MUKADDERAT VE İCABAT - Dr. BEDRİ RUHSELMAN - BÖLÜM 11

http://www.dunyaana.com/images/bedri%20ruhselman%203.jpgİLLİYET PRENSİBİ KARŞISINDA GÖRGÜ VE TECRÜBENİN ROLÜ

Geçen bahiste, tecrübe, görgü ve bilginin lüzum ve ehemmiyetlerine temas etmiştik. Bu bahsi biraz daha tafsilatlıca gözden geçirmeği faydalı görüyoruz. Biz herşeyin sebebini bilmiyoruz. Bu da şüphesiz, tabiat kanunları hakkındaki görgü ve tecrübesizliğimizin bir neticesidir. İşte tekamül ilerledikçe varlıkların yükselme yolunda yürüyüşlerindeki temponun da o nisbette hızlanacağı, sözünün manasını bu nokta üzerinde durarak aramak icap eder. İnsanlar tekamül ettikçe onların görgü ve tecrübeleri artar. Ve bu artış ruhta birtakım intibaların derinleşmesini mucip olur. Bu intibalar da ruhun bilgi dağarcığına eklenmiş birer hamuledir. İşte bu hamule, yani bilgi hamulesi arttıkça idrak genişler, idrak genişledikçe insanların illiyet prensibine daha ziyade nüfuz etmeleri ve yürüdükleri tekamül yollarını daha aydın ve daha vazıh görmeleri mümkün olur.

Ve bilhassa ilahi irade kanunlarından ne kadar bollukla faydalandıklarını idrak etmeleri kolaylaşır. İşte birbirine bağlı olan bu hallerin neticesi olarak da onların tekamül yolundaki yürüyüş tempoları hızlanır. Yürüdüğü yolu görerek giden bir insan, gözü kapalı, hiçbirşey görmeden yürüyen diğer bir insandan elbette daha süratli ilerler. Ve hedefine daha büyük bir emniyetle varır. Demek ki tekamülle artan bilgi, ayni zamanda tekamülün güzel bir vasıtası olur.

İlliyet prensibini unutup, hayatta geçen her hadiseyi, şuursuz ve maksatsızca hareketlerin tesadüfi çarpışmalarından mütevellit neticeler halinde izaha yeltenen insan zavallı bir bilgisiz kişidir. Ve o, bu işteki vukufunu arttırıncıya kadar oldukça uzun ve nihayeti meçhul, istikameti belirsiz, yorucu ve üzücü yolların, gözü kapalı, şaşkın bir yolculuğunu yapacaktır. O bu yolculuğu sırasında etrafında cereyan eden şeylerin nereden çıkıp nerelerde battığını göremez ki kendisine bu yolculuğu esnasında sürat kazandıracak olan vasıtaları, yani illiyet prensibini neticelendiren tabiat kanunlarını yakalayıp onlardan istifade çarelerini bulabilsin. O varlık; bütün hayatı boyunca, nereden gelip nereye gideceğini idrakten aciz bir koyununkine yakın duygu ve idrak safiyeti ve boşluğu içinde, kendisini çeşitli çıkmazlara ve hatta tehlikeli uçurumlara iten dış kuvvetlerin cazibeli veya tehditkar tesirlerine tamamile pasif olarak terketmiş bir avaredir. Böyle bir yürüyüş zahiren ne kadar emniyetli ve sakin görünürse görünsün hem çok yavaştır, hem de hedefe gidecek yolu çok uzatacaktır.

O halde akıllı her insanın böyle çetin ve uzun hayat yollarına düşmekten korunmasını sğlayici imkanları kaçırmak istemiyeceğini düşünürsek bu imkanların başında bulunan illiyet prensibi hakkındaki derin görüşlerini artırmak ve bilgisini ziyadeleştirmek gayretinden onun biran bile geri kalmamağa çalışacağına inanmamız lazımgelir. Bu bahse dair büyük dostum Kadrinin, insanlara adeta bir hayat düstüru olabilecek kıymetteki öğretici ve ibret verici bir tebliğini yazıyorum.

KADRİ : Mart, 8 1949

<< Hayatta maruz kalınan hadiseler, birer mecburiyetin eseridir. Her işte muhakkak bir sebep aramak lazımdır. Bu sebebin aranması esasa tesir etmemekle birlikte, siz ona lüzumlu kuvveti vermek mecburiyetinde olduğunuzu hissedip, bir emek sarfederek bu işi yürütmeniz lazım.

<< İnsanlar başı boş, yalnız başına bir yerde bulundukları zaman etraflarına bakınarak hiçbir şey düşünmeden bir istikamet takip ederler. Ve yürümeğe başlarlar. O yolda saatlerce yürüdükten sonra karşılarına, senelerdenberi görmedikleri bir arkadaşları çıkar. İşte bu yola sapmak ve düşünmeden yürümüş olmak o arkadaş ile temas hazırlayici bir ön harekettir. Bu sebebi görüp düşünen insan karşılaşacağı diğer vakaları daha tertipli takip edebilir.

<< Büyük ormanlarda, karanlık gecelerde yolunu şaşırmış olan kimse ne bir yıldız, ne bir iz bulamayıp burada vahşi hayvanlar tarafından parçalanmak ve ölmek tehlikesile karşılaşır. Bunlar, hiçbir ümidin kalmadığı zamanda manasız gibi yaptıkları bir yürüyüşle necat yolunu bulmuş ve hayatlarını kurtarmışlardır. Onların o yolu buluşları ne bir talihtir ne de tesadüf. >>

Kadrinin buraya kadar olan sözleri spatyomdan bizi aydınlatıcı tebliğat veren bütün diğer ruh dostlarımızın her an tekrarlayıp durdukları birer hakikattir. Yani bu sözler, bilgileri noksan olanlar için sebepsiz ve maksatsız görünen hadiselerin hakikatte böyle olmayıp bir kainat nizamı içinde planlı bir tertip üzere vukua geldiğini göstermektedir. Tebliğin bundan aşağıki kısımları da bu hadiselerin sebeplerine temas etmektedir:

<< Burada onun ( ormanda yolunu kaybedenin ) erişmeğe mecbur kaldığı bir çok hedeflerin mevcudiyeti ve kendini kurtarmak için cehdetmiş bulunması esası bahis mavzuudur. Arzu ile azim birleşir ve tayin edilen yol üzerinde de bulunulmuş olursa muvaffak olmamak için hiçbir sebep ortada kalmaz. >>

Bilhassa bu son cümleler üzerinde okuyucularımın dikkat nazarlarını çekmek isterim. Geçen bahiste üzerinde durduğumuz bir mevzua burada Kadri de temas ediyor. Yani şunu tebarüz ettiriyor ki bir çıkmazdan kurtulmak, bir halas ve tekamül yolunda ilerlemek için evvela cehit ve irade göstermek lazımdır, saniyen o yolda insanı yürütecek ve selamete kavuşturacak tabiat kanunlarından istifade edebilecek kabiliyeti insanın haiz olması, yani yukarıda Kadrinin dediği gibi tayin edilen yol üzerinde bulunulması şarttır. Fakat bunun içinde bütün bu hareketlerin birer sebeplerinin bulunması lazım geleceğini bilmek ve o sebepleri tayin etmek elbette görgü ve tecrübe ile kolaylaşır.

İnsanın başına gelip çatan hadiselerin ekseri illetlerini, gene o insanın vaktile bilerek veya bilmiyerek kendisinde beslemiş olduğu bazı şiddetli ve candan istekler teşkil eder. Fakat bazan da iş bundan daha gerilere giderek geçmiş hayatlara dayanır ve bize bugün nahoş görünen hadiselerin illetlerini evvelki hayatlarda gene kendi irademizle geçirmiş olduğumuz iyi veya kötü hadiseler teşkil edebilir. Mesela bir insan bir an için bir parmağının eksilmesini arzu edebilir ve hatta bilmeden bunu istiyebilir. Bu hal onun bugünkü kaprisli arzusu veya manasızca bir düşüncesi değildir. Geçmiş bir hayatın, geçmiş herhangi bir hadisesi, birtakım ilahi irade kanunlarının icabatile, bugün belki münasebetsiz ve yersiz görünen bu isteyişi pekala zaruri kılmış olabilir. İşte bu isteyiş, kendisinin tevafuk ettiği tabiat kanunlarından bazılarının icabatına dayanarak günün birinde tahakkuk imkanına ulaşır. Ve o zaman o adamın parmağı zahiren hiçbir maksada dayanır görünmiyen, ehemmiyetsiz bir sebebin tesiri altında ya kesilir, ya kopar veya hastalanıp ölür. Burada yakın bir dostumun müsaadesini alarak kendisinin başından geçmiş bulunan böyle bir vakayı arzedeceğim:

Dostum M… henüz 16 yaşında genç bir çocuk iken arasıra acayip bir fikri sabitin tesirine kapıldığını hissediyordu. Bu tesir altında, sapa sağlam olan sol kolunu sanki hastalanmış veya kırılmış gibi sargılarla sarıp boynuna asar ve öyle gezerdi. Görenler, kendisinin böyle bir şeye heves ettiğini ve özlediğini sanırlardı.hakikatte de o bu kolunun kendisine adeta yabancı olduğu intibaını taşır ve arasıra iki elini karşılaştırarak sol elinin sağ eline uymadığını ve daha biçimli ve güzel olduğunu müşahede ederdi. Bir gün yolda giderken arkadaşlarının büyük bir incir ağacına çokarak incir toplamakta olduklarını gördü ve kendisi de ayni ağaca tırmandı. Ağacın yüksek dallarından birindeki meyveleri koparırken o dal kırıldı ve o da dalla beraber büyük bir irtifadan aşağı yuvarlandı. Sol eli parçalanmıştı, fakat iş bununla da kalmıyarak hastanede yapılan bütün tedaviye rağmen o gün aynı yerde bir gangren başladı ve bir gecede bütün kolu saran bu hastalık yüzünden sol kolunu kestiler.
Bunu alelade bir telkin nazariyesi ile izaha mümkün yoktur. Burada çok evvelden geçmiş sebeplere dayanan birtakım hadiseler birbiri arasına sıralanmış ve günün birinde bu neticeyi doğurmuştur. Bunu ne bir günlük hayatla, ne bütün bir hayatın hadisatile izah etmek de mümkün değildir. Esasen ezelden ebede doğru akıp giden hayat selinin böyle küçücük bir parçasını ele alarak onunla illiyet prensibi gibi koca bir davayı izah etmeğe yeltenmek de doğru olmaz.

İlliyet prensibi hakkındaki görüş ve idrakimizi genişletmek için hayatın her safhasına ait hadisatı ayrı ayrı tetkik etmek ve onların aralarındaki münasebetleri araştırmak ve gelecekte o hadiselerin muhtemel neticelerini düşünmek ve takip etmek çok faydalı bir araştırma usulü olur. Ve bu sayede hadiselerin illet ve neticeleri hakkında esaslı bir idrake sahip olmak imkanı hasıl olur. Gözüne batacak kadar kendisine yaklaşan bir hadiseyi, adam sende işin mi yok, nene lazım, deyip geçmek itiyadında bulunan insanların illiyet prensibi hakkında ve onu kendi hayatlarındaki tatbikatında hiçbir bilgiye ve hakikate vasıl olamıyacakları ve her şeyi tesadüfle, talihle izaha kalkışarak dövünüp duracakları gayet tabii bir bilgisizlik neticesi olur. Akıllı bir adam, kainatta birbirini velyedip giden hadiseler karşısında hiçbir zaman adam sende’cilikle bağdaşamaz. Ve böyle hareket edenler de tesadüf  ve talihsizlik hikayelerini dillerine dolayarak ve boş vakit geçirerek yeniden gelecek talihsizliklerini kendi ihmalcilikleri ve ataletleri yüzünden hazırlamaktansa bir an evvel işe koyulup başlarına gelen felaketlerin giderilmesi çarelerini araştırmağı elbette faaliyetlerinin ön planına alırlar. İşte bu da onların ilerlemelerini hızlandırıcı bir hareket olur. Görülüyor ki iş gene görgü ve tecrübeden elde edimiş bir idrake dayanmaktadır. İdrak, görgü ve tecrübe nisbetinde genişler; düşünce, amel ve hüsnü niyet ise idrak nisbetinde doğru yollarda gerçekleşir; tekamül de, hüsnü niyete dayanan amel ve düşünce ile hızlanır. Bu bir hakikattir. Spatyomdan büyük dostum Kadrinin burada çok kıymetli bir tebliğini zevkle naklediyorum:

KADRİ : Temmuz 30, 1947

<< Ne zaman bir çıkmaza tesadüf eder de bunun mana ve sebebini bulamazsanız bunun ismine siz mukadderat, dersiniz. Onun belki izah edilecek sebepleri vardır. Ve belki mukadderat, yahut sizin el emeğinizin mahsulüdür. Bu bir yoldur ki bazılarına karanlık, bazılarına alaca karanlık, bazılarına günlük güneşliktir.

<< Geri dönülmez bir istikametin içinde yuvarlanan bir varlığın her an karşılaşmağa mecbur olduğu engellerin ismi mukadderattır. Bunların çizilmiş bir çerçevesi olduğunu, her hareketin muhakkak bir aksinin burada mevcut bulunduğunu bilmek ve anlamak da bazıları için mukadderdir. >>

Buradaki derin manaları şu şekilde anlamak mümkündür: Mukadderat büyük bir illiyet prensibi şümulü içinde cereyan eder. İnsanlarda idraklerini bu şümul dahilinde inkişaf ettirdikleri nisbette mukadderatın derin manasını ve mukadder telakki ettikleri hadisatın büyük illetlerini yavaş yavaş anlamağa veya duymağa başlarlar. Bununla beraber illiyet prensibinin büyük halkalarını kimse çözememiştir ve çözemiyecektir. Bu, ilahi bir mevzudur.

Her hadisenin bir hazırlayıcısı ve devam eden bir neticesi vardır. Yani her hadiseye tekaddüm eden ve onu hazırlıyan bir başka hadise olduğu gibi, her hadisenin de hazırladığı müteakip başka bir hadise mevcuttur. Ve bütün bu mukaddem ve muahhar hadiseler birbirine kenetlenmiştir. Fakat Kadrinin yukarıda dediği gibi bu kenedi görebilen insanların, onu görebilmek için idraklerini ve bilgilerini az çok genişletmiş olmaları lazım gelir.

Esasen eğer yapılan işlerin birer neticesi bahis mevzuu olmasaydı ve bunlar yalnız yapılmış olmak için yapılsaydı kainatı bugün başka bir manzara içinde görürdük. Allah hiçbir şeyi sebepsiz ve maksatsız yaratmamıştır. Her şeyin yaratılışında bizim akıllarımızın alamıyacağı büyük hikmetler, maksatlar ve illetler vardır. Bu büyük bir hakikattir.
Binaenaleyh dünyaya gelen her insan eğer dünyanın diğer mahlukatı arasında en önde yürümek şiarını taşıyorsa ( ki öyledir.) ve eğer o insan ilahi yolda yürüdüğünü idrak edebilecek bir kudrete erişmişse (ki öyle olmalıdır ) onun evvela bir büyük hakikat üzerinde durması ve dünya hayatının da muhakkak ilahi bir maksat ve sebep altında var olduğunu ve bunun burada kalmayıp ilerlere doğru uzayıp gideceğini takdir etmesi ve bu takdir kudretini kazanabilmesi için de tabiat ve ruh hadiseleri ve bilhassa vicdanla ilgili mevzular  hakkındaki görgü ve tecrübesini durmadan artırmağa çalışması lazım gelir.
Bazan insanlar çok garip hallere düşerler: Her gün, hatta neticelerini de göre göre bir çok işler yaparlar de gene yaptıkları işlerin hiçbirisinin neticesi ve illeti üzerinde durmak gayretini göstermeği akıllarına bile getirmezler. Ve sırası gelince de, sanki bu işlerde ciddi ve devamlı bir düşünce devresi geçirmiş ve ondan sonra bazı hakikatlere varmış kişilere mahsus bir eda ile, illiyet prensibini bağıra çağıra reddederek her şeyin kör bir tesadüfle veya tabiatın veya Allahın hiçbir maksada dayanmıyan gelişi güzel bir emrile vukua gelmekte olduğunu iddia edip dururlar. Böyle bir hareket tarzı, görgü ve tecrübeye kıymet vermemek olur. Gelin biz böyle yapmıyalım da hayatımızın parça parça bazı safhalarının kısa bir bilançosunu tertipliyerek bu işin mahiyetine doğru birer adım, birer adım ilerlemeğe çalışalım:

Ben evvela bir tek saatlik hayatımı ele alıyorum! Odamda oturmuş, şu yazıları  yazarken birdenbire ayağa kalkıyorum. Ve yanmakta olan sobaya bir kürek kömür atıyorum. Burada bir iş yapmış oldum. Ve bu iş o sırada yapmakta olduğum diğer bir işin, yani şu kitabı yazmak işimin yanında oldukça basit ve onunla hiçbir münasebeti de olmıyan bir harekettir. O halde bunu ben ne için yaptım? Ve eğer sobaya kömür atmasaydım olmaz mı idi? Attım ise hangi maksadı güderek, hangi neticeyi elde etmeği düşünerek bu işi yaptım? Sobaya bu kömürü elbette sırf kömürü atmış olmak için atmadım. Böyle bir hareket hakikaten budalaca bir iş olurdu. Şu halde burada, kömürü atmak bir gaye değil, o sırada tahakkukunu özlediğim başka bir gayenin gerçekleşmesine bir vasıtadır. Daha doğrusu bir neticenin illetidir. Ve işte ben, şu anda düşündüğüm bir maksada ulaşmak için bu işi yaptım. Bu maksat bittabi odanın suhunetinin muayyen dereceden aşağı düşmemesini temin etmektir. Demekki burada, sobaya kömür atmak bir illettir, odanın suhunet derecesinin matlup seviyede tutulması da neticedir. İşte ben odunun yanarak odayi ısıtacağını bilmeseydim odunu sobaya atmıyacaktım. O zaman ne olacaktı? İşte burada illiyet prensibi zincirini bir halka daha ileri uzatarak kendi kendimize şu suali sorarız: Neden odanın suhunet derecesini muayyen bir seviyede tutmak lazımdır? Bunu düşündüğüm anda sobaya odun atmak fiili derhal ikinci plana düşer, yani o andaki şuur ve idrak sahamdan uzaklaşmağa başlar. Zira bir illet olan sobaya odun atmak hadisesi yerine, bu andan itibaren, başka bir hadiseyi hazırlıyacak olan diğer bir hadise kaim olur. Bu da odanın suhunet derecesini sabit ve muayyen bir seviyede tutmaktır. Şu halde şimdi burada odanın suhunet derecesi bir illettir. Bunun da neticesi, yazı yazdığım sırada üşümemekliğimi temin etmektir. İşte illiyet prensibi zincirinde bir halka daha ileri doğru mesafe katetmiş bulunuyoruz. Ben bilgimi illiyet zincirinin bu halkasına kadar uzatabilirsem, yani sobaya odunu ne için atmakta olduğumu idrak edersem bu gayeme, yani üşümemek hususundaki maksadıma daha emin ve kati bir yolda yürüyerek varmış olurum. Aksi halde bir sürü dış ve iç amillerin tesiri altında kalarak yanlış işler yapar ve o sırada bana lüzumlu olan neticeyi alamam. Mesela sobaya kafi miktarda odun atmam, veya hiç odun atmam, veyahut da bir taraftan odunu atarken diğer taraftan da bütün odanın kapı ve pencerelerini ardına kadar açarak odanın ısınmasına mani olurum. Bu takdirde alacağım netice evvelkinden çok farklı olur.

Fakat evvelce de arzettiğim gibi illiyet prensibi bahsinde böyle birbirini takip eden ne için’lerin sonu asla gelmez. Binaenaleyh suallerimizi sormakta devam edebiliriz: Niçin üşümemekliğim lazımdır? İşte gene bilgi zarureti karşısında bulunuyoruz. Bilgisi az insanın bu suali kafi derecede bir vuzuhla izah edebilmesi elbette mümkün olmaz. Bunun için gene birtakım görgü, tecrübe ve bilgilere ihtiyaç vardır. Yani üşüyen bir adamın veya bizzat kendimizin bu yüzden hastalandığını görmüş veya geçirmiş isek yukarıki suali kolaylıkla cevaplandırabiliriz. Ve hastalanmamak için odayı ısıtmak lazım geldiğini idrak etmiş oluruz. Ama iş burada gene bitmez. Ve gene sorularımıza devam edebiliriz. Niçin hastalanmamak lazımdır? Fakat sualler ilerledikçe cevapları bulmak güçleşir, zira o nisbette görgü, tecrübe ve bilginin artmış olması lazımgelir. Mesela yukardaki sorumuzun cevapları çok muhtelif olabilir. Ve bunların içinden çıkabilmek de bir hayli düşünmeğe ihtiyaç gösterir. Mesela, iyi çalışmak için üşüyüp hasta olmamamız lazımdır, deriz. Mesela, hasta olup ölmemek için, deriz. Ve mesela iyi ve rahat bir ömür geçirmek için de deriz…ilh.

Hele bu suali illiyet zicirinin bir halkacık daha ilerisine uzatıverirsek ve mesela ne için sıhhat ve selametle çalışmak lazımdır? diye sorarsak işler büsbütün sarpa sarar ve kolay kolay cevap veremez oluruz. Zira sualler tevali ettikçe hem verilecek cevaplar güçleşir, hem de bu cevapların adedi her defasında onlarca ve yüzlerce misli çoğalarak karşımıza çıkar. Bu da hadiselerin illetlerinin, gittikçe yükseldiğini, karışık muğlak haller aldığını ve nihayet gözden nihan olduğunu gösterir. Mesela bu son sualimize karşı: bir çok neticelerdenbahsedebiliriz; para kazanmak, şöhret sahibi olmak, büyük bir mevkie geçmek, nefsimizi tatmin etmek, mecburi bir vazifeyi yapmak, insanlığın saadetine, tesellisine, gözyaşlarının dinmesine medar olmak, herkes için faydalı işler meydana getirmek…gibi neticelerden birisi bizim buradaki maksadımızın karşılığı olabilir. Hülasa, burada ruhumuzun görgü, tecrübe ve bilgi ile nemalanmış idraki nisbetinde verilebilecek cevaplar vardır. Ve gene ruhumuzun bu kudretlerine göre birbiri arkasına mütemadiyen sorulacak sualler ve bu suallerin gittikçe çoğalan ve karışık haller alan cevapları bulunur. İşte bu sualleri sorabilmek ve onların karışık cevaplarını bulup verebilmek ancak kuvvetini görgü ve tecrübeden almış olan bir bilgi işidir. Kendisini bu bilgiden müsteğni gören bir kimse bilsin ki, bilgisi arttıkça hatasını anlıyacak ve bilgisizliği yüzünden kaybettiklerinin pişmanlığını duyacaktır. Buraya kadar olan mülahazalar ancak şu bir saatlik hayatımın mukadderat bilançosunun küçük bir kısmına aittir. Şimdide bir günlük hayatımızı düşünelim:

Sabahleyin yataktan kalktığım zaman o gün yapacağım işlerin bir kısmı aklımdan süratle geçer. Mesela büroma, hastanedeki işime, şuraya, buraya gideceğim. Oralarda şu veya bu işleri yapacağım. Bunun için de hemen yataktan kalkıp hazırlanmam lazım. Demekki bu günkü hayatımı bu bir kısmını tasarladığım işleri yapmak için geçireceğim. Şu halde bu günkü hayatım, büroda, hastanede, mahkemede, tarlada, kışlada…ilh. Beni bekliyen işleri yapmaklığımın bir illeti ve bu işler de bu günkü hayatımın birer neticesi olacaktır. Fakat benim bu kadarcık bile bir program ile hareket edecek kadar bunları düşünebilmem için gene az çok bir idrake sahip olmaklığım lazım gelir. Ben gene bugün yataktan kalkar ve günümü bunların hiç birisini düşünmeden geçirebilirim. Ve bittabi o zaman hasıl olacak neticeler hakkında benim kabli ve onları manalandırabilecek esaslı hiçbir idrakim mevcut olamaz. Ve ben bu suratle hayatımı bir koyununkine yaklaştırmış olurum. Halbuki hiçbir insan tam manasile böyle bir koyun gibi hareket edemez. Ne de olsa o insanda, sabahleyin gözlerini açınca o günkü hayatının arzedeceği hadiseler hakkında az çok bir endişe mevcuttur. Binaenaleyh bir saatlik hayatımda olduğu gibi burada da ben kendi kendime birtakım sualler sormaktan kurtulamam. Acaba ben ne için bu günkü işlerimi yapmak zorundayın? Yani, daha doğrusu bu işlerden beklediğim neticelerin neler olması lazımgelir? Bunu şöyle de düşünebilirim: Hangi zaruret veya esaslı gaye uğrunda ben, bu günkü hayatımı ve ruhi faaliyetlerimi vasıta olarak kullanmağa mecburum? İşte bilhassa burada, insanların tekamül dereceleri, ihtiyaçları ve yükselme zaruretleri karşısında verilebilecek cevapların tehalüfü ve o yolda verilecek kararlardır ki ruhların görgü, tecrübelerinin oldukça ileri bir durumda olmasını icap ettirmektedir. Ve herkes ancak bu görgü ve tecrübesi nisbetinde vereceği veya tahakkukunu özliyeceği kararlarla, illiyet prensibinin halkalarından kendisine en uygun olanını yakalıyabilecek ve doğru yolunu bulmuş olacaktır. Onun bu husustaki görgü ve tecrübesi ne kadar az ve binnetice idraki ne derece dar ise kararları da o kadar basit, maddi ve nefsani olacak ve bittabi bunlardan alacağı neticeler de o nisbette kendisi için kısır kalacaktır. Mesela şimdi ben bu cevapların en basitlerinden bir tanesini ele alacağım: Bu gün çalışmak zorundayım, çünkü ekmek parasını kazaneceğım. Aksi halde beni işimden kovarlar, çoluğum, çocuğumla birlikte aç kalırız… ilh. Bu basit görüş ve düşünüşe nazaran burada çalışmak illet, ekmek parasını kazanmak neticedir. Fakat: ne için ekmek parası kazanmak istiyorsun ve neden yaşamak istiyorsun veyahut da neden çoluğunun, çocuğunun  hayatını niçin korumak istiyorsun, diye sordukları zaman benim bilgim bu suallerin cevaplarını ekseriya bulup verebilmeme müsaade etmez. Ve burada ben çok defa hissi konuşmağa başlarım. İşte nasıl bu suallerin cevaplarını vermekte güçlük çekersem, öylece bu gün yapacağım işlerin illiyet prensibine göre vaki olacak yüksek tecelliyatının sürprizleri de benim için o kadar fazla ve hatta belki de tatsız olur. Mesela o gün çocuklarımın ekmek parasını kazanacağım diye kendimce en haklı ve yegane bir sebep olarak taşıdığım düşüncelerin emniyeti içinde o günkü işime başlamak üzere daireme gittiğim zaman bana: sana ihtiyacımız kalmadı, işine nihayet verdik de diyebilirler. Ve o zaman benim hesabımda ve sebep listemde mevcut olmıyan bu netice karşısında şaşırıp ümitsizliğe ve bedbinliğe düşebilirim.

Çünkü bu neticeyi ben izah edemiyecek durumdayım ve onun manasını anlayıp kabul edebilmek benim için o anda mümkün olmaz. Bu hal karşısında isyan ederim, yese kapılırım, ona buna çatmağa kalkarım, talihsizlikten şikayet ederim, Allaha karşı serzenişte bulunurum v.s  İşte bütün bu hareketlerim, bu neticenin, yerinde ve benim için en uygun olduğunu kendi kendime karşı o anda izaha medar olacak görgü ve tecrübeden mahrum bulunmaklığımdan ileri gelmiştir. Ve ben bu hareketlerimle o sırada çok kötü ve beni tekamülümde bir müddet duraklatabilici kararlar da verebilirim ki bu kötü kararlarımın gelecek zaruri neticeleri de ondan sonraki mukadderimin çizilmesine sebep olur. Burada gene görgü ve tecrübenin tekamülde ne kadar ehemmiyetli bir rol oynadığını görüyoruz.

Fakat ne kadar yüksek olursa olsun hiçbir insanın görgü ve tecrübesi bütün kainatın kanunlarına şamil olamaz. Her varlığın az çok ilerki merhalede o an için görgü ve tecrübesinin çizilmiş bir haddi vardır. O haddin ötesine o varlığın görgü ve tecrübesi, bilgisi ve idraki bir adım dahi gidemez. Ancak ruhun ebediyen ve durmadan vaki olan tekamül yolundaki cehit ve gayretleridir ki bu hudut da hiçbir zaman öylece olduğu yerde durmaz, mütemadiyen ve merhale merhale ileriye doğru genişliyerek uzanıp gider. Fakat evvelce de söylediğimiz gibi, hiçbir vakit, esasen sonsuz olan kainatın ve ilahi irade kanunlarının bu sosuzluğuna erişemez. Fakat ruhların tekamülleri ilerledikçe onlar için, illiyet prensibi zincirinin halkaları binler ve milyonlarca kombinezonlar arzederek çoğalır, mudilleşir ve bu kompleks içinde bu hali hazmedebilecek duruma gelmiş olan varlık için şayanı hayret güzellikler arzeden bir ihtişam, bir ahenk, ve aklımızın asla alamıyacağı bir başka tertip maydana çıkar. Esasen o dereceye gelmiş, yükselmiş bir varlık da kendi muhiti içinde çok tabii gördüğü bu halden her türlü istifadeyi temin etmek kudretini göstermekten geri kalmaz. Artık düşüncesini buralara kadar uzatabilmiş varlık için de, bir saatlik ömrün bilançosile, bir günlük ve bir bütün hayatlık hadisatın bilançosu birbirine karışır, birbirini destekler, tamamlar ve birbirine yardım eder. Yani zincirin halkaları bütün netliği ile tebarüz eder. Bütün bu ahenk içinde mudilleşen hadiseler, ve hareketler hep ayni gayeye doğrudur. Bu gaye müteali, ilahi iradenin istihdaf ettiği ruhların ebedi tekamülünü ifade eder. Gerçi bu gaye yolundaki süratin derecesi, ruhların cehit ve gayretleri, iyi veya kötü niyetleri, nefsani veya vicdani duygu ve düşünceleri ile çok mütenevvi olur. Ve bu ayrılık tutulan yolda uzun, kısa, düz, çarpık, rahat, çetin, zevkli, ıztıraplı…seyahatlere sebep de olabilir. Fakat ne olursa olsun, ne kadar uzun ve çapraşık, çetin haller alırsa alsın bütün bu yürüyüşler günün birinde muhakkak surette o büyük ve herkes için mukadder olan ilahi saadet ve kurtuluş sahalarına ulaşacaktır. Görgü ve tecrübesizliği yüzünden ebedi seyahatinin belki çok küçük bir kısmını ne kadar sapıkça geçirmiş olursa olsun, her kul muhakkak ilahi nimetlerin büyük saadetlerini doya doya hissedecek ve Allahın büyüklüğünü öz varlığında gittikçe artan bir zevk içinde yudum yudum tatmak bahtiyarlığını idrak edecektir. Ve işte insan bunun için mesuttur, bunun için tebrike şayandır. Ne mutlu insana !...

Demekki görgü ve tecrübe ne kadar artarsa idrakin hududu o kadar genişler ve idrakin hududu ne kadar genişlerse illiyet prensibi mefhumunun manası ve zaruretleri o kadar mükemmel anlaşılır. Ve illiyet prensibi mefhumu anlaşıldıkça da insanın duyguları, düşünceleri ve amelleri o nisbette berraklığa, vezahate kavuşur ve o nisbette verimli neticeler doğurur ki bunun bir adı da tekamüldür.

BEDRİ RUHSELMAN