MUKADDERAT VE İCABAT - Dr. BEDRİ RUHSELMAN - BÖLÜM 2

http://www.dunyaana.com/images/bedri%20ruhselman%203.jpg GİRİŞ     

Bu kitapta olduğu gibi, diğer neşriyatımızla da bazı hakikatler üzerinde dururken, şimdiye kadar keşfedilmemiş, söylenmemiş ve hatta üzerinde uzun uzadıya durulmamış bir kısım hakikatlerin ilk defa tarafımızdan ortaya atılmakta olduğunu iddia etmiyoruz. Bizim yaptığımız iş, sevgili ruh dostlarımızdan aldığımız ilhamlara, yüksek alemlerden modern medyanimik  vasıtalarla verilen öğretici tebliğlere dayanarak, esasen şimdiye kadar müteaddit zamanlarda, müteaddit defalar söylenmiş fakat çok defa anlaşılamamış, eksik kalmış veya benimsenmemiş, veyahut unutulmuş hakaiki, yeni duyuş ve görüş zaviyesinden ve bu günkü artmış ruh ihtiyaçlarına gore yeniden gözden geçirmek istiyen yükselmeğe teşne, iyi niyetli dostlarımıza hatırlatmak ve bu husustaki tebliğatı arzetmekten ibarettir.

Şurası inkar edilemez ki hakikatler yeryüzünde, bir çok defa muhtelif yollardan ve vasıtalardan istifade edilerek muhtelif kıymetli varlıklar tarafından söylenmiştir. Gene şurası da inkar edilemez ki bu büyük hakikatlerden bahseden değerli kişiler, bu işi kendilerine bir şeref basamağı yapmak veyahut çok kısa bir geçitten ibaret olan şu köhne dünyanın yalancı maddi huzuzatını elde etmek için küçük ve adi maksatlar peşinde koşmak gibi basit endişelere kapılarak koyulmuş değillerdi. Zira esasen onların talimatı bu gibi sapıklıklara asla cevaz vermiyecek şekillerde ve yollarda insanlara öğretilmiştir.

Şu halde, hakikatin yeryüzünde bir güneş gibi parlaması ve en karanlık yerleri bile kudretli nurlarile aydınlatıp ısıtması için hakikat yolunda kullanılması zaruri olan maddi vasıtaların birer istismar vesilesi ittihaz edilmemesi veya asıl vasıtalık rolleri unutulup onların gaye ittihaz edilerek tapınılacak birer put haline sokulmaması şarttır.

Şunu da unutmamak lazımdır ki hakikatler hazırlanmış bir şerbet gibi insanların ağzına dökülemez. O öyle berrak ve hayat verici bir sudur ki onun kaynağına giden yollar ve vasıtalar, insanlara ancak gösterilebilir. Her insan ancak kendi kudreti nisbetinde bu yolları ve vasıtaları kullanarak o büyük ve nurlu hakikatlerin kaynağına az veya çok süratle yaklaşabilir. Ve ona yaklaştıkça da eline geçireceği abı hayatın berraklığı, temizliği ve safiyeti artar. Demek ki, dünyadan gelip geçmiş büyük mürşitlerin ve ilahi vazifedarların yapmış oldukları şey, hakikati bir su testisi gibi kulpundan tutarak herkesin önüne koymak değil, o hakikate insanları ulaştıracak yolları ve vasıtaları onlara göstermek ve öğretmek olmuştur ki esasen yapılacak iş de budur.

Şu halde, her düşünen, duyan ve görebilen insan gibi bizim de kendimize zevkli bir vazife edinerek yürüdüğümüz yol, bizden evvel yürünmüş olan yolun bugünkü imkanlara ve yürüyüş tarzlarına göre ayarlanmış istikametinin bir temadisidir. Ve bu yol bizden sonra milyarlarca sene daha birçok vazifeli varlıkların zamana gore çizecekleri yeni istikametlerle sonsuz ve nihayetsiz bir tükenmezlik içinde uzanıp gidecektir.

Hakikatlere ancak vasıtalarla ulaşılabilir. Fakat liyakatli insanların ellerinde çok hayırlı ve alemşümul tekamüle yararlı işlerin tahakkukuna imkan hazılıyan bu vasıtalar, henüz hazırlıksız ve ihtiyatsız kimselerin sapmalarına sebep olucu birer engel halini alırlar. Bunun da başlıca sebebi şudur: Tecrübesizlikleri yüzünden bu gibi varlıklar, yürümekte oldukları yolların bazı gelip geçici cazibelerinin tesirine kapılırlar. Ve bu tesir de onların hakiki gayeye doğru uzanan bu yolların birer vasıta, birer yol olduklarını unutmalarına sebep olur. Asıl gayeler tamamile unutulur. Vasıtalar birer gaye ittihaz edilir. Ve bunun neticesinde de tekamül için elzem ve zaruri olan ileriye doğru hamle almak istek ve arzusu söner. Ve insan olduğu yerde kalmağı ve bir adım bile ileri gitmemeği adeta bir zaruret veya ilahi bir mecburiyet telakki edecek kadar tekamül hamlelerini yavaşlatır. Buna biz nisbi bir duraklama diyoruz. Zira hakikatte ilahi tekamül yolundan hiç bir kimse geri kalamıyacağı için böyleleleride ister istemez yürümektedirler. Yalnız bu yürüyüş istekle, ileriye doğru atılmak aşkile ve ateşile katedilecek mesafelerin büyüklüğü yanında pek yavaş ve iptidai kalır. İşte bir şimşek süratile kaplumbağa yürüyüşü arasındaki mesafe katediş farkını bile gölgede bırakan bu sürat farkından dolayı biz bu ikinci tarzdaki yavaş yürüyüşe duraklama diyoruz. Bu duraklamanın ilk zamanlarında sadece mukaddes birer sembol halini almağa başlıyan bu tekamül vasıtaları, zaman geçtikçe hakiki birer but, birer mabut olarak insanların ruhlarında saltanat sürmeğe başlar. Ve o insanları bunlardan kurtarabilmek de hayli güç ve zamana mütevakkıf bir iş olur. Zira o insan, yürünüp geçilmesi ve büyük hakikat yollarında, yani Allah yolunda süratli bir tekamül sağlıyabilmesi için verilmiş veya gösterilmiş olan o yolların bu kıymet ve ehemmiyetlerini unutmuş, onları kendisine efendi ve kendisini  de onlara köle yapmıştır.Bu andan itibaren o zavallı insan artık kendi vicdanının, kendi özvarlığının efendisi değil, boynunda takılı duran ve kendisini biran bile serbest bırakmıyan o koca ve ağır zincirin esiridir. Artık bu hale girmiş olan bir varlık kendisinde ne serbestçe düşünmek, ne serbestçe ve vicdan hürriyeti ile duymak ve ne de serbestçe bir iman sahibi olmak hakkını görmez ve kabul edemez. Biçare varlık!.. Ve onun bütün hayatı, bütün ömrünün en kıymetli ve verimli zamanları hep <<dedi ki ve dediler ki>> kayıtlarının kendisi için asla anlaşılır ve vazıh olmıyan bir sürü ağır ve ezici baskısı altında zebun olarak geçer. Zira, o dedi ki ‘lerin arasında ancak hakikat yollarının bulunabileceğini çoktan unutmuş ve onları bizzat hakikatten ibaret sanmak gafleti içinde yuvarlanıp gitmiştir. Ve berrak, temiz ve saf hayat suyunun ilahi kaynaklarını kaybetmiş, o kaynaklara giden yollarda ancak birer iz, birer işaret olan sızıntıları abı hayat sanmıştır. Fakat vaktile bu yolları gösterenler, böyle olmasını istemiyorlardı.

Mesela, bir kuru ağacın zaman zaman yeşererek çiçeklenmesi, meyve vermesi, tekrar ölüm haline girmesi ve tekrar canlanması hadisesi karşısında derin ve ilahi bir hayranlık hissi duymaktan mütevellit bir ruh taşkınlığı içinde kendisini ilahi haşmet ve kudrete, hiç olmazsa bir an için, teslim etmeğe vasıta kıldığı o ağacın karşısına sık sık geçip ilahi bir vecit haline düşen bir babanın oğlu da babasını taklit etmeğe kalkışabilir. Fakat eğer o, babasının taşıdığı ruh kudretinden mahrum bulunuyorsa ve eğer babasının bu hareketinin hakiki manasını kavramadan ve duymadan sırf bir ibadet vazifesini ifa etmek mecburiyeti altında kendisini hissederek bu işi yapıyorsa o ağacın hergün karşısına geçip Allaha ibadet ediyorum diye ona bağlanmakla günün birinde ona pekala Allah diye tapmağa başlıyabilir. Ve kutsi bir kıymet izafe ettiği o kuru ağaca kimsenin dil uzatmasına tahammül edemez olur. Ve bundan da işte hakiki putperestlik doğar. Böylece babadan oğula intikal eden putperestlik günün birinde koca bir kavmin kökleşmiş, söz götürmez dalaletini meydana getirir. İşte bu hal, insanları ancak hakikatlere ulaştırmağa yarıyan vasıtaların, vasıtalıktan çıkıp gaye ittihaz edilerek, yolları nasıl karışık istikametlere çevirdiğini gösteren basit bir misaldir. Bunun daha çok karışık ve muğlak çeşitleri de vardır.

Fakat zaman ve hale göre husule gelen insanlar arasındaki derin anlayış ve duyuş farklarını düşününce bunun böyle olmasını da tabii ve zaruri  görmek icap eder. Esasen bu böyle olmasa idi ne dünyada hakikatlerin tekrar tekrar söylenmesine lüzum ve ihtiyaç kalırdı, ne de bu hakikatleri böyle tekrarlıyabilmek için bir çok diğer insan kendisini feda ederek çalışır, didinir ve yorulurdu. Ve insanlar karartmadan, bulandırmadan büyük hakikatleri bütün tarih boyunca saklıyabilmek ve anlıyabilmek kaabiliyetinde bulunsalardı bunlar dünyada her an bütün safiyetleri ile hüküm sürerlerdi. Demek ki dünya nizam ve kanunları ve tekamül zaruretleri, bu hakikatlerin insanlar arasında sık sık ele alınmasını ve onlara giden yolların, onlar için kullanılan vasıtaların daima yeni şartlara ve ihtiyaçlara gore tekrar gözden geçirilmesini lüzumlu kılacak icaplar arzetmektedir.

Dünya mütemadiyen değişiyor. Ve dünyaya mütemadiyen yeni ruhlar, gerilerden hicret edip gelmektedirler. Tecrübeleri henüz noksan bulunan bu varlıklar, dünyadan gelip geçe geçe kafi derecede nasiplerini almış olgun varlıklardan elbette daha çok az kaabiliyetli, daha çok az anlayışlı olacaklardır. Bu mektebin birinci sınıfındaki talebesile sonuncu sıradaki talebesi hiçbir vakit ayni kudrette olamaz. Eğer böyle olsaydı esasen o mektebe de lüzum kalmazdı. Ve eğer dünyada da her varlık ayni kudret ve derecede bulunmuş olsaydı ruhların dünyaya inmelerine de lüzum kalmazdı. Zira dünya da muhtelif seviyedeki varlıkların yetişmeleri için kurulmuş ilahi bir terbiye ve edep mektebidir. Ve buraya ancak olgunlaşmak, yükseltmek ve tekamül etmek için gelinir. Bu mektebin her sınıfı, orada ruhların geçireceği bir hayat safhasına tekabül eder. Çalışkan talebeler her sene bir sınıf ve bazan da bir senede iki sınıf atlayarak bu mektebi çabucak bitiriverecekleri gibi, tenbel ve uyuşuk olanlar da ancak bir kaç senede bir sınıf atlamak suretile uzun zaman bu mektebin binbir türlü kahrını çekmek zoruna katlanarak bu ilahi mektebi mihnetler, meşakkatler ve güçlükler içinde bitirebilirler.

O halde dünyada yaşıyan muhtelif tekamül seviyesindeki insanların anlayış ve duyuş kaabiliyetlerine göre ayarlanarak açılmış birer hakikat yolu kapısı vardır. Binaenaleyh her kapıdan, her insan geçemez. İşte bu hali bir tabiat kanunu icabı olarak kabul etmek lazımgelir. Dünyanın her devrinde, her sahadaki mürşitlerden, ilim adamlarından, yol göstericilerden mahrum kalmaması zarureti de bu icabın doğurmuş olduğu neticelerden birisidir diyebiliriz.

Bunun içindir ki dünyada, herhangi bir tekamül devresinde ve safhasında yaşıyan bir insan, kendisinden mesela, beş bin sene evvelki insanlara hakikat diye söylenmiş sözlerin hepsine noktası noktasına uyamaz. Zira o zamandan bu zamana kadar araya karışan nesiller tarafından o sözlerin mühim bir kısmı unutulmuş, diğer bir kısmı, değiştirilmiş, başka bir kısmı çeşitli tefsirler içinde anlaşılmaz ve karma karışık bir hale sokulmuş ve bir kısmı da esasen başlangıcında yalnız o zamanın bilgi ve anlayış seviyesi göz önünde tutularak ona göre basit ve bu günkü insanların kolay kolay kabul edemiyecekleri birtakım iptidai mefhumlara sokularak söylenmiştir. O halde yeni ihtiyaçlar doğmuştur. Ve bu yeni ihtiyaçlara cevap vermek lazımdır. Hakikatler hiç bir vakit değişmez, ancak bu hakikatlerin yeni ihtiyaçlara göre açılması lazımgelen yollarının kapıları açılır. Bunu da bize ve bütün dünyaya, bu gün yüksek ve ilahi mıntakalardan verdikleri tebliğatla büyük ruh dostlarımız yapmaktadırlar. Dünya bu tebliğler, ilhamlar ve irşatlar sayesinde tedricen, fakat büyük bir emniyetle selamet yolunda yükselmekte ve ilerlemektedir.

İşte dünyamızın bu günkü mübrem ihtiyaçlarına göre ayarlı ve tertipli bir şekilde bahşedilen bu ilahi hakikat nurları bu günkü insanlar için bir lütuf, bir mazhariyettir. Onun içindir ki biz bu tebliğata ait neşriyatı temadi ettirmeğe çalışıyor ve bu uğurda bütün imkanlarımızı kullanıyoruz.

Demek ki hakikatler aranırken yollar bulunur. Fakat aranılması icap eden şey yollar değil, hakikattir. Yol ve o yolda kullanılan vasıtalar hakikatin kendisi degildir. İnsan bir diyardan başka bir diyara gideceği zaman, kendisini oraya emniyetle götüreceğini bildiği herhangi bir nakil vasıtasını kullanmak ister. Mesela bir arabaya biner. Bu araba ile bir hayli yol katettikten sonra, onun tekerleklerinin eskimesinden veya atlarının yorulmasından mütevellit bir duraklama tehlikesi ile karşılaşınca gene o insanın, ne pahasına olursa olsun, diye o bozuk arabaya sımsıkı sarılarak olduğu yerde çakılıp kalması doğru olmaz. Eğer o, hedefine, yani yani ulaşmak istediği diyara varmak gayesini unutmamış ve o gayeden hiç bir vakit ayrılmamış ise artık bu işe yaramıyan arabayı terkeder, bir otomobil bulursa ona atlar, tren bulursa onu tercih eder hele tayyareye rasgelirse onu hiç kaçırmaz. Eğer korkak ve çaresiz değilse!... Fakat hiçbir vasıta bulamasa bile yolundan kalmamak için yavaş yavaş da olsa, hedefine muhakkak ulaşması lazımgeldiğini düşünerek topal ayağı ile yürüye yürüye yoluna devam eder. Bu gaye uğrunda o, önüne çıkan bütün engelleri çiğner, maniaları devirir, ve bilhassa o maniaların en kötüsü olan  o işe yaramaz arabasına ne olursa olsun, diye dört elle sarılmak gafletine kapılmaz. Ve esasen buna da imkan bulamaz.

Her insana, hedefine varmak için bindiği arabasının artık işe yaramadığını ihtar eden birtakım ikazlar ve ihtarlar yapılır. Ve bu ikazlar ve ihtarlar da o insanın bizzat kendi vicdanından kopup gelir. Mesela o bu yolda yaptığı işlerden sonra bir ruh huzuru ve sevinci duyacağı yerde bilakis bir korku, sıkıntı, eksiklik hissi, üzüntü ve hatta bazan da vicdan azabı duymağa başlar. Bundan da bilmelidir ki kendisini hedefine ulaştıracağını beklediği arabasının tekerlekleri esnemeğe, beygirlerinin ayakları kösteklenmeğe başlamıştır. Ve nerede ise duracak ve yarı yolda kalacaktır. O zaman o insan, ya mümkünse arabasını süratle tamir edip onu tekrar yürür bir hale koymak veyahut onun gösterişli cazibesinden kendisini bir an evvel kurtararak yoluna ilerlemeğe devam etmesine imkan veren daha münasip başka bir nakil vasıtasına aktarma yapmak mecburiyetinde olduğunu hissetmelidir. Eğer ilerde büyük bir hüsran içine düşmek istemiyorsa!.. Fakat bu da bir cehtin, bir çalışmanın ve bir ilahi gayretin mahsulüdür. Ve ilahi irade kanunları böyle bir cehitli iradeli çalışmağı insanlara zaruri kılmakla onların yükselebilmelerine ve bulundukları merhalelerden öteye hamle edebilmelerine imkanlar ve fırsatlar bahşetmiştir.       

BEDRİ RUHSELMAN