MUKADDERAT VE İCABAT - Dr. BEDRİ RUHSELMAN - BÖLÜM 25

http://www.dunyaana.com/images/bedri%20ruhselman%202.jpg- PRENSİPLER & MİSALLER -

1- Bu ihzarı mahkeme de, her mahkemede olduğu gibi, bir hakim, bir davacı, bir sorumlu, bir de dava mevzuu vardır.

2 – Keza, her mahkemede olduğu gibi burada da haklı taraf, bir de haksız taraf vardır. Daha doğrusu hükümlendirilmesi icap eden bir hak, bir de suç vardır.

3 – İhrazi mahkeme salonunda hak daima vicdan, suç daima nefsaniyettir.

4 – Gene ihrazi mahkemede hakim bilakaydüşart hakkı müdafaa etmekle mükelleftir.

5 – Bu mahkemede hakim, şuur ve idraktir. Davacı ya bizzat insanın kendisi olur veya başka birisi olur. Sorumlu da gene ya insanın bizzat  kendisi veya başkaları olur.

6 – Davacı bir veya birden fazla olur. Sorumlu bir veya birden fazla olur.

7 – Davacı kim ve kaç kişi olursa olsun, sorumlu kim ve kaç kişi olursa olsun hakim; hakkın veya suçun, yani vicdanın veya nefsaniyetin hangi tarafta olduğunu kılı kırk yararak incelemek ve daima hakkın lehine gözünü kırpmadan hüküm vermek mecburiyetindedir. İşte bunu yapabildiğine kani bulunuyorsa o, ayni zamanda mürakabei nefse lüzum bırakmıyacak şekilde vicdani vazifesini de hakkile ifa ediyor demektir.

8 – Şu halde, her şeyden evvel hakimin vazifesi, hakkı suçtan ayırmak, yani suçu kati delillerile ve tereddütsüz olarak tesbit etmektir.

9 – Hakimin bu vazifesini görebilmesi için şu üç halin mevcut olması şarttır:

A- Sahih olduğuna kanaat getirilmiş bir müşahede,

B – Kati bir kanaate varıncıya kadar tam manasile bitarafane ve samimiyetle yürütülmüş bir muhakeme,

C – Hiç bir tereddüt ve eksiklik düşüncesi taşımıyan kati ve azami derecede diğerkamlıkla verilmiş bir karar. ( 1 )

10 – Hakim vazifesini emniyetle görebilmesi için davayi daima mürekkepten basite irca edecektir. Burada davayi mürekkepten basite irca etmek demek şudur: Bazan mahkemede bir tek davacı ve bir tek sorumlu bulunur. Bu, davanın en basit şeklidir. Bazan da müteselsilen birbirinden davacı ve birbirine karşı sorumlu durum arzeden bir çok şahıs davaya karışmış bulunur. İşte böyle müteselsilen birbirine karşı davacı veya sorumlu şahısların adedi arttıkça dava daha mudil, karışık ve mürekkep bir hal alır. Böyle hallerde hakim bu müselsel durumu ortadan kaldıracak ve davayi daima iki kişiya inhisar ettirecektir. ( Not: Bazan ayni, müşterek bir mevzu üzerinde ikiye ayrılmış bir çok şahıs karşı karşıya gelebilir. Bunlar esasen müselsel değil, gene iki kişi demektir ve mürekkep hal arzetmez.) ( 1 ) Bu fıkra mürakabei nefis mahkemesinin muvaffakiyet veya ademi muvaffakiyet amilini hazırlar.

11 – Hakim mahkemeyi açınca, yukarda A, B, C bentlerinde zikredilen vacibeleri yerine getirmek için kaide olarak daima kendisini sıra ile evvela davacının yerine koyacak, yani onun ruhi ve içtimai zaruret ve ihtiyaçlarını tamamile ve aynen duymağa çalışacak ve bu durumda iken gene yukardaki üç vacibeyi aynen kendi hal ve durumu üzerine tatbik ederek davacının durumu hakkında lehte ve aleyhindeki kararını yukarda arzedilen şartlar dahilinde verecek. Bunu yaptıktan sonra, gene ayni tarzda kendisini sorumlunun yerine koyacak ve gene yukardaki gibi, davanın üç vacibesini sorumlunun zaruretleri ve ihtiyaçları içinde olduğu halde fakat daima kendi diğerkamca hislerini esas tutarak tatbik edecektir. Buna müteakip eğer sorumlunun durumunda iken verilen karar orada kalıyor ve tekrar davacıya talluk etmiyorsa, yani bu karar davacıyı sorumlu ve sorumluyu da davacı mevkiine sokmuyorsa mahkeme burada biter ve hakimin sorumlu halini iktisap etmiş bulunurken verdiği karar tamamile haklı bir karar olur, yani mürakabei nefis mahkemesinde vicdanın sesine uyularak verilmiş bir karar olur. Bunun aksine verilmiş olan karar ise vicdani değildir, ve onda az çok belki de kendisini nazarlardan tamamile gizlemiş bulunan nefsani bir karardır. İşte biz bu basit şekilde, yani ancak davacının sorumluyu suçlu çıkarmasile biten mürakabei nefis ameliyesine ( basit yer değiştirme usulü ) diyoruz. Fakat olabilir ki bu iş bu kadarla kalmaz. Ve hakim sorumlu durumunda iken vermiş olduğu kararla bu defa sorumluyu davacı ve davacıyı da sorumlu bir mevkie koymuş olabilir. İşte o zaman iş basitlikten çıkar ve mürekkep bir hal almış olur ki bundan sonraki bentte mütalaa edeceğiz.

12 – Yukarda söylediğimiz gibi, bazan davacılar ve sorumlular birbirini takiben tevali edebilirler veya davacılar gene birbirini takiben sorumlu ve sorumlular da davacı mevkilerine geçebilirler. Bu takdirde yer değiştirme ameliyesi de buna göre aynen yukardaki tarzda müteselsilen devam eder gider. Ve bu hal, davaya dahil olan kimselerden hiç birisini tekrar sorumlu duruma sokmayici bir karara varılınca sona erer. İşte buna da ( zincirleme yer değiştirme usulü ) diyoruz.  

* * *

Yukardaki 12 prensip nefis mürakabesi ameliyesinin tatbikini ameli bir kolaylık içinde muvaffakiyetle başarabilmeğe yardım edecek mahiyettedir. Bu prensipler iyice anlaşılıp yolu ile tatbik edilirse, verilecek hükümlerin tamamile vicdani olduklarına oldukça büyük bir emniyet içinde kanaat getirilebilir. Burada oldukça tabirini şunun için kullanıyoruz: Bu ameliyeyi yaparken olabilir ki insan ameliye için lüzumlu olan şartlardan birini veya diğerini ihmal etmiş bulunur. Bu takdirde elbette neticenin yanlış çıkacağı tabiidir. Binaenaleyh yukarda yazılı şartlara ne kadar dikkat edilirse verilen kararın nefsaniyetten uzak, vicdana yakın olduğuna o kadar büyük bir emniyetle kanaat getirilebilir. Ve bu da her şeyden evvel bir tecrübe ve görgü işidir.

Burada çok mühim olarak bir noktayi tebarüz ettirmek istiyorum: Bu yer değiştirme ameliyesinden sonra verilen kararların herkeste ayni olması icap etmez ve bunlar birbirini tutmaz. Hatta birbirini tutmaması da bazan tabii ve zaruridir. Zira her insanın – evvelcede bahsedildiği gibi – ancak kendisine mahsus bir vicdan terazisi ve ölçüsü vardır. İnsanların ayni bir mevzu karşısında verebilecekleri vicdani kararları birbirinin tamamile aksine olabilir. Mesela bu satırları yazdığım karşılaşmış olduğum çok yeni bir vakayi küçük bir misal olarak sevgili okuyucularıma bildirmek istiyorum: Kitapçı bir dostumun dükkanında bulunduğum sırada oraya bir müşteri geldi. Kitapçı ile konuşurken söz hapse mahkum edilmiş birisine intikal etti. Adam onun hakkında şunları söyledi: ( 20 seneye mahkum edilmiş olduğuna göre, o ahlaksız bir adam değildir. ) Ben birdenbire merak ettim ve şu suali sormakla seyircilik durumumu ihlal etmiş oldum:

<< - 20 seneye mahkum olmuş bir insanın yapmış olduğu suç nasıl ahlaksızlık olamaz? >>

<< - Tabii; eğer hırsız, dolandırıcı... falan olsaydi bu kadar yatmazdı. Demekki elinden bir kaza çıkmış, adam falan öldürmüş olmalı. Her halde öyle düşkün birisi değil. >>

Görüyor musunuz? Bu tanımadığım genç kendi vicdanına göre tanımadığı bir katili düşkün ve ahlaksız görmüyor da ancak ahlaksızlığı hırsızlık ve dolandırıcılık gibi hareketlerde arıyor. İşte yukarki sözüme en yakın ve en canlı misal!...

Fakat yukarda vermiş olduğumuz prensiplerle iktifa etmeğe kalkışırsak kıymetli ve sevgili okuyucularımıza lüzumu derecesinde hizmet etmiş ve faydalı olmuş bulunmadığımızdan endişeye düşeriz. Bu arzettiğimiz prensipler ne kadar açık yazılmış olursa olsun – lüzumu kadar açık ve çeşitli misallerle izah edilmedikçe – tatbikata yetecek kadar kolaylıkla anlaşılamazlar. Binaenaleyh şimdi birer model olarak bazıları tertiplenmiş, bazıları da başımızdan geçmiş vakıalardan bir kaç misal arzedecek ve bunları yukardaki prensipler dahilinde neticelenmeğe çalışacağız.

MİSALLER

Bu misalleri basitten mürekkebe doğru sıralıyarak arzedeceğiz:

BİRİNCİ MİSAL:

Bu misal vereceğimiz misallerin en basitidir. Bir kadın, doktora giderek şunları söylüyor: << Gebe kaldım. Canım çocuk yapmak istemiyor. Bana kürtaj yapınız. Bunun için size 200 lira vereceğim. >> Bittabi bu kadar basit bir meseleyi muhakeme etmeğe ve düşünmeğe bile gerek yok. Fakat biz burada yalnız muayyen bir duyuş seviyesine göre değil, bu yolda ilerlemek istiyen bütün kıymetli okuyucularımızın istifadesini düşündüğümüz için bu kadar basit bir meseleyi bile muhakeme etmek ihtiyacını duyanlara da yardım olsun diye yukardaki prensipler dahilinde bunu da bir tetkik mevzuu yaptık. Şimdi ameliyata başlıyalım:

Evvela burada vazifedarları ve mevzuu ayırmaklığımız icap ediyor. Yapalım:

Hakim, doktorun şuur ve idraki.

Davacı, doktora müracaat eden kadın.

Sorumlu, yok edilmesi istenen çocuk.

Mevzu ise doktorun bu çocuğu öldürerek kadını ondan para mukabilinde kurtarmak. Burada yalnız iki kişi arasında kalan bir tek ameliye mevcut olduğundan bu gibi vakalarda tatbik edecek olduğumuz usul veçhile basit yer değiştirme ameliyesini şöylece yapabiliriz: Evvela doktor kendisini, davacının, yani kadının yerine koyacaktır. Şimdi doktor çocuğunu düşürmek istiyen kadındır. Dilediği ve düşündüğü şeyler nelerdir? << Ben, diyor. Bu çocuğu istemiyorum. Onunla şimdi kim uğraşacak! Esasen hamdolsun iki çocuğum da var bu kadarı kafi. Artık bundan sonra rahatımı feda ederek bu doğacak çocuğun külfetlerine doğrusu katlanamam. Bunun için de doktora 200 lirayi seve seve veririm. Yeter ki beni bu musibetten kurtarsın. >> Buradaki ruh halini tahlil edelim: Şimdi ben burada yalnız ve yalnız kendi nefsimi, yani rahatımı, konforumu, ve keyfimin kaçmamasını düşünüyorum. Ve hatta bunun için de 200 lira kadar bir parayı da feda etmekteyim. Demekki benim bu arzu ve isteğimde tamamile hotkamlık ve binaenaleyh nefsani temayüllerim hakimdir. Bunda hiç bir şüphe ve tereddüdüm yoktur.

Dava bu noktaya geldikten ve nefsaniyet lehine bir hükme varıldıktan sonra davacının davası kendi aleyhine olarak derhal sukut etmelidir. Zira bundan sonra dava edilenin, yani sorumlu olarak sıraya koyduğumuz şahsın haklı veya haksız olduğunu araştırmağa hiç de lüzum kalmamıştır. Bu ameliyeden maksadımız sadece mevzuda nefsaniyetin esas olup olmadığını araştırmaktan ibaretti. Bunu tebit ettikten sonra mesele halledilmiştir.  

Doktor böyle bir neticeye vardıktan sonra eğer gene vicdanının lehinde olarak kürtaj yapmağa karar verirse bilsin ki vicdanının hilafına hareket etmiş ve nefsaniyetine uymuştur. Binaenaleyh gelecek yakın veya uzakça bir zamanda bu yüzden çekeceği vicdan azabını çok haklı olarak bekliyebilir.

İKİNCİ MİSAL:

Bu misal de gene nisbeten basit ve basit yer değiştirme ameliyesi ile kaabili hal olmakla beraber yukardakinden bir az daha bu ameliyeyi uzatmağa lüzum hissettirecek kadar derincedir.

Bir hanım, bir de onun hizmetçisi var. Hizmetçi, hanımın çocuğunun o günlük gıdası olan sütünü, kendisinin de çok üzüldüğü bir beceriksizlik neticesinde elinde olmadan döktü ve bu yüzden de çocuk o gün aç kaldı. Bu halden çok öfkelenen hanım birdenbire hizmetçisini koğmak kararını verdi ve koğdu. Ve hizmetçide eline bakan ihtiyar bir annesile – parasızlık yüzünden – sefil ve perişan bir halde kaldı. Şimdi hanım bu meseleyi mürakabei nefis mahkemesine sevkedecek ise, bundan evvel vermiş olduğu kararın doğru veya yanlış olduğunu, yani vicdani veya nefsani olduğunu tesbit etmiş olması lazım gelecektir. Bu da gene yukarki gibi uzun uzadıya muhakeme ve ölçülere vurulmaksızın bir çok kıymetli okuyucumun karar verebileceği kadar açık bir mevzu olmakla beraber, gene yukardaki mülahazalar mucibince yer değiştirme prensiplerimiz dahilinde bir tetkika tabi tutulacaktır.

Hakim, hanımın şuuru ve idraki.

Davacı, hanım.

Sorumlu, hizmetçi.

Mevzu, O gün aç kalan çocuğunun südünü devirdiği için ihtiyar annesine bakan bir hizmetçi kızın koğulması. 
 
Evvela, usulümüz üzere – hakim olan kadının şuur ve idraki kendisini davacı, yani bizzat gene kendisinin yerine koyacak ve tamamile samimi olarak hiç bir hakikati kendisinden saklamaksızın olduğu gibi neyi ne için istemekte olduğunu bütün açıklığı ile bir dava halinde ortaya, yani şuur ve idrakinin önüne serecek. Ne istiyor? << Bu kadın, diyor. Sabahleyin çocuğumun o günlük yegane gıdası olan südünü döktü. Ve bu yüzden de çocuğum akşama kadar aç kaldı. Mademki o, çocuğuma bu köülüğü yaptı bundan sonra ben para verip onu besliyemem. Hınzır kız, bir az sürünsün de aklı başına gelsin. >>

Burada davacı esasen kendisi olduğundan, onun bu hükmünde kendisini ihtimalki hala haklı görecek ve çocuğunu araya karıştırarak hizmetçisini sokağa attığından dolayi vicdani bir harekette bulunmuş olduğuna kendisini inandırmağa çalışacak kadar görgü ve tecrübesi noksan olabilir. Yani zalim vicdan hakiminin cübbesini sırtına geçirip işe girişeceği zaman henüz onun için gelmiş olmıyabilir. Binaenaleyh hanım bu halinde iken kendisini pekala haklı görür ve tamamile doğru bir iş yapmış olduğuna – bütün tereddütlerine rağmen – kendisini inandırmağa uğraşır. Eğer böyle yapmasaydi ve o gün yapmış olduğu hareketin vicdani değil, tamamile nefsani bir hareket olduğunu kati olarak kestirebilmiş olsaydi zaten – birinci misalde olduğu gibi – davanın hemen burada bitmiş olması ve hanımın kendi kendisini mahkum etmesi icap eder ve bu yüzden de vicdan hakiminin çok sert ve kesin hükümlerinden evvel bir az daha hafif, fakat elbette daha çok verimli ve istifadeli bir ıztıraba kendi basireti ile katlanması, yani hatasını açıkça görerek onun azabını çekmesi lazım gelirdi. Belki böyle de olabilir o zaman dava bu bir tek ameliye ile nihayet bulur. Fakat olabilir ki hanımın nefsaniyeti bu davayi böyle bir celsede veya ameliyede bitiriverecek kadar kolay halletmeğe müsait değildir. O zaman dava burada bitmiş olmıyacak ve devam edecektir. Zira hakim burada kendisini haklı, yani hareketini vicdani görmektedir. O halde nefsaniyet şeytanının kimin kucağında gizlenmiş olduğunu bulup çıkarmak lazım gelmektedir. Şu halde devam edeceğiz.

Şimdi hakim buraya kadar geçen dava safhasında kararını hizmetçi aleyhinde vermiş bulunuyor. Ve bunda kendisini haklı görüyor, böyle olunca hizmetçi kovulacaktır. Ama o da kovulmasını elbette istemiyordu. Bu takdirde mademki koğulmuştur, şimdi o da hanımını – kendisini koğduğu için – dava etmektedir. Yani evvelki safhada sorumlu sandalyasında oturmuştur. İş bu şekil alınca hakim – gene usulümüz üzere daima davacı ile yerini değiştireceğinden – şimdi kendisini hizmetçinin yerine koyacaktır. Davacı olan hizmetçi halindeki hakim ne demek istemektedir? O diyor ki: << Ben bu südün dökülmesini asla istemedim. Ve hatta onun dökülmesi yüzünden çocuğun aç kalmasına sebep olduğum için de çok üzüldüm. Ama ne yapayım elimde olmadan işlemiş olduğum bir hatadır bu. Gerçi ben bir çocuğun, istemeden ve elimde olmadan bir gün aç kalmasına sebep olduysam da şimdi ihtiyar olan annemin belki de haftalarca veya aylarca açlığa mahkum kalması ile karşı karşıya bulunuyorum. Zira sokağa atıldığım anda annemle birlikte, parasızlık yüzünden sefil ve perişan bir halde kalmaklığımız muhakaktır. Bu revayi hak mıdır?>>

İşte böyle düşünebildiği anda, hizmetçi yerinde bulunan hanımın evvelki davasından derhal vazgeçmiş olması neticesi meydana çıkar. Zira mademki o hizmetçi hesabına bu koğma kararının aleyhinde hüküm vermek kudretini gösterebilmiştir, o halde onun vicdanı kendisine bunu emretmektedir. Böyle olunca hakim, kovulmanın hemen aleyhinde hükmünü verecektir. Eğer buna rağmen hanım gene eski kararının yerinde ve doğru olduğunda kendi varlığına karşı ısrar ve iddia etmekte devam eylerse; muhakkan surette ilerde hizmetçisi cephesinden kendisini muvahaza edip oldukça şiddetli azaplara mahkum edecek olan akıl ve mantıktan anlamaz, laf dinlemez vicdan hakiminin sert ve haşin çehresile uzak veya yakın günün birinde karşılaşacağını unutmuşa benzer bir kılığa girmiş olur. Burada başka bir ciheti de izah etmek lazımdır: Şimde bir de çocuğun o gün aç kalmış olması, binaenaleyh çocuğun hakkının zayi olmuş bulunması düşünülebilirse de burada kimsenin sunu taksiri olmadığı nazarı itibare alınır ve bilhassa hakimin vermiş olduğu kararın mecburi bir vicdan borcu olarak verilmiş olup başka türlü hareket edilememiş olması gözönüne getirilirse annenin vicdanını tazip edici bir mevzuun ortada kalmadığı görülür. Zira vicdan azabı ancak istiye istiye, bile bile tamamile aksini de yapmak kudretin de olduğu halde başka birisinin zararına veya ıztırabına sebep olacak herhangi bir harekette bulunmak veya bu ıztırabı ortadan kaldırabilecek iktidara malik iken bu harekete tevessül etmemiş bulunmak gibi gayri vicdani veya nefsani hallerden ileri gelen bir iç tepkisidir. Burada ise böyle bir şey yoktur. Bununla beraber bir anne çocuğunun o gün kendi ihtiyarında olmadan aç kaldığını görmekten üzüntü ve belki de şiddetli bir ıztırap duyabilir. İşte bunu vicdan azabile karıştırmamak ve sadece başkaları hesabına büyük ve kudretli varlıkların duyabileceği yükseltici hayırhane ıztıraplar gurubuna sokmak icap eder. Bu nevi ıztıraplar çekilecek ve insanlar böylece tekamül yolunda büyük hamleler kaydedecektir. Esasen dünyaya da bir bakımdan bunun için gelinmektedir. Bu tamamile ayrı bir iştir. Esasen nefis mürakabesi vicdan azabına düşmek korkusu ile ve vicdan azabından kaçmak için değil, vicdan azabının ilerde her türlü işkence hallerinde insana ihtar etmek zaruretini arzettiği, insanın başkaları aleyhinde hotkamca yapacağı hareketlerden kendisini koruması ve ilahi irade kanunlarının açık yolu olan diğerkamlığa alışması içindir. Vicdan azabile başkaları için duyulan ıztırabın, bu ıztırap lehinde olan büyük fark da buradan neşet eder. Çünkü; vicdan azabında hotkamca kötü bir hareketin acı bir ihtarı mevcuttur, halbuki başkasının ıztırabına, elde olmadığı için yardım edememekten mütevellit duyulan ıztırapta ise diğerkamca bir hareketin peşinde koşmak ve ona erişmek gayretinin ifadesi mündemiçtir. Bu ikincisi tekamül yolunda bir kahramanlıktır.

ÜÇÜNCÜ MİSAL: ( 1 )

Buradaki misal bir az daha karışıktır. Yani araya bir değil birden fazla kimsenin birbirine karşı davası ve sorumluluğu karışmaktadır. İşte bu gibi vakalarda kullanacağımız usul zicirleme yer değiştirme ameliyesi olacaktır. Zincirleme yer değiştirme usulünün gayesi karışık vakaları hep basit yer değiştirme ameliyesi ile izahı kaabil olabilecek bir şekle irca etmektedir.

( 1 ) Bu mesele, Türkiye Metapsişik Cemiyeti azasından Ayhan Uluarda tarafından vazedilmiştir.

Kudretli ve istediğini derhal yaptırabilen bir şefin karşısına bir adam gelip şunları söylüyor. << Ben bir işçiyim. Arkadaşım olan bir memur bir müddet evvel çok sıkıntılı bir hale düşmüştü. Talebi üzerine sıkıntısını gidermek için – bir kaç ay vade ile – kendisine 200 lira borç para vermiştim. Bu, benim senelerce dişimden tırnağımdan arttırıp kara bir günüm için saklamış olduğum bir para idi. Halbuki bu memur, benden parayi aldıktan sonra işinden çıkarıldı ve parasız kaldı. Bende onun bu halini görerek acıdım ve parası olmadığı için seneler geçtiği halde paramı istemedim. Halbuki bu adam bundan iki gün evvel başka birisinden 300 lira almıştır. Şimdi bana borcunu ferah ferah ödiyebilecek durumdadır. Onun tahsil edilerek bana verilmesini istiyorum. >> Bunun karşısında borçlu olan memur da şunları söylüyor: << Evet, filhakika benim bu adama 200 lira vereceğim senelerden beri durmaktadır ve bu günde cebimde 300 liram vardır. Ama küçük çocuğum ağır hastadır. Kendisine, parasızlığım yüzünden uzun zamandanberi baktıramadım. Hastalığı arttı ve doktorların ifadesine göre eğer en kısa bir zamanda ameliyet olursa belki kurtulacak aksi halde ölecektir. Halbuki bu ameliyat için tam 300 lira sarfetmem lazım geliyor. Bu parayı da bana acıyan birisi çocuğumun ameliyatı için vermişti. Şimdi bunun hatta bir kısmını bile alacaklıya versem çocuğum ameliyatsız kalacak ve ölecek. >> Şimdi şef ne yapacak, yani ödeme lehinde mi, yoksa aleyhinde mi kararını verecek? Burada onun tutacağı iki yol olabilir:

1 – Ortada cemiyetin koymuş olduğu birtakım kaideler, örf ve adetler var. Binaenaleyh kendi manevi kudretinden hiç bir şey araya karıştırmadan tamamile bu mevzuata uyar ve otomatik olarak lehte veya aleyhte bir hüküm verebilir. Bu tarzda onun yapacağı hareket bizim buradaki mevzuumuza girmez. Zira bu takdirde ortada biri nsanın kendi iradesile, mürakabei nefis mahkemesine sevketmek ihtiyacını duyabileceği bir mesele yoktur.

2 – Bu işi mürakabei nefis mahkemesinden halletmek zaruretini bu şefin duymakta olduğunu kabul edelim. Bu takdirde tam vicdanının sesine uyarak işin içinden çıkabilmek için yer değiştirme ameliyesine baş vuracaktır. Şöyle ki birinci planda:

Hakim, şefin şuur ve idrakidir. ( Bunun daima diğerkamca hükümler vermesi esastır. )

Davacı, işçidir.

Sorumlu, memurdur.

Mevzu da işçiye borçlu olan memurun elindeki 300 lirasının 200 lirasını alıp alacaklı işçiye iade etmektir.

Gene burada ilk olarak – hakim durumunda bulunan – şefin şuur ve idraki kendisini davacının, yani işçinin yerine koyacaktır. Ve tam bir bitaraflıkla davadan almış olduğu sarih intibaa göre işçinin hakkını, daha doğrusu işçinin talebini bütün ruh açıklığı ile duymağa çalışacak ve onun bu talebinde hakim olan ruh saiklerini gene davanın kendi üzerinde bırakmış olduğu sarih intibalara göre kendi ruhunda yaratmağa çalışacaktır. İşçi böyle diyor: Ben bu adamdan alacağımı istiyorum. Gerçi benim şimdi bu paraya ihtiyacım yok ama, mademki onun cebinde şu anda parası vardır, borcunu ödesin. Belki ilerde hiç alamam. Onun çocuğunun ölümden kurtulması beni alakadar etmez. >> Zannedersem bu noktada mahkemenin gene bitmiş olduğunu sevgili okuyucularım derhal takdir buyurmuşlardır. Zira hakimin hotkamca olduğuna kanaat getirmiş olduğu bir davayi düşünmeden, derhal reddetmesi icap ettiğini esas olarak kabul etmekteyiz. Eğer buna rağmen o şef şu veya bu mülahazalara kapılarak davayi uzatmağa kalkışır veya yukarda ödeme aleyhinde vermiş olduğu kararın aksine harekette bulunursa vicdanın tamamile tersine bir iş yapmış olur. Zira yer değiştirme ameliyesinde ödeme aleyhindeki kararın nefsani bir karar olacağını düşünüp bizzat kendi şuur ve idrakile duyduktan sonra onu mürakabei nefis salonunda gene müdafaa etmeğe kalkışması, zalim bir hakim olarak kabul etmesi lazım gelen vicdanını hiçe sayarak nefsaniyetini – belki de bilmeden – ön plana geçirmiş olması manasını ifade eder ki bugün bu manayi henüz duyabilecek kadar uyanık olamasa bile yarın bir az daha uyandığı zaman onun bütün acı meyvelerini tatmakta gecikmiyecektir. Bununlar beraber, yani ödeme aleyhinde hüküm vermesine rağmen alacaklının arzusunu da yerine getirememiş olmasının da belki acısını duyabilir. Bu da çaresizlikten mütevellit mecburi olarak çekilen ve vicdan azabından bambaşka olan bir ıztıraptır.

Fakat bu dava bu şekilde görüldüğü gibi çok basittir. Ancak, biz bunu bu şekilde bırakmak istemiyor ve karışık halile okuyucularımıza sunmağı arzu ediyoruz.

Burada davacının durumu evvelkinden bir az değişik olacaktır. Davacı olan işçi diyor ki: << Ben son zamanlarda gözlerimi kaybetmek üzereyim. Bunun için doktorlar hemen ameliyat olmaklığımı söylüyorlar. Halbuki bana şu anda 200 lira lazım. Bunu bulamazsam gözlerim kör olacak. >> Şimdi mürakabei nefis mahkemesinde meseleyi vicdan huzuruna çıkarmadan önce vicdan ve nefsaniyet taraflarını ayırmak için usulümüz üzere yapacağımız yer değiştirme ameliyesinde bu ikinci şekle göre bir başkalık olacaktır. Gene hakim olan şef kendisini evvela davacının, yani işçinin yerine koyarak davanın ruhunu teşrih edecek ve samimi, bitarafane bir muhakeme ile talebini ve durumunu şu tarzda tebarüz ettirecek: << Param yok, gözlerimin ameliyatı için 200 liraya ihtiyacım var. Bu parayi hiç bir taraftan temin edemiyorum. Eğer bu böyle devam ederse bir kaç gün sonra kör olacağım. Halbuki memur arkadaşıma evvelce biriktirmiş olduğum parayi vermeseydim şimdi onu sarfeder gözlerimi kurtarırdım. Ama bu para halen onda mevcut bulunuyor. Ancak onu alabilirsem gözlerimi kurtarabilirim. Gerçi o adamın da sıkıntısı var, çocuğu ameliyat olacak, buna da çok üzülüyorum, ama ne yapayim, gözlerimin hastalığı yüzünden işsiz kaldım, kimse bana bakmıyor. Gözlerimi kaybedersen mahvolacağım. >> Gerçi burada da bütün istekler davacının nefsine ait gibi görünüyor. O halde buna da evvelki gibi nefsani veya hotkamca bir istek diyebilir miyiz? Hayır. Zira nefsaniyet ve hotkamlık bahsini kitabımızda mütalaa ederken bunların, insanın hayati ve zaruri ihtiyaçlarının dışında kalan ve tekamül yolundaki cehit ve gayretlerini atalete ve felce uğratıcı engelleri bertaraf etmek gayesine matuf olmıyan nefse ait isteklerin tahakkukunu gaye edinmek manasına geldiğini müteaddit yerlerde söylemiştik.

Burada da vaziyet böyledir. Yani alacaklı olan zat, buarada dünyadaki hayatının mutat faaliyetinin sekteye uğramamasını temin etmek ve hayatı için çok lüzumlu olan bir uzvunu kurtarmak için çırpınmaktadır. Binaenaleyh yukarlarda ele alınan hotkamlık ve nefsaniyet mefhumları dahiline bunu sokamayiz. Şu halde davacının bu durumu hotkamca ve nefsani bir maksat tahtında husul bulmuş olmayınca onun davasını yürütmek mecburiyetindeyiz. Çünkü onu haklı çıkararak hakim olan şef ödeme lehinde ve işçi zaviyesinden hükmünü verdiği anda memur, mahkum edilmiş demek olur. Halbuki iş bu noktaya gelince bu defa memur davacı mevkiine geçecektir. Zira işçi kendisini şu anda büyük bir zarara sokmaktadır. İşte burada şef  kararını nihai olarak vermezden önce ikinci davacıyı da dinlemek mecburiyetinde bulunmaktadır.

Gene aynı usule devam ederek şef bu defa da kendisini davacı olan memur yerine koyacak ve onun bütün ruhi ve içtimai durumunu işçi hakkında yaptığı gibi ince ve samimi bir tahlil ve tetkikten geçirecektir. Memur ne diyordu? << Bu parayi bana birisi ölmesi muhtemel bulunan çocuğumun ameliyatı için vermişti, bununla çocuğumun kurtarılması için lüzumlu olan ameliyatı yaptıracağım. Yalnız alacaklının da hakkı var, çünkü eğer vaktile çok sıkıldığım zaman o adam bana senelerce dişinden tırnağından arttırıp biriktirmiş olduğu parasını vermemiş olsaydı onu bittabi saklıyacak ve şimdi ameliyatını yaptırarak gözlerini kurtarmış olacaktır. Demekki bu parayi vermeyip çocuğumu kurtarmağa sarfedersem onun, bana karşı vaktile yapmış olduğu büyük bir iyiliğe mukabil şimdi gözlerinin kör olmasına sebebiyet vermiş olacağım. >>

İşte bu ses borçlu kılığına girerek meseleyi incelemeğe başlamış olan şefin vicdanına uygun bir hükmün ifadesidir. Binaenaleyh davayı mürakabei nefis mahkemesine sürmezden evvel yapmış olduğu bu ameliye neticesinde kati olarak ayırmış bulunduğu bu diğerkamca kararın vicdani bir karar olduğunu kabul etmez ve mürakabei nefis mahkemesi salonunda bu tezin aksine olan yolu tutarsa vicdanının sesini çiğnemiş olur. Şu halde şef, burada bu muhakeme ve neticeye göre ödeme lehinde kararını vermiş olacaktır. Bununla beraber gene yukarda arzedilen diğerkamca ıztırabı, yani çocuğun ameliyatı yapılamamış olmasından mütevellit – belki de bir ölüm – hadisesinden ileri gelen ıztırabı acı acı duyacaktır. Fakat eğer yukardaki amelitatta, yer değiştirme ameliyesi prensibine uygun şartlara tamamile tabi olarak ve hiç bir mürailiğe veya gizli düşünceye kapılmadan büyük bir samimiyetle inanarak hareket etmişse bu duyacağı ıztırap onun için ancak diğerkamca ve elinden başka türlüsü gelmediği, vicdanı müsaade etmediği için kendisinin istemeden ve üzülerek tercih etmek mecburiyeti katiyesinde bulunduğu bir hareketinden doğan ve gene elinde olmıyan bir netice olduğunu hissetmekten mütevellit bir azap olacaktır. Fakat ödeme aleyhinde karar verdiği zamanki duymuş olacağı vicdan azabı değil.

Ama şu olabilir ki şef, bu yer değiştirme ameliyelerini yaparken bizim burada duyduğumuz gibi duymıyabilir ve bittabi bizimkinin tamamile aksine bir karar ve neticeye varabilir. Mesela, kendisini en son davacı olan memurun yerine koyduğu zaman muhakemesini gene ayni samimi kanaatle inanarak şu tarzda yürütebilir: <<Evet benim bu adama borcum var ama, ne yapayim? Eğer bu parayi ona, onun gözlerine sarfedecek diye verirsem çocuğum ölecek. Orada biz göz kör oluyorsa burada bir insanın hayatı mevzuu oluyor. Elbette gözü hayata feda etmek daha hafif olacak. Gerçi onunda gözlerinin kaybolmasını asla istemiyorum. Fakat ne yapayim ya onu veya bunu tercih etmekten başka elimde bir çare yok. >> Eğer bu duyuş ve düşünüş şeklinde hiç bir riya yoksa ve aynen söylenmiş ve ifade edilmiş olduğu gibi duyuluyorsa burada da hiç bir hotkamlık ve nefsaniyet yoktur. Binaenaleyh bu da gene tamamile vicdana uygun bir düşüncedir. Şu halde eğer hakim, yani şef borçlu aleyhinde ve alacaklı lehinde böyle bir karara varmış bulunuyorsa bu karar kendi şuur ve idrakile ve bütün hislerine tercüman olarak verilmiş bir karar olacağına göre onun vicdan sesinin bir ifadesi olacaktır. Buna göre de ödeme aleyhinde hüküm vermelidir.

İşte görülüyor ki ayni mevzu karşısında birbirine tamamile aykırı iki hükümle karşılaşıyor ve ikisine de vicdanın hükmüdür diyoruz. Bunun da böyle olacağını, zira vicdan sesinin şahsa göre istikametini değiştirebileceğini ve ancak herkesin kendi vicdan sesine uymakla mükellef bulunduğunu evvelce uzun uzadıya mühim bir bahis konusu olarak ele almıştık. Yeter ki hükümleri vermezden önce geçirilmesi icap eden ameliyelerde tamamen samimi olunsun ve insan şu veya bu maksatla hakiki ve duymakta olduğu hislerini ne kadar cılız olursa olsunlar saklamamağa azami gayret göstermiş ve bunu yapabildiğine tamamile kanaat getirmiş bulunsun. Aksi halde bütün bu işler onun, kendi kendisini aldatması için gene bizzat kendisi tarafından kendisine karşı kurmuş olduğu muhteşem bir tuzak haline geçer. İşte evvelce de bahsetmiş olduğumuz samimiyetin, mürakabei nefis işlerinde ne kadar mühim ve büyük bir rol oynadığını da burada bir defa daha bu suretle tebarüz ettirmiş bulunuyoruz.

DÖRDÜNCÜ MİSAL: ( 1 )

Bu son vereceğimiz misal evvelkinden de biraz daha karışıkça görünür. Fakat bu karışıklık henüz bu yolda bir faaliyet göstermeğe alışık olmıyanlar içindir. Yoksa yukarda arzettiğimiz prensiplere sağdık kalarak yer değiştirme ameliyesini tatbik etmekte az çok rüsuh peyda etmiş olanlar için böyle misaller, ne kadar uzun ve karışık görünürse görünsün daima ayni teknik yol ile basite irca edebileceğinden – ameliye bir az daha uzamış olmakla beraber – hiç bir karışıklık ve güçlük arzetmezler, ayni kolaylık içinde halledilebilirler.

50 kişilik bir kimsesiz çocuklar yurdunda bir münasebetsiz çocuk meydana çıkıyor. Bu mesela, hem hırsız, hem esrarkeş, hem de şu veya bu münasebetsizliği yapmaktadır. Bu çocuk nasılsa buraya yeni gelmiş bulunmaktadır. Kendisinin islahı için müessesenin müdürü tam olmamakla beraber şöyle böyle bazı gayretler göstermiş, nasihatlerde bulunmuş, velhasıl bir dereceye kadar elinden geleni yapmıştır. Fakat onun ıslahı için bütün imkanlar kullanılmamıştır. Bu çocuk kimsesiz, ve dışarda bakımsız bir avaredir. İşte bu tarzda gösterilen gayretlere rağmen çocuk nefsini islah edememiş ve kötü itiyatlarında devam etmiştir. Bu çocuğun tesirile diğer arkadaşlarından birisi de onun gibi kötü itiyatlara alışmıştır. Böylece bir müddet geçtikten sonra arkadaşlarından bir ikisi gelip de müdüre diyor ki: << Bu çocuğu biz istemiyoruz. Hem hırsız, ötemizi berimizi çalıyor, hem de bir arkadaşımıza kötü bir itiyada müptela kıldı. Bizi de bozabilir. Bunu içimizden kovunuz. >>

Bu davanın muhtelif şartlara göre çok değişik hükümlere tabi tutulması icap eden cihetleri vardır. biz bunlardan sadece bir iki tanesini ele alacak ve onun üzerinde doğru bir karara varmağa çalışacağız. Şartları değiştirerek bizim burada varacağımız hükümlerin aksini de elde etmek suretile okuyucularımız bu meselayi ayrıca bir etüt mevzuu yapabilirler. Burada:

Hakim, müdürün şuur ve idraki.

Davacı, iki yurtlu.

Sorumlu, yeni yurtlu.

Mevzu, yurt içinde tehlikeli ve muzır görünen altı aylık yeni bir yurtlunun yurttan koğulması.

Şimdi burada müdür bu çocukların isteklerini kabul edecek mi yoksa red mi edecek, yani o çocuğu yurttan çıkaracak mı, yoksa gene yurtta bırakacak mı?

( 1 ) Bu meseleyi, Türkiye Metapsişik Cemiyetine mensup bir arkadaşımız vazetmiştir.

Bittabi bir taraftan çıkarması, diğer taraftan da çıkarmaması lazım geldiğini telkin eden birbirine zıt iki fikir onun ruhuna birbirini müteakip saplanmaktadır. Mürakabei nefis mahkemesini açabilmesi için onun evvela bu seslerden hangisinin vicdana, hangisinin nefsaniyete ait olduğunu sarih bir şekilde tayin etmiş olması icap etmektedir. İşte bunun için o, mürakabei nefis mahkemesinde vicdan hakiminin karşısına çıkmazdan önce yer değiştirme ameliyesini tatbik ederek, derin bir ruhi tahlil ve tetkika girişerek vicdanının sesini aramağa çalışmak ihtiyacında bulunuyor. Bunu da gene evvelce arzettiğimiz gibi hareket ederek bulmağa çalışacaktır.

Evvela kendisini davacı olan iki veya üç çocuğun yerine koyacak ve arzularını tevhit edip bir kişi haline koyarak onun yerine kendisi geçecektir. Bunu yaptıktan sonra bu dava karşısındaki ruhi durumunu tahlile başlıyacaktır. << Ben yeni yurtlunun yurttan çıkarılmasını istiyorum. Çünkü evvela benim eşyalarımı çalıyor, saniyen bir başka arkadaşımı kötü adetlere alıştırdı, belki hepimizi de alıştıracak. >> Buradaki davayi bu şekilde ele aldığımıza göre, müphem kalan ve halledilmesi icap eden mühim bir nokta ortaya çıkıyor: Bu da, yukardaki düşüncede geçtiği gibi eşyaların çalınması muhakkak olmakla beraber o çocuğun diğer bütün yurtlu arkadaşlarını muhakkak surette o kötü adetlere alıştırıp alıştırmıyacağı meselesidir. Gerçi bir kişi yakalanmış ise de bunun muhakkak surette hepsinin ayni yola gitmek zorunda kalacağını isbat edici bir delil olması icap etmez. Belki vaka münferit kalır ve sirayet etmez. Fakat işin kötü tarafını ele alarak bu umumi sirayetin de muhakkak vaki olacağını düşünelim. Böyle olunca davacı bir veya iki çocuk değil bütün yurt talebesi olmak lazım gelir. Ve kendisini davacı yerine koyan müdürün de ruh tahlilini şöyle yapması gerekir: << Biz buraya iyi yetişmek, adam olmak ve terbiye görmek için geldik. Tecrübelerimiz henüz noksan. Herhangi kötü bir insan bizi kolaylıkla yoldan çıkarabilir ve fena yollara sürükliyebilir. İşte bu içimize yeni gelen arkadaş aramızda kalırsa muhakkak surette hepimizi bozacak. Ve kötü kimseler olacağız. Onun için bunun içimizden çıkarılmasını istiyoruz. >> Bu kanaatte, elde olmadan, itiraf edilen bir kudretsizlik yüzünden kötü ve gayri ahlaki bir duruma sürüklenme endişesi belirmektedir. Ve kendilerinin yetiştirilmesi hak ve salahiyetini üzerine almış bulunan bir müdür, her şeyden evvel bu endişenin yerinde olup olmadığını tayin etmekle mükelleftir.

Burada ya müdürün bilgisi, görgü ve tecrübesi veya elinde bulunan kuvvetli delillerin ifadesi müdüre bu endişenin yerinde olduğu veya olmadığı hakkında kati bir hüküm verdirmeğe kafi gelir veyahut da o, bu hususta kati bir kanaate varamaz. Mütereddit kalır. Bütün bu şıklara göre çıkacak neticeler birbirinden farklı olur. Şimdi farzedelim ki müdür burada mütereddit kalmış ve böyle bir umumi kötülüğün vukua gelip gelmiyeceği hakkında kati bir fikre sahip bulunmamış olsun. Bu takdirde onun karar verebilmesine imkan olmıyacaktır. Yani davacı olan yurtluların arzularını ne red edebilecek ne de kabul eyliyebilecektir. Zira onun bu halde iken karar vermeğe kalkışması demek, ama bir adamın evime gidiyorum diye önüne çıkan yollardan birine veya diğerine düşünmeden saparak yürümesi demektir. O halde burada müdürün yapacağı şey, kararını vermezden önce bu endişenin yerinde olup olmadığını kendince kati bir kanaat halinde duyuncaya kadar araştırmak ve bu kanaati bir an evvel elde etmeğe çalışmaktır. Şimdi bunu da yaptığını kabul edelim ve bu endişenin yerinde olduğunu tamamile kabul etmiş bulunduğunu farzedelim. Böyle olduğuna göre, yani yurtluların hepsinin bu çocuğun yüzünden bozulacağına kati olarak kanaat getirdiğine göre, yukarda kendisini bir yurtlu yerine koyduğu zaman duymuş olduğu endişenin haklı olduğunu kabul etmesi lazım gelecek ve bu zaviyeden hükmünü verecektir: Ahlaksız çocuk yurttan atılacaktır. Fakat iş bununla bitmiyor. Zira ahlaksız çocuğun yurttan atılması onun elbette aleyhinedir. Binaenaleyh o da derhal davacı mevkiine geçecektir. Bu takdirde davacı ahlaksızlığı yüzünden atılacak olan çocuk, sorumlu da bakalım kim olacak?

Gene zincirli yer değiştirme usulü üzere ameliyemize devam edelim. Mademki davacı şimdi ahlaksız denen çocuk olmuştur, o halde hakim, yani müdür kendisini o çocuğun yerine koyacaktır. O hüviyete girip davanın durumunu o zaviyeden tahlil ettiği zaman çeşitli neticelerden birile karşılaşabilecektir. Bunlardan iki tanesini zikredelim.

1 - << Ben bu kötü duruma alıştım. Bundan da memnunum. Bu huyumdan vazgeçmeğe de asla niyetim yok. Buna rağmen yurtta kalacağım ve diğer arkadaşlarımı da kendime benzetmeğe çalışacağım, taki keyfim tamam olsun. >> Eğer hakim davacı mevkiine geçen ahlaksız çocuğun halini bu yolda duymak vaziyetine düşmüş bulunursa verilecek nihai hüküm meydana çıkmış olur. Zira evvelce, prensiplerden bahsederken nefsaniyet iddiası hangi davacının davasında tebarüz ve tahakkuk ederse orada o davacı aleyhinde hüküm derhal verilir ve ameliye biter denilmişti. İşte burada da ahlaksız çocuğun bu ruh hali müdürce tahakkuk ettikten sonra kararın o çocuk aleyhinde verilmesi diğerlerine karşı yapılması icap eden vicdani bir hareket olur.

2 – Olabilir ki ahlaksız çocuk hüviyetinde iken müdür şöyle bir ruh hali içinde kendisini hissetmeğe başlar: Ben yazık ki çok fena itiyatların zebunuyum. Kendimi bir türlü bunlardan kurtaramıyorum. Buraya da bunun için gelmiştim. Ama muvaffak olamıyorum. Ne yapayım ve nasıl hareket edeyim ki bu fena durumdan kurtulabileyim ve arkadaşlarımın arasına karışayım. Fakat, bu derdimi etrafımdakiler anlamıyorlar, bilakis beni silkip atmak istiyorlar. Halbuki beni islah etmek onların vazifeleridir. Vazifelerini yapmıyorlar. >> İşte bu ikinci şık karşısında sorumlu mevkiine geçen zat derhal o müessesenin müdürü olur.     

Demekki şimdi davacı çocuk, sorumlu müdürdür. Bittabi müdür de bunun haksızlığından veya yanlış bir iddia olduğundan bahsedecek ve o da davacı mevkiine girecektir. Böyle olunca hakim, yani müdür şimdi bizzat kendisini tam bir bitaraflık ve samimi bir duygu içinde gene kendisi yerine koyarak ayni ruh ameliyeyi tekrarlıyacaktır: << Evet ben bu çocuğu yola getirmekle mükellef bulunuyorum. O bana bu yolda kendisinin islahı için her türlü yardımı yapıyor ise de ( ya ) benim beceriksizliğim yüzünden, ( veya ) elimizdeki imkanların müsaadesizliği yüzünden ( veyahut ) ihmalkarlığım yüzünden, ( veyahut da ) kendimi bu yolda devamlı ve sebatlı bir şekilde yormak istemediğim için... ilh. Ben onun islahı hali için yapılması lazım gelen her şeyi yapmış, her yola başvurmuş ve her imkanı yoklamış da değilim. Binaenaleyh bu çocuk haklıdır. >>

Şimdi netice ne olacak?.. Yani müdür bütün bu muhakemelerle o çocuğun haklı olduğuna böyle sarahatle bir hüküm verdikten ve kabahati de kendi üzerine almak zorunda kaldıktan sonra o çocuğun koğulması aleyhinde bir  hükme varmak durum ve mecburiyetinde kalacaktır. İş bu neticeye varınca o çocuğu kovmıyacak fakat haklı olarak kabul ettiği diğer yurtlara karşı da sorumlu bir duruma girmiş olacaktır ki eğer bu da onun pekala önüne geçmesi mümkün iken ihmali yüzünden veya herhangi bir saikin tesirile vaki olmuş bir hareketinin neticesi ise ayrıca kendisine başka yoldan bir vicdan azabının yüklenmesini davet edici bir netice olacaktır. Fakat o çocuğu kovmamakla da asıl olan davada vicdanının sesine uygun bir harekette bulunmuş olduğundan bu noktada da vicdan huzuruna kavuşmuş olacaktır. Buna mukabil, eğer yukardaki neticelerden sonra bir de çocuğu koğmağa kalkışırsa evvelki ve bu mevzua doğrudan doğruya dahil olmayıp temas eden bir hareketinden dolayı kabullenmiş olduğu vicdan azabının üzerine bir de bu davanın neticesinde vermiş olduğu vicdanına muhalif kararla ikinci bir azabı, yani vicdan azabınıda eklemiş olacaktır.

Yukardaki misalin çok karışık ve başta da arzettiğimiz gibi, pek çok değişik şartlara müsait bir sürü veçhesi vardır. biz bunlardan ancak bir veya iki tanesini gözden kaçırmış ve ona göre de muayyen bir hükme varmış olduk. Böyle bir misal karşısında her insan kendi vicdanının, daha doğrusu hotkamlık ve diğerkamlık hakkındaki duygu ve düşüncesinin istikametine göre ve muhtelif şartlar altında, birbirinden çok farklı neticelere varabilir. Ve bunun da böyle olması tabiidir. Fakat gene tekrar ediyoruz: Netice nasıl çıkarsa çıksın bunun vicdan karşısında hiç ehemmiyeti yoktur. Asıl mühim olan şey şudur: Bu ameliyeler esnasında ve mürakabei nefis mahkemesinde büyük ve azami bir titizlikle iyi niyet esasına dayanılacak, tam manasile diğerkamca çalışacak ve katıksız bir samimiyet havası içinde iç varlıktaki duygular ve düşünceler kılı kırk yararcasına inceden inceye takip edilecektir. Esasen yukarda arzettiğimiz misallerde kullanılan teknik, bunu açık bir surette izah etmektedir.

Hülasa gösterilen prensipler dahilinde yer değiştirme ameliyesinin tatbiki neticesinde yapılacak olan bir hareketin vicdani veya nefsani karakteri kati olarak teşhis edilip anlaşıldıktan sonra sıra mürakabei nefis mehkemesinin açılmasına gelir.

Şimdiye kadar geçen mütalaalardan da anlaşılıyor ki mürakabei nefis daha ziyade yapılmış ve geçmiş olan vakaların muhasebesini yapmak gayesine matuftur, halbuki yukarda arzettiğimiz yer değiştirme ameliyesine gelince o, bilakis bir işin henüz yapılmazdan önce vicdani mi, yoksa nefsani mi olduğunu tayin ederek ona göre hareket etmek ve bir de mürakabei nefis mahkemesinde vicdan tarafını iltizam etmek lüzumunun sıhhatli bir şekilde gerçekleştirilebilmesi için o mahkemede verilen hükümlerin hangisinin vicdani, hengisinin nefsani olduğunu ayırt edebilmeği kolaylaştırmak maksadını gütmektedir.

Bütün bu misallerden sonra gene insanın aklına cesaret kırıcı bir güçlük ve külfet mefhumu takılabilir. Bunun için evvela şunu arzedelim ki bu usul bizim uydurmuş olduğumuz bir kaideden ibaret değildir. Bu, her insanın vicdanının sırası gelince, yani zamanı gelince derhal ve asla ihmal etmeden tatbik edeceği ve hükümlerini bu tatbikat neticesinde vereceği bir hareketin bütün insan dostlarımız tarafından anlaşılacak bir hale sokularak arzedilmiş şeklidir. Bundan iradesile her insan dünya hayatında her zaman kaçmak ve uzaklaşmak kudret ve serbestliğine malik olabilir. Ve esasen dünya imtihanının muvaffakiyet sırlarına ait anahtarlar da bu yolda bir insanın tutacağı müsbet veya menfi hareket tarzlarına meknuz bulunmaktadır.

Saniyen şunu da derhal kıymetli dostlarımıza arzetmeği bir vazife telakki ederim ki yukarda zikrolunan misaller nihayet birer ideal insanlık numunesi olarak verilmiştir. Bunları bütün söylenen ince noktalarile aynen tatbik edebilecek insan yeryüzünde hemen hemen yok denecek derecede az bulunabilir. Esasen bizlerden şimdilik bu kadarının da beklenmediğini kitabımızda nakletmiş olduğumuz tebligat göstermektedir. Ve gene tebliğatın da açıklamış olduğuna göre esasen dünyanın bu günkü şartları, vicdanın her mesele üzerinde kılı kırk yararcasına bu kadar ince bir ameliyeye girişmesine tam manasile ayak uydurabilmeğe de hiç bir zaman müsait değildir. Binaenaleyh bizden, bu günün insanlarından insanlığın beklediği hareket de bu kadar sert değildir.

Bununla beraber biz bir hakikati bütün açıklığı ile duyduğumuz ve bildiğimiz gibi söylemek mecburiyetini kendimizce bir vazife telakki etmiş olduğumuz için bu günkü, yarın ki ve belki de çok uzakta gelecek zamanlardaki insanlığa; İhtiyaçları olan hareketlerde tekamülleri için faydalı ve lüzumlu yardımları yapmış olmak hizmetine büyük bir sevinç ve sevgi ile koşmuş bulunuyoruz.

Mürakabei nefsin bu kadar ciddi ve haşin görünen çehresinde mübtediler için çok yumuşak, kolay ve elverişli hatlar da vardır. buradaki esas evvelce kıymetli dostumuz Şihabın dediği gibi mutlaka vicdanın emrettiği gibi hareket etmek ve bu yapılmadığı takdirde de hiç bir muvaffakiyet sağlıyamamış olmak neticesine asla varmaz. Maksat mürakabei nefis ameliyesinin lüzum ve zaruretini ön planda kabul etmek, bu yolda ciddi ve samimi bir kararla tatbikata girişmek ve vicdanın emrine – ekseriya vaki olacağı gibi bilhassa ilk zamanlarda – uyulamadığı takdirde onun acısını duymak, insanlara bu günkü şartlar dahilinde muvaffakiyet imkanlarını bahşetmiş olmağa bol bol kafi gelir. Hatta, ilk zamanlarda kendilerine pek güvenemiyen insanların bir işi yapmazdan evvel değil, yaptıktan sonra o iş hakkında nefis mürakabesine müracaat etmeleri ve eğer gayri vicdani bir harekette bulunmuş iseler bunu mürakabei nefis salonunda tebarüz ettirmeleri ve buradaki muvaffakiyetsizliğin acısını içten duyarak üzülmeleri bile kendilerine büyük, çok büyük muvaffakiyet sağlıyacak ve ilerde daha yüksek ruh kudretlerini iktisap edebilmelerine geniş ölçüde yardım edecektir. Bunu evvelce takdim etmiş olduğumuz Şihap dostumuzun tebliğatından da istihraç etmek mümkündür.

O halde tekrar ediyoruz, mürakabei nefis ruhu fazla sıkmadan, ona tahammülünün üstünde hiç bir yük yüklemeden, tedrici olarak, adım adım vaki olacak yürüyüşlerle yapılacaktır. Bu tarzdaki yavaş ve bittabi çok eksik bir yürüyüşe tabi olarak yapılan nefis mürakabesi ile, ilerlemiş ve kafi derecede kuvvetlenmiş ruhların islahi nefisleri için yapmakta oldukları büyük hareketlerin kıymetleri arasında tekamül bakımından hemen hemen hiç bir fark yoktur. Yani ikisi de ayni derecede kıymetli ve sahiplerine verimli neticeler tevlit eder. Yeter ki yürüyüş başlamış ve hiç bir yerde sekteye uğramamış bulunsun. Çocuk düşe kalka büyür.

* * *

Hülasa, insan yukarda gösterilen esaslar dahilinde nefis mürakabesi için kendi kolayına gelecek, devamlı ve metotlu bir çalışma tarzı bulup muntazaman ve kendisini yormadan yavaş yavaş nefsinin islahına çalışırsa ruhu, kendi dahi farketmeden öyle kuvvetlenir ve öyle temiz bir hal alır ki günün birinde nefis mahkemesi salonunun kapıları kapanır, orada görülecek dava kalmaz, hatta hakim bile elbisesini terkederek vazifesini değiştirmek zorunda kalır ve insan böylece sevine sevine ölüm kapısının eşiğinden öbür tarafa, muvaffakiyetinden emin olarak atlar geçer. Böyle bir akibet hangi insan için şayanı arzu değildir? Ve ne yazık ki o kimseye ki dünyada iken ali mahkemenin kararlarından korktuğu için onun semtine uğramak istemezken günün birinde kolundan tutularak o mahkemenin daha çok huşunet kesbetmiş, merhametsiz ve zalim hakiminin huzuruna, yani vicdanı karşısına eli kolu bomboş ve müdafaasız bir halde fırlatılıp atılmanın zahmetli ve üzüntülü sahnelerile karşılaşır! İşte biz bilhassa bu dostlarımızı ikaz için bu sayfaları yazmış bulunuyoruz. Allah hepimizin ve herkesin muini olsun.

BEDRİ RUHSELMAN