ALLAH - Dr. BEDRİ RUHSELMAN - BÖLÜM 4

http://www.dunyaana.com/images/bedri%20ruhselman%203.jpgALLAH YOLUNDA OBJEKTİF VE SUBJEKTİF RUH FAALİYETLERİNİN KIYMETİ

Buraya kadar söylediklerimizden şu sonuç çıkar:

İnsanın, bir tek dünya hayatında olduğu gibi, bütün ruh hayatının çeşitli maddi aşamalarında da birbirinden daha gelişmiş ve kapsamlı idrak ve şuur halleri arz eden çağları vardır. Hiçbir varlık, tabiata hakim olan Tekamül Yasası’nın bu icabından kurtulamaz.

İnsanın bir tek dünya hayatında çevresindeki eşya, olaylar ve bunlarla kendisi arasındaki ilişkiler hakkında giderek artan bilgisi ve anlayışı oranında kendi öz varlığı hakkındaki şuur ve idraki genişler.

Buna benzer tarzda insan varlığının bütün ruhi hayatı boyunca geçen çeşitli tekamül aşamalarında da o, kendi öz varlığına, öz varlığının bağlı bulunduğu müteal kavramlara ve ilahi duygulara; ancak dış alemle, maddelerle, tabiatla temas ede ede ve onlar içinde yoğrulup yaşayarak edineceği çeşitli görgü ve tecrübelerden doğan şuur genişlemesi ve idrak artışı ölçüsünde nüfuz edebilir ve onlar hakkında bilgi sahibi olmak liyakatine erişir.

Yani evvelden beri tekrarladığımız gibi, sübjektif yüksek ruh faaliyetlerine, ancak objektif ruh faaliyetlerinin hazırlayıcı ve yetiştirici yardımlarıyla ulaşılabilir. Çünki böyle objektif hayata ait çalışmalarla hazırlanmamış, yetişmemiş ve gerekli derecede kuvvetlenmemiş bir varlık, sübjektif hayatının müteal faaliyetlerini sağlamaya yarayan büyük kudretlerini harekete geçirmek imkanına henüz varamamış bir durumda bulunmaktadır.

İşte böyle yetişmemiş, tabiat, kainat ve yaratıklar hakkındaki görgü ve tecrübesi lüzumlu gelişme aşamalarına varamamış bir insan ruhu, eğer yalnız henüz basit bir hayat safhasında kalmış sübjektif duygularıyla yetinir ve gerek kendisi, gerekse Allah hakkındaki marifeti bu duyguların sınırlı alanında aramaya kalkışırsa, başarı elde edemez. Çünki sonsuz, erişilmez ve sınır kavramından bütünüyle bağımsız olan müteal kavramlara, avuç içi kadar daralmış bir ruh hali içinde ulaşılamaz. Ve böyle yapmaya kalkışanlar, o dar duygu ve idrak alanları içinde durgunlaşmış, tembelleşmiş ve kainatta hiçbir işe yaramaz hale düşmüş kişilerden olurlar.

Halbuki ilahi rıza ve muradı taşıyan Allah’ın yasaları hiçbir ruhun böyle bir durgunluğuna ve ataletine izin vermez ve idealleşmiş bir bencilliğe asla müsaade etmez. O halde, böyle bir hareket, Allah yoluna girmek değil, aksine ondan koşarak uzaklaşmak olur. Bütün hayatı boyunca yapılan yalnızlık içindeki ibadetler, dünyayı terk etmeler, inzivaya çekilmeler ve insanlardan uzak her türlü ibadet şekli, hangi din ve hangi mezhep namına yapılmış olursa olsun, Allah yolu değildir.

O halde insanın, hakiki mana ve kapsamıyla öz varlığına dönebilmesinin, Allah’ı duyabilmesinin, Allah’ın iradesine her şekilde uygun, mutlu ve kutlu bir varlık olabilmesinin doğru yolu, yani sırat-ı müstakimi vardır.

Bu yolun kapıları, insanın kainatta geçireceği çeşitli maddi hayatlarındaki tekamül aşamalarının icaplarına uyarak, çevresindeki olaylarla, varlıklarla, Allah’ın muradına ve rızasına uygun şekilde vaki olacak sürekli ilişkilerine ait her türlü faaliyette bulunabilmesinin lüzum ve zaruretlerinin gerçekleşmesi oranında açılır.

Varlıklar bu objektif ruh faaliyetlerinde iki tarzda yaşarlar. Bunlardan birisi, yaratıkların ister istemez otomatikman sürüklenmesi sonucunu doğuran, zaruri bir itiş halinde vaki olur. En ilkel varlıktan insana gelinceye kadar bu hal, bütün hayat sahiplerinin herkesce bilinen zaruri hayat icaplarını meydana getirir. Birkaç örnek verelim: Bir ot, içinde bulunduğu bataklıkta ister istemez yaşamak zorunda kalır. Bir arabanın atı, ister istemez bağlı bulunduğu arabasını çekmek veya sırtındaki ağır yükün altında hayatının sonuna kadar ezilmek zorunda kalır. Herhangi bir insan, ister istemez içinde bulunduğu birçok akıl ve hayale gelmez engeller, güçlükler içinde yabancı iradelerle çatışa çatışa ve çoğunlukla onlar karşısında mağlup olarak boyun eğe eğe yaşamak zorunda kalır.

İşte bütün bunlar, örneklerimizdeki ve benzerleri bitki, hayvan ve insanların, istese de istemese de İlahi İrade Yasaları uyarınca tekamül yolunda ilerlemesi zorunluluğundan kaynaklanan hallerdir ki, bunun önüne kimse geçemez. Fakat tekamül, duraklamak bilmeyen bu yürüyüş, varlıklar için ortak kaderleri olan ezeli ve ebedi bir tekamül yoludur ve tekamül her varlığın olgunluk derecesine göre ayarlanmış belirli bir akış hızına sahiptir. Ancak insanlara gelince durum değişmeye başlar. İnsanlarda dünya şuuruna eklenen birtakım yüksek iradi ruh faaliyetleri başlar. İnsanlar bu faaliyetlerinde tamamıyla serbest bırakılmış bulunurlar. Özellikle imajinatif kudretleri ile yükselen bu hayat aşamasındaki ruhlar, sorumluluk duygusu ve idrakiyle yürüyecekleri yolları doğrudan doğruya kendi elleriyle çizerler. Bu yolların yönleri yukarılara doğru yükselebileceği gibi, aşağılara doğru da inebilir. Yukarılara yönelmeyi belirleyen iradeler serbesttirler, her türlü engelden başarıyla kurtularak faaliyetlerine devam edebilirler. Fakat aşağı yönleri belirleyen iradeler, serbestliklerini ancak belirli bir hadde kadar kullanabilirler. Bu sınır yukarıda sözünü ettiğimiz, bitki ve hayvanlarda da ortak olan tabii tekamül yolunun kenarında durur ve onu daha aşağılara doğru geçemez. İşte bu zoraki tekamül yoluna düşen insan iradesinin serbestliği o anda daralmaya başlar. Ve o zaman o, bu aşağı doğru inen yolunda istediği gibi yürüyemez. Ve kendisini tekrar yola getirici kurtarıcı amillerin tesiri altına girer ki, bunların başında vicdan ve vicdanın hazırlamış olduğu ıstıraplar ve büyük sıkıntılar gelir. Şu halde insanlar, Allah’ın düz yolundan, yani sırat-ı müstakimden ayrılmaya başladıkları anda bu sapıklıklarını kendilerine ihtar edici bir gösterge ile, yani vicdanla cihazlandırılmışlardır. Kendisini çiğneyip geçmek isteyenlere karşı bir an gelir ki, bu vicdan, dayanılmaz bir cehennem olur ve alevlerinin üzerinde kaldırarak yükselttiği insanı tekrar doğru yola yani sırat-ı müstakime ulaştırır.

Vicdan ruhun iyiyi kötüden, yani İlahi Kanunlar’a uygun olanı uygun olmayandan ayırıp seçme melekesidir ki, bu meleke, insanlık aleminde ruhun, en yüksek, en hayırlı ve kurtarıcı, aydınlatıcı bir kudretidir. İşte akıllı insan, bu hakikatleri görebilecek bir gelişme ve tekamül düzeyine ulaşmış insan, önce vicdanının antenlerini Allah’ın emirlerini taşıyan yüksek sezgilere açarak onun hassasiyetini artırmaya ve sesini gürleştirmeye çalışır. Ondan sonra da o sesin gösterdiği yönden zerre kadar ayrılmadan, dünyada kendisine düşen vazifeleri yapar. Ve bu şekilde o büyük kurtarıcısının izini bir an bile bırakmaz. Onun sesiyle dolan ve açılarak genişleyen ufuklar genişliğince; yürüyerek değil, koşarak değil, uçarak değil, yıldırım hızıyla hamle ederek Allah’a doğru koşar ve amacına ulaşır. En küçük bir ihmal ve kayıtsızlık sonucunda bile olsa vicdanının izini bıraktığı anda bütün ufuklar kararır, yarı karanlık görünen yolların yönleri kararsızlık, ümitsizlik ifade eden bilinmeyenlerle dolu boşluklara doğru açılır. O zaman insan nereye ve hangi adımını atacağını bilemez olur. Ve etrafında ağızları açık duran binlerce karanlık kuyudan ve uçurumdan herhangi birisine yuvarlanmak tehlikesi ile kucak kucağa gelir. İnsan, vicdanının gösterdiği yönde adımlarını atarak, içinde yaşadığı tabiat hadiselerini vicdanının emrine göre karşılar ve kendi fiil ve hareketlerini Allah’ın rızasına uygun iyilik, güzellik ve doğruluk ile ayarlarsa o insan Allah’a yaklaşmanın imkanlarını bulmuş olur. Ve o insan, nefsaniyetinden doğan ve her adımda önüne dikilecek engelleri çiğneyip geçmek için bütün ruh kudretlerini faaliyete geçirmeye, seferber hale getirmeye gücü yeten fedakar bir kahraman haline gelir.

Bütün bu sözlerden anlaşılıyor ki, en küçük bir ottan başlayarak en yüksek insan varlığına kadar uzanan ruhların dünyadaki hayatları esasen bir Allah yoludur. Hayat Allah yoludur. Ruhların maddeler arasında geçen hayat safhaları ise Allah yolunun objektif bakımdan, ruhların göstermeleri zaruri olan birer faaliyet alanıdır. Bu hayat safhalarında şuurla, idrakle ve özellikle hızla yol aşmak isteyenlerin, her şeyden evvel kalplerini ve düşüncelerini bütün kötülüklerden temizlemiş olmaları, dünyaya ait kötü alışkanlıklardan doğan pisliklerle bozulmaya başlamış ruh temizliğini tekrar kazanmaya çalışmaları lazımdır. Bunun için de Allah’a karşı daima özleyiş ve güçlü istek duyarak, O’nu kalbinden hiçbir vakit çıkarmadan ve her işinde ancak O’nun rızasına uymayı kendisine adet edinerek, insanın dünya işlerini düzenlemesi ve çalışması lazımdır. Böyle davranan insan, diğer insanlara karşı her türlü kötülükten, onlara zarar verici hareketlerden, bencilce düşüncelerden çekinir ve kendi nefsi kadar, hatta ondan daha ileri istekle başkalarını korumayı, zayıf ve güçsüz olanlara her türlü özveriyi seçerek yardım elini uzatmayı, herkesin iyiliğini kendi iyiliği gibi özlemeyi ve başkalarının mutluluğundan sevinç, felaketinden ıstırap duymayı kendisine alışkanlık edinmeyi, ihmaline izin olmayan bir vazife, hatta bir zevk bilir. İşte Allah yoluna ancak bu kapıdan girilir. Diğer kapılar, varlıkları, er veya geç yine bu kapının açıldığı yollara çıkarmakla beraber, çok çetin, dolambaçlı, uzun ve yorucu labirentler halinde bulunan karışık ve cesaret kırıcı yollara açılır. Allah, böyle dolambaçlı yollara, labirentlere sapmadan, bu büyük ve sonsuz mutluluk yolunun sevinçli yolculuğuna doğrudan doğruya çıkmak güç ve ilhamlarını bütün insanlara nasip etsin.

Burada bize büyük ilham kaynağı olan ruh dostlarımızın tebliğlerinden Mustafa Molla’ya ait bir bölümü sevinçle okuyucularıma naklediyorum.

Mustafa Molla: (9.12.1948)

“İnsanla Allah arasındaki hadiseler tektir. O da, birbirini anlayan iki yüksek varlık halinde, sonsuz olarak bir uyumun gerçekleşmesine çalışmaktan ibarettir.”

Mustafa Molla’nın bu sözleri, ilk bakışta bazı kimselere, şimdiye kadar söylediklerimizle zıtlık oluşturuyor gibi bir zan verebilir. Ve onlarda Allah ile insanın birbirine bağlılığı, ilgisi, karşılaşması söz konusu oluyormuş duygusunu uyandırabilir. Fakat gerçekte iş böyle değildir. Yani M. Molla bu sözlerinde Allah ile insanı hiçbir vakit bir karşılaştırma konusu yapmak istememiş ve insanı Allah’la karşılıklı alışverişlerde bulunabilecek bir varlık halinde kabul ederek bu sözleri söylememiştir. Aslında tebliğin sonraki bölümleri bunu açıkça göstermektedir. Buradaki mana, insanın ilahi yoldan ve murattan ayrı ve bağımsız bir hayat fonksiyonuna sahip ve kainatta başıboş bir varlık olmadığını, aksine onun bütün ruh faaliyetlerinin, doğa yasalarıyla görünen İlahi Murad’a bağlanmış bulunduğunu ve bunun dışında hiçbir değer kazanamayacağını belirtmektir. Yani madde kainatının İlahi Yasalar’a göre belirlenmiş düzen ve uyumu içine, hür iradeleri ve faal durumları ile insanlar, daha doğrusu ruhlar da karışmışlardır. Ve bu düzenin dışında ruhların herhangi bir harekette bulunabilmeleri asla söz konusu olamaz.

Tebliğe devam ediyorum:

“Allah’la hiçbir fert yan yana bir kıyas rüknü (burada unsuru anlamına) olamaz. Ama nasıl söyleyelim, aranızda da desem gene olmuyor. O halde Allah ile kul arasındaki ruhani yollarla devam eden yüksek ilişkilerin kurulması bir hayli şuur olgunlaşmasından fazla, bir büyük idrak sürecine sahip ve ondan daha üstün bir duygu ünitesine sahip olmaktır.

Toplumun da fertler gibi birer inancı veya inkarı olabilir. Eski Yunan’da tabiatçılık mezhebi tek felsefe idi. Bunun sonucunda insanın, üstünlüğe doğru atılmakta olan iyi ve ayırt edici adeti, düşünceye hız vermemiştir.”

Burada M. Molla bize bir tarih dersi vermekten çok, bir hakikati ifşa etmek için eski Yunan’dan bahsetmiştir. Ve bu hakikat de işte şu anda bizim ısrarla üzerinde durduğumuz konunun ta kendisidir. Yalnız tabiata,  yani objektif araştırma yoluna saplanıp, bütün hakikatleri ve hakikatlerin mucidi olan Allah’ı orada arayıp bulmaya çalışmak, insanın bu iş için lüzumlu olan yüksek ruh kudretlerinin faaliyetini köstekleyici bir hareket olur. Devam edelim:

“Ondan önceki dönem de baştan ayağa duygu ve hayalden ibaretti. Görüyorsunuz ki, tek başına ne o, ne de bu… Gerçek, ancak belki bütün bunların tek uyum şiarında (iyi ve ayırt edici adetinde) görünür.”

İşte muhterem dostumuzun bu son sözleri bütünüyle bizim inandığımız bir kavramın ifadesidir. Yani tek başına tabiat yolu insana beklediği faydayı sağlayamayacağı gibi, tek başına duygu yolu, yani sübjektif araştırma yolu da aynı şekilde onu umduğu yola götüremez. Ve tam verim ancak bu iki yolun uyumlu ve düzenli şekilde birbiriyle kucaklaşarak insanın yönünü Allah yoluna doğru yöneltmiş olmasıyla elde edilebilir.

Tebliğe gene devam ediyoruz:

“Eğer sadece tabiatı kucaklamayıp da duyguları ve hayalleri de birer denge unsuru olarak ele alsalardı, Yunanlılar’dan sonra gelen bütün milletler, daha üstün bir mehaza (kaynağa), bir medeniyet eşiğine kavuşabileceklerdi. Fakat ne yazık ki, gökler ölçüsünde sonsuzlaşan Yunani tahayyül, bir zaman geldi ki, toprağa bakmaya ve ondan zevk ve yardım ummaya koyuldu. O, bütün ilahları dünyevi alışkanlıklar ile nitelenmiş sayıyordu. Ve onun içindir ki, gökleri bile dünyevi motiflerle süslemeye kalkıştı.”

İşte acı bir gerçeğin açık ve bilgece ifadesi budur. Yunanlılar’ın ve ona benzer eski medeniyet sahibi milletlerin, Allah hususunda toprağa, taşa ve dünyaya ait beşeri anlayışlara ve bundan doğan maddi idraklere kapılmalarının acı ve ağır sonuçları, asırlarca süren putperestliğin her türlü şeklini desteklemiştir. Ve böylece bu medeniyetler, bazı insanların saplanmış oldukları zararlı fikir ve duygu bataklıklarından kurtulabilmelerinde, onlara dayanak olacak yardımda bulunamamışlardır. Oysa ki, Mustafa Molla dostumuzun dediği gibi, duyguları ve hayalleri büyük gelişmelere uygun bulunan eski medeniyet sahipleri, eğer hedeflerini iyi görebilmiş olsalardı, yani tabiatta karşılaştıkları eşya ve olaylarla duygularını uyumlu şekilde birleştirerek Allah yolunda kullanabilselerdi, bugün beşeriyetin yüzü daha mutlu ve daha gülümser görünürdü. Bereket versin ki, araya karışan bütün dinlerin, insanlara ancak yetenekleri ve anlayışları ölçüsünde gösterebildikleri hakikat yolları, insanların daha büyük düşüşlerini önlemiş ve bizlere de bugün hiç olmazsa bu kadar bir konuşma imkanı ve serbestliği vermiştir.

İnsan, tabiatı tetkik etmekle orada Allah’ın yüksek kanunlarının, yani iradesinin tecellilerini (belirtilerini) görür. Bu görüş ise giderek onun öz varlığını olgunlaştırır. Ve öz varlığı olgunlaştıkça da insan, Allah’ı duymak ve O’na evvelce düşündüğümüz manada yaklaşmak imkanını kazanır ki, bu da onun en kestirme yoldan gerçekleşen tekamül safhalarının bir ifadesi olur. Bu nedenle, iç varlığını zenginleştirmek ve olgunlaştırmak isteyen insanın, Allah’ı iç varlığında duymak ve arzu ve aşkını taşıyarak gözlerini tabiata çevirmesi ve tabiatı büyük bir ibret gözü ile seyrederken, ruhunun bütün güçleriyle onun düzen ve uyumuna katılmak emek ve çabasını göstermesi ve bu hali kendisine büyük bir zevkle alışkanlık edinmesi, ona öyle yüksek dersler verir, öyle yüksek duygular ve bilgiler kazandırır ki, bunu hiçbir kitaptan okuyup öğrenmek mümkün olmaz. Fakat tekrar ediyorum ki, tabiatın tetkiki faaliyeti, Allah’ın varlığını ispat etmek veya Allah’ı tabiattaki eşyanın içinde arayıp bulmaya çalışmak veya Allah’ı o eşyanın şekillerine göre belirlemeye ve tanımlamaya kalkışmak gibi batıl, yanlış ve çirkin bir düşünce ile yapılırsa, sonuç, daha önce de ayrıntılı olarak ifade ettiğim gibi sapıtmak olur. Aksine, tabiat bir taraftan beden gözü ile görülürken, diğer taraftan da ruh gözü ile müşahede edilecek, orada Allah aranmayacak, fakat İlahi Murad’ın, İlahi Kudret’in, İlahi Yasalar’ın sonsuz belirtileri görülecek, duyulacak, bu görgü ve duygu üzerinde durulacak, fakat bu durgunluk asla pasif, atıl, tembelce ve haylazca bir zevklenme duygusu halinde olmayacak; aksine dış alemde, kainatta görünen büyük ve aklın alamayacağı kadar tertipli, düzenli uyumun hayranlığı içinde insan, kendisinin de aktif bir varlık olduğunu idrak edecek ve bu idrakle, bu varlıklar alemindeki ve ilahi ahenk içindeki vazifelerini ve sorumluluklarını duyacak ve dünyada başıboş, nefsani zevkler ve eğlencelerle geçen, ciddi faaliyetlerden yoksun bir tek saatinin bile olmaması gerektiğine inanacak ve hemen işe koyularak Allah’ın kainat uyumunu sağlayan büyük yasalarının şu küçük dünyamıza ait bölümlerinden kendi payına düşen icaplarını gene kendi iradesiyle yerine getirmeye uğraşacak ve bunun içinde hiçbir engel, hiçbir nefsani çekim veya hırs karşısında gerilemeyecek, korkmayacak, yılmayacak, yorulmayacak ve durmayacaktır. İşte en büyük ibadet budur. En büyük kulluk budur. Çünki kulluk borcu, sadece bir yere kapanıp bütün ömrünü baştan başa yalnız Allah’a şükür ve yalvarmayla geçirmek suretiyle ödenmez. Şüphesiz ki, Allah’a kalben her an şükür ve niyaz şarttır; bu bir kulluk borcudur ve zarurettir. Fakat bu hal insanın gene o kadar önemli olan diğer kulluk vazifelerini ihmal etmesine asla sebep teşkil etmemelidir. Bunun yanında, kulun yapmakla mükellef kılındığı önemli ilahi vazifeleri ve Allah’ın emirleri vardır. İşte kulun borcu, bunları da yerine getirmeye çalışmasıyla ödenir. O’nun emri, var ettiği kainatın en küçük zerresine kadar, en küçük hadisesine kadar uyumuna insanın katılmasını ve uyum içinde sürekli olarak bozuk ve falso sesler çıkararak ilahi düzeni bozmaya (ki bunu hiçbir kimse hiçbir vakit başaramaz) çabalamaktan kesinlikle çekinmesini gerektirir. Babasının hiçbir sözünü dinlemeden haylaz haylaz dolaşan, sürekli olarak onun isteğinin aksine hareket eden veya elinden gelmediği halde babasının yapmakta olduğu işleri durmadan bozmaya çalışan asi bir evlat, istediği kadar babasının yüzüne gülsün, onu bir türlü memnun edemez. Aslında böyle davranan bir evlatta da babasının yüzüne samimiyetle gülebilecek yüz ve surat kalmaz. Halbuki insanın ilahi vazifeleri bununla ölçülemeyecek kadar büyük, kapsamlı, ebedi ve zaruridir.

İşte insan, bu gerçeği görür ve bu gerçek yolunda yürümekten zevk duyarak kırılmaz bir azim ve cehitle faaliyete koyulursa, Allah duygusunun öz varlığındaki tatlı ve mutluluk verici, yükseltici sıcaklığını ateşli ve güçlü bir arzu halinde idrak etmeye başlar. Ve bu da aslında kendisine mukadder olan büyük huzur ve mutluluğun bir başlangıcı olur. Ne mutlu ona!..

O halde Allah’a yaklaşmak için büyük bir yardımcı araç olan doğayı incelemek demek, onun karşısında zamanla yok olacak bir gözle bakarken, sonsuz ruh gözü ile de görmeyi ve oradaki düzene, yasalara ve icaplara, bütün fiil ve hareketleriyle ve ruh kudretiyle uymayı bilmek demektir ki, bu da sürekli ve güçlü bir istekle gösterilecek emek ve çaba ölçüsünde dünyada kazanılması mümkün olan en yüksek bir değerdir. Tabii ki her şeyde olduğu gibi, çalışmakla bu da önce yavaştan başlar. Fakat her gün artan alışıklık ve çabayla gittikçe hızlanarak gelişir. İşte bu şartlar altında insan duygu yönünden yükselir, olgunlaşır, tecrübe ve görgüsünü arttırır ve sonunda, ondaki bu duygu yüksekliği öyle bir hadde ulaşır ki, o noktaya gelince insan, Allah duygusunun idrakine en layık durumu kazanmış olur. Bundan sonra da iş gittikçe kolaylaşır, yollar gittikçe açılır, ufuklar gittikçe berraklaşır ve insan o ufuklara doğru ok gibi fırlayarak atılır.

Tabiatı incelemenin ve müşahedenin duygular üzerinde yaptığı tesirler hakkında büyük dostumuz Kadri’nin aşağıdaki sözlerini okuyucularıma zevkle bildiriyorum.

Kadri:  (3.9.1947)

“Ormanlarda grup zamanı bir suya akseden güneş, neler gösterir bilir misiniz? Sonra, kalabalık bir yerde denize batan güneş de bir şeyler gösterir. Yalnız başına bir mağarada günlerce kalmış bir insan, mağaranın kapısının önündeki suya yansımış güneşe bakar, gene bir şeyler görür. Hep bir yansıma… Bir güneşin suya vurmasıdır. Ama çok başkadır. Hep başka başka lisanlarda yazılmış binlerce cilt kitaptan daha değerlidir. Biri maddi, biri manevi, diğeri insanı huşua sevk eder birtakım hakikatleri ona kendi kalbinde duyuran büyük duyguları insana bahşeder. Onun için tabiatın her hareketi her varlığa bir şeyler anlatır. Bunları temiz bir kalp ve tek bir düşünce ile seyretmesini bilene ne mutlu.

İşte bunları yaptıkça, siz de yavaş yavaş benim söylediklerimi duymaya başlarsınız. İçinizden taşan ve dışa doğru akan bir nur etrafınızı kaplar, size birtakım kalpleri bağlar. Ve siz de, çok kuvvetli bir şekilde daima iyiye ve doğruya doğru mesafe aşmaya başlarsınız…

Herkesin gücü birbirinden çok faklıdır. Herkes başka başka duyar, başka şeyleri hisseder (algılar). Herkesin hedefi birdir. Ve hitap, herkesin anlayacağına göre yapılmıştır. Mesela, bir ay doğarken, bir ağacın göstereceği beyaz yüzü, onu seyreden milyonların hepsine ayrı ayrı, başka başka hitap eder. Çünki bunlara tek bir şey söylense idi, o zaman hiçbirisi yararlanamazdı. Bazısı onu bir ay (olarak) görecek, bazısı bir kainat, bazısı ondan kendisinin gideceği yolu soracak, bazısı çorak yerlerdeki kaynakların yerini öğrenmek isteyecek. O da herkesin diline göre hepsinin isteklerini anlayacak. Hep bir anda, bir zaman içinde bunlar olacak. Herkes nasibini alacak. Bunların hiçbiri boşa gitmez.”

Gene aynı dostumuzun tabiatı inceleme yolu ile insan varlığının yüksek duygulara ve kavramlara doğru nasıl kabardığı ve genişlediği hakkındaki sözlerini, ruh alemine bağlı varlıkların bize hediye ettikleri büyük kıymetlerden biri olarak sizlere zevkle takdim ediyorum.

Kadri:  (13.10.1947)

“Karanlık yollar daima kendi içinden ışığını alan bir ışık kaynağı aracılığıyla veya o ışık kaynağı tarafından aydınlatılmış bir araç ile aydınlanır (Güneş ve ay gibi). Yani bir insan, gerçeği ya doğrudan doğruya kendi fikir ve kalbiyle uğraşır didinir, bulmaya çalışır; yahut bunu bulmuş bir adamın aydınlatmasıyla doğru yola ulaşır. Bunların içinde en makbulü birincisidir. Öyleyse ben de sizin birinci şekilde olmanızı istiyorum. Yani size öğretmeyi değil, kendinizin arayıp, bulup ve öğrenip, başkasına öğretmenizi arzu ediyorum.

Göklerin büyük boşluklarına dizilmiş milyonlarca pencereden, size kadar her gün milyonlarca ışık ve manzara sızar. O pencerelerden gelen ışıkları tutunuz. Gözünüzü oradan akseden manzaralara çeviriniz. Kalbinize gelen ilhamlar, size öğretecek birtakım konular ve yararlanabileceğiniz birtakım güzel sözler bulur. Daima her manzara bir şiir gibi, her renk bir müzik gibi, her müzik bir söz gibi ruhta görünür. Siz şayet bir ses duymuyorsanız manzaraya bakınız. Günün birinde o manzaradan size bazı müzik nağmelerinin gelmekte olduğunu duyacaksınız.

Ve gene bir gün bu nağmelerin birer söz haline dönüştüğünü ve sizin anlayacağınız bir mahiyet (nitelik) aldığını göreceksiniz.

Neden daima Allah’ı anarken gökyüzüne bakarlar? Söyleyin bakayım: Bulamazsınız. Çünki dünyada en temiz yer orasıdır. İşte siz de kalbiniz sıkıldığı zaman, ilham kaynaklarınız kuruyunca, oraya bakınız. Allah orada değil, fakat O’na layık en temiz yer, dünyada yalnız orasıdır. Daha başka alemlerde O’na layık olmak değil, yalnız O’nun ismini anarken bakmaya layık olabilecek, belki biraz daha uygun yerler bulunabilir.”

İnsan, tabiatı tetkik ede ede, kalbini iyi ile, güzel ile, temiz ile doldura doldura ve dünyada işlerini daima başkalarının hayrını düşünerek fedakarlık göstere göstere ve nihayet insanlar hakkındaki sevgisinin kapsamını genişlete genişlete, Allah’a yaklaşmak aşkını ve arzusunu ruhunda taşıdığı takdirde, bir gün gelir ki, farkına dahi varmadan, ilahi dalgaların ruhundan fışkırdığını duymaya ve idrak etmeye başlar. İşte o zaman yolunu tekrar saptırmamak, yani içinden doğan büyük ilahi görkemin ululuğu karşısında şaşırıp, kendisini Allah zannetmemek veya Allah’la tek vücut olduğunu sanmamak lazımdır. Fakat şurası da bir hakikattir ki, esasen bu derece yükselmiş bir varlığın tekrar geriye dönerek böyle bir sapıklığa düşebilmesi de artık düşünülemez. Bu sapıklık ancak, henüz görgü ve tecrübesi Allah yolunda bu kadar ilerlememiş varlıklar hakkında hatıra gelebilir. Çünki tekamül ve Allah yolu o kadar uzun ve o kadar sabır ve yumuşaklıkla yürünmesi gereken bir yoldur ki, özellikle bu yolun başlangıcında insanın karşılaşabileceği aşırı derecede taşkınlık, kibir ve gurur duyguları onu çok zararlı hareketlere ve kötü sonuçlara sürükleyebilir.

Sevgili dostumuz Kadri’nin aşağıdaki tebliği bu noktada bizi yeterli derecede uyarıcı niteliktedir.

Kadri:  (5.1.1948)

“Siz Allah’ı buluyorsunuz. Fakat farkında değilsiniz. Herhangi temiz bir duyguyla bir şeyi düşündüğünüz zaman birdenbire içinize gelen haz ve sevinç, sizin Allah’ı andığınızı ve ona giden yolu bulduğunuzu gösteren bir işarettir. Fakat siz bunu Cenab-ı Hakk’ı anarken yapmadığınız için hatırınıza gelmiyor. Ve bu işle olan ilişkinizi düşünmüyorsunuz.

Ben başta ne yazdırdım? O, her şeyde, en ufak kudretiyle her yerdedir. İşte sizin yaptığınız herhangi bir iyilik, O’nu anarken yaptığınız güzel bir iş, size bu hazzı vermiştir. Zamanın ilerlemesi, yukarıda söylediğim gibi bunun sizde görünmesini sağlar. O zaman anlayarak yaparsınız. Fakat hakikat benim söylediğim gibidir. Bunu şimdiye kadar size ne kimse söylemiştir, ne de bilen vardır. Onun için ya çok eskilere giderler, ya da vahdet-i vücut’tan bahsederler. Gerçi maksat birdir, fakat yol yanlış.”

İşte vecd halinin taşkınlığı içinde insanlar, Allah’a karşı olan yönelmelerini kendi kendilerine dünya kelimeleriyle açıklaya açıklaya, günün birinde bu kelimelerin gösterdikleri beşeri manaların tesirine kapılarak, içlerindeki ilahi duygulara ait kavramları dünya görüşüne uydurmak tehlikesiyle başbaşa kalırlar ve bu tehlike karşısında bazen sapıtarak ruhlarının safiyetini kaybetmek yoluna düşerler. Kıymetli ruh dostlarımızdan Kadri’nin bu konu ile ilgili bir tebliğini sunuyorum.

Kadri:  (16.2.1948)

İ.A.- “Cenab-ı Hak, kudretiyle her şeye nüfuz etmiştir, mealinde bir tebliğiniz var. Bu kudret Allah’ın kendisi midir? Yoksa O’ndan çıkan ayrı bir şey midir? Yani Mevla kudretiyle çevrilmiş midir, yoksa kudretine çevre midir, yahut kendisi kudret midir?”

Kadri- “Yukarıda anlatım. Bunlar insanların uydurduğu kelimelerdir. Oğlum, hala anlamadınız mı? O, her şeydir. Her şey.”

Burada bazı okuyucularımızın çok yanlış bir düşünceye saplanmaları ihtimalini düşünerek, biraz durmak mecburiyetini hissettim. Kadri, “Allah her şeydir.” derken, kainatta gördüğümüz ve göremediğimiz yaratıkları kasdetmiştir. Buradaki “her şey” sözünün gösterdiği, Allah’ın kudreti hakkında düşünebildiğimiz bütün kavramlar demektir. Devam edelim:

“Yani kudret dediğimiz kelime esasen O’dur. Milyonlarca dünyalar, yaratılmış her şey, Kadir olan O’nun yalnız en küçük, tasavvur edemeyeceğiniz kadar küçük bir iradesinin eseridir. Tarif edemiyorum. Tasavvurunuzun dışında ufacık bir iradesiyle, size uzun uzadıya anlattığım o milyonlarca alem bir anda mahvolur ve bir anda hepsinin daha milyonlarca katı yaratılabilir. İşte özeti bu. İster, sen bunu Cenab-ı Hakk’ın etrafında gör, ister O’nun içinde ve iradesinde bul. Amaç aynı.. Kavrayış seni aynı hedefe ulaştırdıktan sonra, sen O’nu nerede bulursan kaçırma.

Şuna emin ol ki, gözün kavrayamayacağı küçüklükte bulunan bir yaratığın en küçük bir hareketi bile gene O’nun, o büyük kudretin iradesine bağlanmıştır. Bu nasıl olur? Aklın almayacağı kadar küçüklükte bulunan yaratıkların her biriyle Cenab-ı Hak nasıl meşgul olur? İşte senin ve senin gibi milyonların anlayamayacağı bir şey olacak ki, O’nun büyüklüğünü anlayasın.

O’nu değil, kudretini değil, kudretinin görünen belirtisi olan hareketleri bile hiçbir varlık idrak etmekten ve O’nu en küçük bir şekilde kavramaktan uzaktır. O büyük varlığın lütfuna erişenler de bunu kavrayamazlar. Fakat anlarlar ve öyle anlarlar ki gene anlatamazlar. Onların içine doğan bir kudret öyle bir cevherin varlığını kendilerine hissettirir. Güzel bir manzara karşısında neler hissedersiniz? Fakat bir türlü anlatamazsınız. Anlatmaya çalışsanız birtakım gösterişli cümleler arasında fikirleriniz bocalar, gezinir. Güya başkasına da aynı hissi anlatmak istersiniz ama imkansız. Bu da öyle olur.”

Tebliğin bundan sonraki kısmında Kadri, insanın iradi konularda böyle, gücünün üstüne çıkarak yanlış düşüncelere saplanması tehlikelerine değiniyor:

“Büyük şeyler çok güzeldir. Çok güzel şeyler çok tehlikelidir. Dikkat!.. Siz büyüklüğe özendikçe, onun size yapması muhtemel ağırlıkları ve tehlikeleri daima göz önüne almalısınız. Çok eskiden insanlar, buna yakın bazı hususları idrak etmişler ve padişaha yaklaşan ateşe yaklaşır demişlerdir, değil mi? Halbuki asıl Allah’a yaklaşan, ateşe yaklaşır.”

Fakat tebliğin bu son cümlesinden sonra gelen kısmı, insanın, ancak ruhen hazırlandıktan ve ilahi titreşimleri duyabilecek güç ve kabiliyeti edindikten sonra, içinde duyduğu ilahi duyguların bazılarını tehlikesizce çevresindekilere anlatabilecek durumu gelebileceğini ifade etmektedir:

“Fakat O’nu içinde taşıyan, kendisi de ateş olduğu için, ateşe yaklaşırsa mesele kalmaz. Vakitsiz hareket, insanı felakete sürükler. Bu da önemlidir.”

Allah’ı duymak, Allah’a kendisini vermek herkes için mümkün olmakla beraber, buna liyakat kazanacak bir duruma gelmiş bulunmak da şarttır.

BEDRİ RUHSELMAN