ALLAH - Dr. BEDRİ RUHSELMAN - BÖLÜM 5

http://www.dunyaana.com/images/bedri%20ruhselman%203.jpgALLAH'I ANLAMAK MÜMKÜN DEĞİLDİR

Allah’ı anlamaya imkan yoktur. Yani O’nu bizim zeka gücümüzle veya herhangi başka bir ruh melekemizle tanımlayıp değerlendirebilmemiz mümkün değildir. Burada biz, Allah’ı duymak ve tanımak deyimlerini kullanırken O’nu, bir insanı veya herhangi bir varlığı tanıdığımız veya duyduğumuz gibi, az çok maddi bir idrakle karışık olarak tanımak veya duymak fiilini kasdetmiyoruz. Hiçbir mahluk için böyle bir gücü göstermenin söz konusu olamayacağını birçok defa tekrarlamış bulunmaktayız. Buradaki duygu, hiçbir tarife sığmaz. Ve bu öyle bir sübjektif ruh işlemidir ki, onun dış alemdeki objelerle ve olaylarla araştırılması ve gerçekleştirilmesi mümkün değildir.

Allah’ı insana duyurmak için önceden düzenlenmiş bir formül de yoktur. Aksine bu formüller, bu formaliteler çok defa insanı Allah’a yaklaştırmaya yaramaktan çok O’ndan uzaklaştırırlar.

Allah yolunda sıkı bir disiplin altında çalışan örgütlere de lüzum yoktur. Burada insanların birbirlerine yapabilecekleri en büyük yardım; duyanların ve bilenlerin diğerlerine yol göstermesi, suyun aktığı yola ulaşmış olanların susayanlara hiç olmazsa bir damlacık su verebilmesi, içlerindeki ışığı duymuş olanların, gözleri henüz açılmış kimselere bu ışıktan biraz verebilmesi şeklinde mümkün olur. Yoksa ne emir, ne kumanda, ne zorbalık tesiri altında, ne de çeşitli süslü törenlerin çekiciliğiyle ilahi yola katılmak mümkün değildir. Buradaki bütün amaç, vicdanın emri gereklerinden olan Allah’a iman ve O’nu öz varlığına dönerek duymak, bütün fiil ve hareketlerini, O’nun muradından duyabildiği kadarına göre ayarlayabilmektir. Bunu hangi din, hangi yol, hangi düşünce ve duygu tarzı gerçekleştirmeye yararlı oluyorsa o makbuldür ve lüzumludur. Ve aksi halde bu amaçtan en küçük bir açı ile sapmış bir hareket, her kurum, her telkin, her otorite, ne kadar büyük isimlerle ve iddialarla ortaya çıkmış olursa olsun boştur, faydasızdır ve hatta zamanla büyük bir beşer topluluğunun yüreğinde geniş yaralar açabilecek kadar zararlı da olabilir. Beşeriyet bugün de olduğu gibi, böyle zararlarla tarih boyunca sık sık karşı karşıya kalmış ve onun acılarını asırlarca çekmiştir.

Bir celsede Mevlana Celaleddin-i Rumi kimliği ile gelerek, çok kıymetli tebliğler veren bir ruh dostumuza bu konuda sorulmuş olan bir soruya onun verdiği cevap, yukarıdaki düşüncelerimizi desteklemektedir,

Mevlana Celaleddin-i Rumi:  (7.4.1948)

Soru- “İlahi aşka ulaşmak için bir tarikata katılmak şart mıdır?”

Mevlana- “Biz tarikatı dinden başka tutarız. O din bize en büyük hakikati nasıl olsa ifşa etmiştir.

O hakikat de Allah’ın varlığıdır. Allah’ın varlığından daha büyük hakikat olamaz. Bunu vicdanımızdan soruyoruz. O vicdan ki ilahi dalgaların yansıma yeridir. Ve onun için ‘Hak bende’ demişlerdir.

Gerçekten, Hak sonsuz bir Mutlakiyettir. (Kayıtsız, şartsız ve sonsuz bir hükümdarlıktır.) O’nun anlaşılması asla nasip olmayacaktır. Fakat gene her şeyde O vardır.”

Burada Mevlana, “Her şeyde gene O vardır.” derken, maddi bir düşünce ile Allah’ı şahıslaştırıp, Allah veya O’nun zerreleri her şeyin içine girmiştir demek istemiyor. Yanlış anlaşılması muhtemel olan bu ifade üzerinde durmak lüzumunu bunun için duydum. Burada, Allah her şeyde vardır, derken kastedilen mana şudur: Allah’ın kudretinin ermediği, girmediği, hükmetmediği hiçbir şey yoktur. Ve kainat O’nun ilahi muradının ve hükümranlığının dışında kalamaz. Bu manaya göre her şeyde O’nun kudretinin eserlerini görmek, her varlıkta onun muradının hükümranlığını duymak, ruhların tekamülleriyle mümkün olan bir hakikattir. İşte her şeyde bulunan O’nun varlığının manası budur. Yoksa Allah, haşa, parça parça olmuş da kainatın bütün en küçük parçalarına girmiş veya o parçaları kendi vücuduyla meydana getirmiş, gibi bir mana düşünülmemelidir.

Böyle bir düşünce, ancak üç buutlu realite içinde bulunan geri dünyamız gibi yoğun dünyalardaki ilkel ve maddi bir idrakin ürünü olabilir. Şimdi gene ruh dostumuzun sözlerine devam ediyoruz:

“Biz dini taassup ve sair şekillerle bozulmuş ruhi uyumun yollarımızı kapamaktan vazgeçmiş olması için, kendi benliğimizden taşmayı tarikat bildik.
Nerede olsa Allah’layız, fakat hiçbir yerde dünya ile değiliz. Bu yollardan hiçbirisi, Rabb’in varlığını ispattan öteye yaramaz.”

Herkesin ilk hamlede kolayca anlayamayacağı kadar geniş kapsamlı olan bu sözlerle açılabilecek binlerce kapı bulunur. Fakat bunların ancak pek azı insanı, o sözlerin hedefi olan hakikatin ışığına ulaştıracak bir yolun giriş sözleri olabilir. Diğerleri ise, aksine bu sözlerde saklı manaları, karanlık bulutları içinde karartmaya hazırlanmış, dipleri bilinmeyen uçurumların birer başlangıcı olur. İşte ruh dostumuzun yukarıdaki kıymetli sözlerinin de böyle yanlış fikirlere yol açmamasını sağlamak arzusuyla, özellikle onun son cümlesi üzerinde gene durmak mecburiyetini hissetmiş bulunuyorum.

Böyle kıymetli varlıklardan şimdiye kadar aldığımız tebliğler üzerinde yapmış olduğumuz uzun incelemelerin bize kazandırmış olduğu tecrübeye dayanarak, bu ifadelerin kasdettiği mananın şu anlamda olduğunu arz etmek isteriz:

Bu yolların tek amacı ve yapabileceği tek şey, ancak Allah’ın varlığı hakkında ruhların duygu yeteneklerini hazırlamaktır. Yoksa Tanrı’nın herhangi bir maddeyi kanıtlar gibi kanıtlanmasının mümkün olmayacağı hakikati şöyle dursun, O’nun varlığını, herhangi bir şeyi ve kavramı anlar gibi maddi manada anlayabilmek de söz konusu olamaz.

Maddi ispat deyince, genel anlayışa göre, insanın aklına, geçerli birtakım duyarlı ölçüler ve değerlerle karşılaştırılarak bir şeyin var olduğunu saptamak ve değerlendirmek gelir. Halbuki yukarıdan beri arz ettiğimiz gibi, bir ilahi kavramın, duyularla ilgili yollardan, yani objektif faaliyetlerle incelenmesine imkan olmadığı zaten belirtilmişti. Ve burada Mevlana’nın sözleri de Tanrı’nın objektif değil, sübjektif ruh faaliyetiyle ispatını ifade etmektedir. İş böyle olunca “ispat” deyiminin olağan maddi manada gösterdiği kavramın burada yeri kalmaz.

Şu halde burada geçen ispat kelimesin hakiki manasına göre, bu sözde, ruhun, dışarıdan örnekler alarak değil, varlığın gene kendisi tarafından inandırılması, yani öz varlığında geçecek bir faaliyetten sonra Allah hakkındaki imanın kurulması söz konusudur ki, yukarıdan beri arz etmekte olduğumuz sübjektif ruh faaliyeti yolu ile Allah’a yaklaşmak, O’nu duymak fikrinin bu da başka bir ifadesidir. Bu açıklamadan sonra tebliğe tekrar devam edebiliriz:

“Halbuki ilahi gaşy (bayılıp kendinden geçme) insana, öğüt, tören ve benzerleri ile gelemez.”

Burada Mevlana, soru soran arkadaşın sorusuna doğrudan doğruya değinerek, insanın Allah’a yaklaşmasının herhangi bir tarikata girmekle mümkün olabileceği fikrine muhtemel bir sapmayı düzeltmek istiyor. Ve şöyle devam ediyor:

“İlahi gaşy bir sestir ki, kulaktan vicdanlarda çınlar. O, bir nefestir ki, bütün bölümlerinizin canlılığını sürdürür. O, bir rüyadır ki, hakikatlerimizin en yücesidir ve o rüya güneş altında daha açık görünür. O, bir biintihardır (ölümsüzlük) ki, bütün ruhlar ve ruhtan daha üstün sonsuz varlıklar tarafından sonsuz ulu saygı ve ağırlamalarla anılır. Yaradan, bu itibarla size en doğru yolu nasip etsin. Allah, O, bizim erişemeyeceğimiz ebedi bir arzudur.”

Yukarıdaki güzel ve derin sözler insanın, hiçbir dış tesir altında kalmadan, hiçbir otoritenin emir ve kumandasına kendisini bağlı ve esir sanmadan, vicdanının bütün hürriyetiyle kabul ettiği gibi Allah’ı duyması ve O’na iman etmesi lazım geldiğini ve bunun için de gerekli olan güçleri gene kendi öz varlığında arayıp bulmak çalışma ve sabrını göstermesi gerektiğini açıkça anlatmaktadır ki, dünyamızda böyle bir hakikat ancak bu kadar açık bir dille anlatılabilir. Ne mutlu bunu anlayana.

İç duygularını göz önüne almadan Allah hakkındaki anlayışta objektif değerlere dayanarak, yalnız zeka yoluyla beklenen ve arzu edilen sonuca varmak mümkün olmaz. Yani yalnız düşünce ürünü olarak Allah hakkında bulunmuş ve söylenmiş fikirlerin hiçbirisi O’na layık bir kıymet arz etmez. Bunların hepsi ancak; bizim eşya, olaylar ve alemler hakkındaki bilgi ve sezgilerimizin dar sınırları arasında sarılı kalmış bir anlayışın ifadesi olabilir. Halbuki O, bütün bu olayları, eşyayı ve alemleri yaratan, var edendir. Var edilmiş eşya, olaylar ve alemler hakkında bile bilgisi sıfır olan bir insanın, bu topal yürüyüşü ile, o görülen eserlerin daha milyarlarcasını var eden bir kudreti, bir obje gibi, dünyalarda bulunan bir madde gibi tanıyıp tarif edebileceğini farz etmek (düşünmek) bile abes bir iş olur.

Mustafa Molla’nın aşağıdaki sözleri bir düşüncemizde bizi güçlendirmektedir.

Mustafa Molla:  (20.3.1950)

“Bütün feyizleriniz (bolluk, bağış, ilerleme, olgunlaşma, mutluluk ve tanrısal iç ergenlik), varoluşunuzdan başlayarak sonsuza kadar bir tesir edenin eseridir. Sair amiller bu irade içerisindeki ikinci derecede esaslar, temellerdir. Ve size esas (olarak) görünenler, bir öncekinin ikinci derecede görünüşlerinden başka bir şey değildir.

Allah ezeli ve ebedidir denildikçe bunların, ancak kendi ölçülerinize yaklaştırılmış, çaresiz kalındığı için mecburen söylenmiş sözler olduğunu anlamalısınız. Yoksa ilahiliğin, hiçbir sıfat ve ölçü ile ve kendi şuur ve nefsani kudretinizin birleşmesiyle de beşeri bir manaya dönüşecek bir yaratıcılık şekli söz konusu olamaz.

Alemlerin yaratılış ve gidişlerine ait ne bilirseniz, Tanrı’ya giden yol hakkında da ancak o derecede ilerleme (kazanç) sahibi olursunuz. Şu halde bir insan için en verimli çığır (başlangıç yolu), işte bu derin sükunete dalmış sonsuzluk ve mesafeler sezişine kalben dönebilmektir.”

Muhterem dostumuz, Allah’a yaklaşmak ve O’nu duymak idealinde objektif dediğimiz araştırma yolundan sübjektif yola geçmenin ne kadar lüzumlu olduğunu özellikle son cümlesiyle açıkça belirtmiş bulunmaktadır.

Tebliğe devam ediyoruz:

“İnsan külli (bütüne ait) kudrete sahiptir, bölümü de bundandır.

İnsan ebedidir, süreksizlik de bundandır.

İnsan şuurludur, içe dalgınlık da bundandır.

Yalnız, insanda bir şey yoktur: İlahilikle meşgul olma gücü…”

Bizim önce söylediğimiz ve yukarıda Mustafa Molla’nın dediği gibi, gerçekten kudretin küllisi de, cüzisi de insandadır. Mutlak’ta bu manada bir kudret düşünülemez. Yani O’nun kudretinin, bizim anladığımız ya da anlayamadığımız kudret şekillerinden hiçbirisiyle ilişkisi söz konusu olamaz. Ve o kadar olamaz ki, bu söz konusu olamayış, Mutlak hakkındaki her şeyde olduğu gibi, bizim sonsuz anlayışsızlığımızın, tanımlama ve nitelendirmedeki imkansızlığımızın tam bir ifadesi yerine geçer. Nitekim bu işi esasından ele alan M. Molla, yukarıdaki sözlerinin son cümlesinde, “İnsanda her şey vardır, yalnız bir şey yoktur, o da, ilahilikle meşgul olma gücü.” diyerek, meseleyi kökünden halledivermiş oluyor ki, biz de bu söze bütün varlığımızla inanmış bulunuyoruz. Şimdi ruh dostumuzun tebliğine devam ediyoruz:

“Bu takdirde siz, en büyük isteğinizle de cüret etseniz (atakça davranıp girişseniz), en küçük bir bilgi ve anlayışa erişemezsiniz. Yalnız:
Allah büyüktür deyiniz; büyüklük, sınırlardan öte bir idrakse.

Allah vardır, deyiniz; bu var olma, bütün alemlerin varoluşundan, varlığından üstün bir kavram ise.

Allah ezeli ve ebedidir, deyiniz; eğer zamansızlık içinde söylenmiş ise.

Allah kadirdir, deyiniz; kudretinizin ve bütün iktidarların acizliğinin karşılığı olmayacak bir anlayışa erişen özelliği içinde düşünebilmişseniz…

Rabbaniyet size büyük bir dinlenme vermiştir: Gökler.

Size yüksek bir dolaşma vermiştir: Bütün mesafeler.

Size düşünmek, duymak ve tahayyül etmek özelikleri vermiştir: Varlığın sırlarındaki ilahi maksadı bildiğiniz ölçüde…

Hiçbir duruş, hiçbir tuzak, hiçbir bahane ile bağlı değilsiniz: Hürriyetlerin en güzeli, en sonsuzu, en şartsızı O’ndandır.

Zevklerin en derini, en tükenmezi O’ndan, şuurun en yorulmaz ve uyumaz olanı gene O’ndan.

O dilediği için bir parıltıyı bir anda tasavvur yaptı. O bildiği için siz de öğrendiniz. O verdiği için siz de istediniz. O andığı için siz de konuştunuz.

İnsan! Sonsuz sevinç ve satvet (Birinin üzerine kuvvet ve şiddetle sıçrama) dolu insan! Ne mutlu, ne ulu, ne sonsuz şanın var!..”

BEDRİ RUHSELMAN