş imkanlar çıkmış olacaktı. Ve o, icabında kendi göz yaşının akmasına bedel dahi olsa bir biçarenin gözyaşını dindirmek imkanını ve zevkini tadacaktı. Saniyen para kazanmak için girişeceği teşebbüsler onun önüne ne kadar çok, ne kadar geniş tatbikat sahaları açacaktı!.. Ve o, bu sahalarda vicdanının huzur ve saadetini temin edecek ne kadar büyük işler görmek ve ruhi faaliyetler göstermek imkanını bulacaktı!.. Mesela bir öğretmen olacaktı, büyük bir sevgi ile talebelerini iyi ve cemiyete faydalı insanlar halinde yetiştirecekti. Doktor olacaktı, birçok ıstırapları dindirecekti... ilh.

Hulasa bu fikirleri kısaca şu formülle ifade edebilirim: Ben para kazanmağa mecburum, fakat onu lüzumsuz yere biriktirmek için değil, kazandığın bu para ile veya onu kazanırken göstereceğim faaliyetlerle benim yardımıma ihtiyacı bulunanlara yardım edebilmek ve bende meknuz olan müessiriyet melekesini inkişaf ettirmek için. Ve bu formül şu umumi formülün hayattaki tatbik şekillerinden birisidir: Ben dünyada yaşamak mecburiyetinde kaldım, fakat orada yaşamak için değil, göstereceğim cehitlerle tabiatın umumi ahengi içinde küçük bir yardımcı olabilmesini öğrenmek için.

Bütün bunlardan şu netice çıkar; dünya hayatından ve tecrübelerinden maksat ruhun, maddi kazançları bir vasıta olarak tanımağı görgü ile öğrenmesidir. İşte ruh bu görgüsü nispetinde maddelere ve maddi hadiselere hakim olur ki dünya hayatlarında gösterilen cehitler bu işdeki muvaffakiyetin husulü için lazım olan birer eksersiz makamına geçer.

Uzaklara kadar gitmeğe de hacet yok. Hayattaki bütün faaliyetlerin insan kabiliyeti üzerinde oynadıkları müessir rolleri bilmiyen yoktur. Mesela, şehir hayatının gürültülü kalabalığı arasında hiç yaşamamış bir köylü, oraya ilk defa girince şaşırır, her adımında binbir beceriksizlik hali gösterir. O bu hayat içinde acemi, korkak bir varlıktır. Fakat birkaç aylık şehir hayatına onun karışması, bu acemi ve korkak köylüyü ustalaştırır. O da herkes gibi veya herkese yakın bir insan olur ve kabiliyetlerini diğerleri gibi cesaretle kullanmağa başlar. İşte bu hal kısa bir tecrübe hayatının köylüye kazandırdığı bir kabiliyettir. Eğer bu köylü şehre indiği halde orada halk arasına karışacağı, iş hayatına katılacağı yerde kendisini bir odanın içine hapsedip sadece pencereden gelip geçenleri seyretmekle iktifa etmiş olsaydı birkaç ay değil birkaç sene sonra da halk arasına ilk karıştığı zaman ilk gündeki acemiliğini muhafaza eder ve köyüne döndüğü zaman da sanki şehre hiç inmemiş gibi olurdu.

Bir defa ıstırap tevlidetmiş bir hadise ikinci defa aynı insana tekrar çatarsa onda evvelki kadar derin acılar husule getirmez. Bu ifadede şu hakikat mündemiçtir. Ruhlar hadiselerle karşılaşa karşılaşa gittikçe pişmekte ve kuvvetlenmektedirler. Demek hadiseleri yenmek ne onlardan kaçmak, ne de onların tevlidettiği ruhi reaksiyonlara pasif olarak boyun eğmekle mümkün olmaz. Bilakis hadiselerle karşılaşmak, onlarla göğüs göğüse çarpışmak ve neticede ruhta doğan aksülamelleri vicdanın gösterdiği yollarda kullanmak dünya vasıtalariyle yükselmenin sırrını teşkil eder.

Vücudümüzün etleri atıl kalmakla nasıl zayıflar ve sönerse onun gibi ruhumuz da atıl ve pasif kalmakla lazımgelen kudretleri iktisabedemez. Bu, üç buutlu alemin her dünyasında cari olan bir kanundur. Kuvvetli insan, herhangi bir hadise karşısında çocuklar gibi ağlıyan veya sevinen adam değildir. Kuvvetli insan birkaç senelik dünya hayatının gelip geçici küçük hadiselerinden müteessir olmıyan ve onlar karşısında hat ve hareketini vicdaniyle çizmiş olduğu yollardan ayırmıyan adamdır.

4 – Muvaffakıyetsizlikler karşısında
teşebbüslerin kıymeti?

A..., zayıf ve cılız ruhunu kuvvetlendirmek için, daha doğrusu pişmek için hadiseden hadiseye girecek, onlar arasında yuvarlanacak ve yoğurulacaktır. Onun buna ihtiyacı vardır. Binaenaleyh bir insanın diğer bir insana nazaran acı hayat şartları içinde yaşaması bir talihsizlik eseri olamaz. Eğer burada bir talihsizlik bahis mevzuu olursa o da bu işin yüksek illetlerini görmemekte ve onu bir talihsizlik addetmektedir. Hakim insan bütün üzüntülü ve yorucu hadiselerin ihtiyaçtan doğma birer zaruret olduğunu kabul eder ve bir boksörün yediği yumruklara rağmen seve seve döğüşmesi gibi dünya hadiselerinin kendisine savurduğu hatırı sayılır yumrukları yiye yiye o hadiselere galip gelmeğe çalışır. Boksörün rakibinden kaçmakla veya pasif olarak başını onun yumrukları altına uzatıp beklemekle hiçbir galebe temin edemiyeceği gibi, hadiselerden kaçmakla veya onlar karşısında atıl kalmakla da hayat mücadelesinde zafer temin edilemez. Hayat mücadelesine ait fikirlerde maalesef ne klasik ispiritüalizma, ne de klasik materyalizma bize ortalama olan doğru yolu gösterememiş, ya sağa veya sola kaçmıştır.

O halde teşebbüslerden korkmıyacağız. Her teşebbüsün neticesinde muvaffakıyetsizlik mümkündür. Fakat bu muvaffakıyetsizlikler bizi gayelerimizden uzaklaştırmak şöyle dursun, bilakis ona yaklaştırır. Böyle olunca muvaffakıyetsizliklerden de korkmıyacağız. Yeter ki hiçbir teşebbüsümüz vicdanımızı en ufak bir mikyasta bile incitebilecek kötü maksatlara matuf olmasın. Binaenaleyh iyi niyetle girişilmiş her teşebbüs ruhumuzun kuvvetlenmesi için elzem olan bir faaliyet hamlesidir. Neticede zuhur edecek muvaffakıyetler veya ademi muvaffakıyetler tali meselelerdir. Burada asıl mesele, bu muveffakıyetli veya muvaffakıyetsiz neticelerin bizi daha yüksek ruhi durumlara isal edecek yeni teşebbüslere sevketmeğe vasıta olmasıdır.

İyi niyetle yapılmış bir teşebbüsümüz eğer muvaffakıyetsizlikle neticelenmiş ise bu muvaffakıyetsizlik bize yeni teşebbüslere girişmemiz için bir kırbaç darbesi olmalıdır. Galebe bu şekilde temin edilir. Ve kuvvetli ruhlar böyle yetişir. Fakat ehemmiyetle tekrar ediyorum: burada galebeyi ve kuvveti temin eden yegane unsur iyi niyettir. Ve iyi niyeti tayin eden ruh melekesi de vicdandır. Şu halde vicdanın sesi ile hareket eden ve bu hareketiyle muvaffakıyetsizliğe düşen her insan hakikatte muvaffak olmuştur, denilir; eğer muvaffakıyetten maksat ruhun zaferi ise. Zira daima söylediğimiz gibi ruhu zafere isal eden şey muvaffakıyetli veya muvaffakıyetsiz zuhur eden neticeler değil, o neticelere vasıl olmak için sarfedilen emeklerdir. Neticelerin tali olan rollerini ise birkaç satır yukarda söylemiştik.

5 – Reenkarnasyonizma karşısında ta ih meselesi

O halde A... nın hayattaki muvaffakıyetsizliklerinin, onu yeni teşebbüslere sevketmek ve maddi sadmeler karşısında kuvvetlerinin felce uğramamasını önlemek gibi muhassenatı vardır. Evvelki hayatta elde edilememiş kudretleri madde aleminde çeşitli yollardan telafi etmeğe ruhlar muhtaçtırlar. Evvelki hayatını müreffeh geçirmiş fakat onu iyi kullanamamış ve o hayatından mağlup çıkmış bir ruhun zayıf tarafları çoktur. Refah yolu ile temin edilemiyen bu zaferin sefalet ve mahrumiyet yolu ile temin edilebilmesi ekseriya daha kolay olur. Burada İsanın hakimane bir sözünü tekrarlamadan geçemiyeceğim: Zenginin cenneti kazanması, devenin iğne deliğinden geçmesi kadar zor bir iştir. Bu sözün manasında imkansızlık mündemiçtir, fakat bunu imkansız olarak kabul etmekten ziyade imkansızlık derecesinde zor diye tefsir etmek muvafık olur. Biz herkim tarafından vaki olursa olsun, iyi niyet ve ruh zenginliği ile gösterilen her cehdin, yapılan her fedakarlığın velev pek az mikyasta dahi olsa ruhu yükseltici ve saadete kavuşturucu neticeler doğuracağına kani bulunuyoruz. Bu netice de ruhun beslediği maksatlardaki iyiliğin ve gösterdiği cehitlerin derecesiyle mütenasiptir. Sefilane geçen bir hayatta muvaffakiyetin daha kolay elde edilmesi şu sebeptendir: fakir insanın fedakarlık yapması ve maddi faydalarından ayrılabilmesi dünya zevklerine gömülmüş bir insanınkinden daha çok kolay olur. Bundan mada, darlık içinde yaşıyanların karşılaştıkları güçlükler ve muvaffakıyetsizlikler onları daha fazla teşebbüslere ve faaliyetlere sevkeder. Fakat bu hal zenginlerin dünya hayatından muzaffer çıkamayacaklarını ifade etmez. Bilakis alınan neticelerin iyiliği, gösterilen cehitlerin fazlalığı ile münasibolduğundan eğer bir zengin adam hayattan muzaffer çıkabilecek kadar devamlı bir cehit sarfedebilmek kudretini göstermiş ise onun elde edeceği neticelerin büyüklüğü fakirinkinden şüphesiz daha çok fazla olacaktır. Parasız bir adamın eline geçen on kuruşun beşini başkasına vermesi yanında, bin lirası olan bir adamın beşyüz lirasını başkasına vermesi ruhi cevherler üzerinde daha çok bariz tahavvüller ve sarsıntılar husule getirebilir. Ve onun içindir ki birincisi kolay, ikincisi güç bir iş olur.

Fakat bazı ruhların dünyadaki tekamüllerinde refah yolunu tercih etmeleri bu yolun istikbalde temin edeceği parlak zaferler yanında tehlikeli birçok sukutları da hazırlıyabilir ve bu sukutlar zaferin parlaklığı nispetinde karanlık olur. Maalesef birçok ruhlar ya müreffeh hayatın cazibesine kapılarak veya yüksek merhalelere daha çabuk varabilmek sevdasına düşerek kendi kuvvetlerinin üstünde zengin ve tehlikeli bir dünya hayatı tecrübesini göze alırlar ve onların bu kararları kendilerini büyük yuvarlanmalara namzet kılar. Böyle yanlış veya ölçüsüz düşünceyle bir dünya hayatını intihabetmesi yüzünden tecrübelerini muvaffakıyetle bitiremiyen bir ruhun, ikinci hayatında hatasını anlıyarak tashih edeceği ve muvaffakıyetini sağlamak için uzunca olmakla beraber daha emin bir yolu, yani ıstıraplı ve üzüntülü tecrübeleri ihtiva eden bir dünya hayatını tercih edeceği tabiidir. Binaenaleyh yukarki misalde bahis mevzuu olan A..., dünyaya böyle inenlerdendir. Belki B... de A..., nın evvelki hayatında olduğu gibidir. Ve gelecek hayatta o da A..., nın yaptığı gibi hatasını anlıyacak ve onun bu hayattaki sefaletini seve seve kabul edecektir. Bu sözler birçok gözler önünde kapalı duran kesif perdenin arka tarafında geçen hikayelere aittir. Aynı hikayelerin perde dışında geçen kısımları ise misalimizin başında tavsif ettiğimiz şekilde yalan yanlış tefsirlere maruz kalan sefalet ve sefahat tabloları ile süslenmiştir.

Demek bizim takdir ettiğimiz manadaki talihlilik ve talihsizlik meselesi böylece perdenin dış tarafında doğar ve orada biter. Netekim perdenin arkasına başımızı uzatıp baktığımız zaman talihli zannettiğimiz B... in feci akibetini ve talihsiz zannettiğimiz A...., nın da mesut hayatını görünce burada vermiş olduğumuz hükümlerin ne kadar sathi olduğunu anlamakta gecikmeyiz.

Bu düşüncelerle talih mefhumunu mezara gömmüş oluyoruz. Ruhun hayatında bir talihsizlik meselesi bahis mevzuu olamaz. Esasen varlığımız başlı başına bir talih eseridir. Talihsizlik mefhumunu doğuran ıstırap duyguları, bizim maddeye olan esaretimizin bir neticesidir ki ruhumuzun kuvvetsizliğinden ve geriliğinden hızını alır. Ruh kuvvetlendikçe, maddi hadiselere hakim duruma girdikçe ıstırap duygusu zayıflamağa başlar. Ve bu hal devam ede ede bir an gelir ki artık bir daha dirilmemek üzere ıstırap mazinin karanlık sayfalarına gömülmüş bir kadavradan ibaret kalır. İşte yolumuz budur ve tekrar dünyaya gelmekteki büyük maksatlarımızın birisi de budur.