MUKADDERAT VE İCABAT - Dr. BEDRİ RUHSELMAN - BÖLÜM 9

http://www.dunyaana.com/images/bedri%20ruhselman%202.jpgİLAHİ İRADE KANUNLARI KARŞISINDA VARLIKLARIN İRADELERİ

İlahi irade ile, insan iradesinin hiçbir şekil ve surette ve hiçbir yoldan mukayase ve müşabehetinin bahis mevzuu olmadığı hakkındaki imanımız en büyük hakikatlerden birinin ruhumuzdaki ifadesidir. İlahi irade kanunları karşısında, onlarla boy ölçüşmek şöyle dursun, nisbet dahi edilebilecek hiçbir irade yoktur. Şu halde insan iradesini inkar etmek mi lazımgelecek? Asla!...İşte yukarıda serdedilen sual ve cevabın manalarını izah etmekle, mukadderat bahsinin en güç ve içinden çıkılmaz bir bahsini, beşeri kudret ve imkanlarımız nisbetinde daha kolaylıkla anlaşılabilir bir hale sokmuş olacağımızı sanıyorum. Burada evvela irade ve tahayyül bahisleri üzerinde uzun uzadıya konuşmak icap ederdi. Fakat oldukça uzun olan bu mühim bahisleri bazı zaruretlerle başka bir kitap halinde çıkarmağa karar vermiş bulunduğumuz için irade hakkında burada çok kısa ve ancak mevzuumuza yeteri kadar konuşacağız.

Varlıkların kudretile mütenasip olarak iradelerini kullanmakta tamamen serbest olduklarını tebarüz ettirmek, irade hakkında burada söyliyeceğimiz sözlerin başında gelir. Bu serbestlik hem mümkündür, hem de onların tekamül derecelerine uygun olarak Allahın iradesi kanunlarile lütfedilmiş, bir haktır. Bu fikir üzerinde bir az durmaklığımız lazımgeliyor. Bir varlık neyi düşünebilirse, daha doğrusu neyi istemek kudretini gösterebilirse iradesini o yolda kullanmak hürriyetine her an maliktir. Ancak, bir şeyi istemekle iradeyi o yolda seferber etmek arasında çok büyük farklar olduğu gibi, bir şeyi istiyebilmenin de zannedildiği kadar kolay ve her zaman mümkün olmıyacağı bilinmelidir. Herkes, bir çok şeyler istemekte olduğunu zannedebilir, fakat istemenin hakiki manasını iyi anlamış bulunanlar, onların, istediklerini zannettikleri bu bir çok şeylerin gene birçoklarının istemekten, daha doğrusu istiyebilmekten çok uzak olduklarını pekala takdir ederler. İstek alalade bir arzu değildir. İsteğin içinde başta inanmak olduğu halde, daha bir sürü ruh kudretlerinin faaliyeti mündemiçtir. Bunları irade ve tahayyül hakkında yazacağımız müteakip eserde tafsilatile arzedeceğiz.

İşte bu şartlar altında ruhta doğmuş birer istekken istikametlerini alan iradelerdir ki tam bir serbestlik hakkına malik bulunmaktadırlar. Filhakika bu şartlar altında faaliyet gösteren herhangi bir iradeyi ilahi irade kanunlarının icabatından başka dışarıdan herhangi bir manianın durdurmasına ilahi irade kanunları cevaz vermez. Eğer hadiseler bunun aksini gösteriyorsa, yani böyle herhangi bir insanın iradesinin dış amiller tarafından kösteklendiği haller görülüyorsa bunun sebebini dışarıda değil, gine bizzat o insanın bilerek veya bilmiyerek vaki olan kendi istek ve tahayyüllerinin ilahi irade kanunlarına göre neticelendirmiş olduğu hayat şartlarında aramak icap eder. Ve işte bu da Allahın varlıklara bahşetmiş olduğu en güzel ve en ali imkanlardan ve bahşayişlerden biridir.

İlahi irade kanunları, varlıkları daima mükemmelleştirmeği, durmadan, bir son merhale mefhumu tayin etmeden ebedi tekamüllerinde daima ileriye doğru yürütmeği istihdaf etmektedir. Fakat bir varlığın, iradesini başka bir varlığa teslim ederek kendisinin otomatik bir makine gibi çalışması ile tekamül edebilmesi mümkün olamaz. İradenin esareti, tekamülü köstekler. İradesini bizzat kullanmıyan, onu başka bir iradeye terketmiş bulunan bir varlık yürümüyor, itiliyor, demektir. Halbuki tekamül için itilmek değil, yürümüş olmak lazımdır. Ve bu yürüyüş de: iyiye, güzele, yükseğe ve sonu gelmiyecek olan müteal realitelere doğrudur. Ve bu mesafeler yürüyerek katedilir, itilerek değil. Eğer tekamül itilerek de mümkün olsaydı, yerde duran bir taş parçası da insan gibi tekamül ederdi. Ve bir ot parçası ile insan arasında da tekamül farkı kalmazdı. Halbuki iş böyle değildir. Zira evvelce de söylemiş olduğumuz gibi tekamül bir imtiyaz değil, bir kazançtır. Ve her kazanç ancak muayyen yolda sarfedilecek emek ve cehit mukabilinde elde edilir. Şu halde her noktasında yalnız ve ancak başka bir iradenin sürüklediği tek bir iz üzerinde hareket etmek esaretine düşmüş bir insan bu esaretinin şiddeti derecesine göre tekamülünden geri kalır.
İşte bunun içindir ki bir iradenin kendinden başka bir diğer irade altına girmesini ve o irade ile makine gibi hareket etmesini biz, mükemmelleşmenin değil, iptidaileşmenin bir alameti ve hatta illeti sayarız.

Bütün tebliğatın söylediği gibi varlıklar ezeli ve ebedi tekamül halindedirler. Esasen varlıkların tekamül yürüyüşü uğrunda, önüne geçilemiyecek kadar şiddetli ilcaları vardir. Demek ki var oluş, tekamüle doğru bir hız alıştır. Nasılki yokluk fikri bir çöküntüyü, bir boşluğu ifade eder. Şu halde, varlığın her anı, bir evvelki anına nazaran bir hatvelik tekamülün ifadesidir. Yaratılmakla bu tekamül zaruretine girmiş bir varlık nasıl olur da tekamül için zaruri olan iradesinin serbestliğinden mahrum bırakılır? Allah, Mutlak Kemaldir. Onun hiçbir eserinde, Mutlak Kemal ismile telifi mümkün olmıyacak hiçbir nokta yoktur. Belki bizim her işimizde bir kusur, bir noksanlık mevcuttur. Fakat bizim görüşümüzle Allahın görüşünü tayin etmeğe kimse cüret etmez.

Şu halde tekamüle, bizzarure teşne bulunan varlıları yaratmakla, Mutlak Kemalinin yanılmaz bir büyük eserini ortaya koyan Allah, tekamülün aleyhindeki her hareketi ilahi irade kanunlarile, tekamülün lehine kullanmağı varlıklara zaruri kılmış ve bunun için de onların iradesini hür yaratmıştır. Eğer bu iradenin hürriyeti ortadan kalkarsa varlıklar tekamül edemezler. Bu hale nazaran hiç bir varlığın, ilahi irade kanunları icabatı dışına çıkabilmesi bahis mevzuu olamaz. Çünkü esasen hiçbir varlık tekamülünün dışındaki bir harekete tevessül edemez. Bu, onun oluş halile kaim bir zarurettir. Ve işte gene bu zaruretledir ki onun, ilahi irade kanunlarile taayyün etmiş irade serbestliğini kullanması h yürüyüşün iki muhtelif cepheden görünüşüdür. Bunlardan birisinin zaruretini inkar etmek, diğerinin varlığındaki manayı ortadan kaldırır. Yani tekamülü, ilahi irade kanunları zaruri kıldığı gibi, varlıkların, iradelerini serbestçe kullanabilmeleri keyfiyeti de tekamülün bir zaruretidir. Binaenaleyh bunlar tamamen birbirine bağlı hareketlerdir. Bu fikri aşağıdaki misal ile daha iyi izah edebileceğiz:

Ben bir yolculuğa çıkıyorum. Hedefim C… memleketine gitmektir. Oraya teyyare ile, vapurla, trenle, otomobille, araba ile ve hatta yaya olarak da gidebilirim. Veyahut yola çıktıktan sonra bunları değiştirebilirim de. Fakat ne olursa olsun oraya gidebilmek için muhakkak o vasıtalardan birini kullanmağa mecburum. Bundan başka, o memlekete gidebilmekliğim için bir takım yollardan da geçmekliğim icap eder. Bu yollar da çok muhteliftir. Denizden giderim, karadan giderim, cenup, şark, garp istikametlerinden gitmeği tercih ederim, havadan giderim…ilh. Fakat ne olursa olsun oraya mutlaka gitmeğe mecburum. Ve gene ne olursa olsun oraya gitmek için muhakkak ortada mevcut olan ancak bu vasıtalardan ve yollardan birini tercih etmek zorundayım. Şu da var ki benim o memlekete gitmekteki gayem ve maksatlarım ancak, oraya kadar olan seyyahatim esnasında göstereceğim şahsi gayret ve sarfedeceğim emek nisbetinde tahakkuk edebilecektir. O halde, bu seyahatim esnasında kullanmak zoruda kaldığım vasıtaları ve yolları tercih etmek ve o vasıtalardan şu veya bu tarzda, az veya çok nisbette istifade etmek hakkı veya mecburiyeti bana verilmiştir. Yani mesela hiçbir kuvvet emrederek veya benim, kendi hüviyet ve şahsiyetime ait istek imkanını ortadan kaldırarak kendi arzu ve iradesine göre bana: sen şu yoldan ve şu vasıta ile gideceksin diye beni kurulmuş bir makine gibi sevketmiyecektir.
İşte benim, bu vasıtalardan herhangi birini, herhangi bir yolda kullanmak imkanına malik oluşum, buradaki istek, irade ve tahayyül kudretlerimin en geniş manadaki serbest kullanılış hallerini ifade eder. Ve ben muhakkak gitmek zorunda bulunduğum o memlekete, kullanacağım bu vasıtalardan birinin nevine ve o vasıtayı kullanabilme kabiliyetimin derecesine ve onun süratine veya yavaşlığına göre kısa veya uzun zamanda, az veya çok güçlük çekerek gidebilirim.

Demekki burada, bu mütenevvi vasıtalardan birini kullanmanın, benim tamamen ihtiyarıma bırakılmış bir iş olması nasıl bana verilmiş bir hak ise intihap edeceğim o vasıtanın, seyahatimin neticesi üzerinde yapacağı müsait veya gayri müsait tesirlerini tatmak da tamamen ve yalnız benim şahsıma ait bir keyfiyet olacaktır. Mesela eğer ben, oraya gitmek için öküz arabasını intihap etmiş isem bu vasıta ile havada uçar gibi süratle gitmeği bekliyemem. Keza vasıta olarak bir vapura binip denizin ortasına açılmış isem o vapur hiç olmazsa bir karaya yanaşıncıya kadar deniz yolculuğunun bütün icaplarına uymağa mecburum. İşte bu mecburiyet o inhitap ettiğim tarz ve hareketin bir icabıdır. Ve ben, bu icaptan kendimi, içinde bulunduğum şartları değiştirmenin yolunu bulmadıkça asla kurtaramam. Ta ki bu vapur bir sahile yanaşır ve ben, gene ister ayni vapurla yolculuğuma devam ederim, istersem vapuru orada terkederek seyahatimin müteakip kısımlarını daha münasip gördüğüm vasıtalardan birisi ile tamamlarım.

İşte benim burada görgü ve tecrübesizliğim bazan bu inhitap işinde beni yanıltabilir. Ve o zaman seçmiş olduğum yollarda güçlük çekmeğe başlarım. Bu hal ekseriya yolumun daha uzamasını, yollarda arasıra takılıp kalmamı intaç eder. Hatta inhitap etmişi olduğum vasıtalara intibaksızlığım daha ileri derecede olursa bazan yolumu büsbütün şaşırır ve gideceğim memleketin istikametini kaybedebilirim. Ve o zaman kendisinden yol soracak birisini aramağa başlarım. Ve o rehberi bulunca hemen ondan, gitmek istediğim memlekete beni götürecek yolların istikametlerini ve vasıtalarını sorup öğrenmeğe çalışırım. Ve gene onun bana gösterebileceği muhtelif yollardan hangisi işime ve hesabıma uygun gelirse onu kabul eder ve o yolda seyahatime devama başlarım. Zira o memlekete gitmekliğim zaruridir. Ve bunun için de muhakkak bir yol ve bir vasıtaya ihtiyacım olacaktır. Ve bu vasıtayi de mutlaka ihtiyarımla kabullenmem icabetmektedir.

Görülüyor ki beni bu seyahatimde kimse şu yada bu yola, şu veya bu vasıtaya zorla sevketmemektedir. Ancak, ben bu yolculuktan ihtiyacım nisbetinde yardımcılar arıyor ve irademi kullanıyorum. Burada irademi kullanmak serbestliğime o kadar dikkat edilmiştir ki hatta en nazik ve tehlikeli zamanlarda bile iradem harekete geçmedikçe beni o tehlikeli durumdan zorla kimse kurtaramıyor. Mesela vapurda giderken ben sapıtıp yoluma devam etmekten vazgeçerek herhangi görgüsüzce bir hareketle karaya çıkacağım diye kendimi denize de atabilirim. O zaman, yani boğulmak üzere iken bile beni kimse kolumdan zorla tutup yukarı çıkaramaz ancak, gene kendi isteğim, iradem ve cehtimle tutunup bu felaketten kurtulabilmem için halat atarlar ve  bu atılan halatı tutmaklığım için yukarıdan bağırışırlar. Eğer ben bu halatı tutmaz ve beni gelip kurtarsınlar diye kendimi suların cereyanına hiçbir cehit sarfetmeden kapıp koyuverirsem ne halat atanların, ne halatı tut diye bağırışanların ve ne de herhangi bir başka yardımcının imdadı bana yetişemez ve ben belki birdaha ebediyet kadar uzun bir müddet bu seyahate devam edememek üzere boğulup giderim. Veyahut da, boğulmadan evvel son ümitsizce haykırışlarımla koşan hayırkar bir yardımcının sesi kulağıma çarpar. Fakat o anda bile bu ses beni kaldırıp dalgaların arasından dışarı fırlatmaz, bana ancak şunları söyliyebilir:( ey gafil adam! Sen kendini denize atmakla bir yanlış yola saptın. Ve yolculuğunun gayesini unuttun. Sana ancak bir vasıta olacağını bildiğin bu vapuru ve denizi kendine bir gaye edindin. Ve yolculuktan ayrılarak kendini denize attın. Bu deniz artık sana bir yol değil, bir mezar olacaktır. Bu hakikati şimdi gözünle gördün ve anladın mı? ) Bu söze karşı ben gene kulaklarımı tıkarsam esasen bir nefeslik kalmış hayatımı orada tüketirim. Aksi halde, o sesin sahibine hatamı itiraf eder ve yoluma tekrar devam etmek arzumu açıklarsam bana doğru ; kurtarıcı bir el uzanır. Fakat gene onu ben, kendi isteğimle, kendi irademle ve kendi cehit ve gayretimle tutmağa mecburum, eğer kendimi kurtarmak istiyorsam!... Fakat ondan sonra bu sapıkça hareketimin neticesi olarak çekmiş olduğum korkunç sıkıntılar bana güzel bir ders olur. Ve bu ders, bu gibi seyahatlerde lüzumlu olan görgü ve tecrübelerimi arttırır. Ve müteakip hareketlerimde, irade serbestliğimi artık böyle kötü ve zararlı yollarda kullanmamağa çalışmama sebep olur. Bilgi, görgü yolu ile ve bilhassa daha tecrübeli kişilerin iyi niyetle ve kendi menfaatlerini feda ederek sırf beni desteklemek için yaptıkları nasihatlere, irşatlara kulaklarımı açarım. Ve bütün bu kudretleri biraraya toplıyarak onlardan aldığım hız ile seyahatimde bana en münasip olacak yolu ve vasıtayi seçmeğe çalışırım.

Demekki bu yolda yürümekliğimi takdir eden icaplar, ayni zamanda benden beklenen irade serbestliğimi, münasip ve doğru yollarda kullanabilmekliğim için beni hazırlayıcı her imkanı ve yolu da önüme sermiş bulunmaktadır.

İşte ilahi irade kanunları karşısında varlıkların iradesi, çok kaba bir görüşle yukarıda vermiş olduğumuz seyahat misalindekine benzetilebilir. İlahi irade kanunlarının istihdaf ettiği tekamül safhaları, bütün varlıklar için ulaşılması zaruri olan birer yolculuk merhalesidir. Ve o merhalelere varlıkların selametle ulaşabilmelerini sağlayici vasıtalar ve yollar da gene ilahi irade kanunlarının namütenahi icaplarıdır. Biz ancak, tecrübelerimizin ve tekamül seviyemizin ruhumuza kazandırmış olduğu kudretlerden doğan isteklerimizin keyfiyet ve kemmiyetlerine göre ve bunların yanında bilhassa yardımcı varlıkların irşatları ile bu kanunlardan birinin veya diğerinin icabatına uymak, uyduktan sonra, bu uygunluk devam ettiği müddetçe o icabatın çizmiş olduğu istikametlerin boyunca ister istemez yürümek zorunda ve ihtiyacındayız. Bu bir hakikattir.

İnsanların yalnız dünyadaki hareketleri değil, spatyoma gittikten sonra ve daha yukarlara bile çıkarken olan hareketleri dahi ancak kendi tekamülleri nisbetindeki istek ve iradelerindeki sevkile ve muhayyilelerinin hitap ettiği varyeteler içinde vukua gelmektedir. İşte aşağı mıntakalarda ve bilhassa dünyamızda bu yoldaki hareketlerin inhitap şekil ve tarzlarında ekseriya vukua gelen isabetsizlikler, o insanın hayatında karşılaşacağı müşkilatın ve çekeceği meşakkatlaerin belli başlı amillerinden birisini teşkil eder. Bununla beraber dikkat edilirse bütün bu hareketlerin  de ancak gene birtakım kanunların ve icapların tesiri ve yardımı ile tahakkuk imkanına ulaştığı görülür. Halbuki bu kanunlar ve onların icapları Allahın iradesinin kainattaki birer tecellisidir. O halde, bu kanunların icaplarından, kudretile mütenasip bir serbestlik içinde, istifade imkanı kendisine bahşedilmiş bir insan için; odaları, salonları tekmil köşesi bucağı kurulu bir billur köşk gibi, bütün hadiseleri şuunatı ezelden tesbit edilmiş ve hiç bir parçası bir kıl kadar dahi değişmiyecek şekilde ebede kadar hazırlanmış ve donup kalmış bir hayat mukadderi asla mevcut değildir. Kader muhakkak ki bir icaptır ve bu icapta ihtiyar olunan herhangi bir hareket tarzına göre gerçekleşmiş bir zarurettir. İyilikleri icap ettiren hareketler nasıl insanın görgü ve tecrübesile nemalenmiş bir isteğin mahsulü ise kötülükleri, daha doğrusu insana kötü gelen halleri icap ettiren hareketler de öylece, o insanın görgü ve tecrübe kıtlığı yüzünden ileri gelmiş bir sapıklığın neticesidir.

Allaha karşı küfredenler de vardır. Bu kadar dehşetli ve korkunç olan kötü bir hareket de mi mukadderdir? Kulun, kendisine bu kötü hareketi yapmasını Allah mı istemiştir? Bu ne kadar sakim ve cüretkarane bir düşünce olur? Halbuki o kul, takdir etmeden ve neticelerini idrak etmeden ancak kendi ihtiyarile bu kötü hareketi yapmış bir biçaredir. Bununla beraber böyle manasız ve nalayık bir hareketinden o biçareyi, hiçbir ilahi kuvvet alakoymuyor. Hatta müreffeh bir hayat içinde, müsaadeli bir şekilde yaşıyabilmesi, bu sakametinde ve sapıkça hareketlerinde bütün serbestliği ile hareket edebilmesi imkanlarının da onun önüne serilmiş olduğunu göstermeğe kafi gelmiyor mu?

MUSTAFA MOLLA : Şubat, 21 1948      Medyom: M Aray.

<< Size önceleri de tekrarladığım gibi insan buraya da ( spatyoma, B.R ) gene kendi irade ve istekleri dahilinde ve isabetli ve isabetsiz karar ve isteklerile geliyor. Hatta buradan yukarıya gitmeniz veya tekrar dünyanıza dönmeniz gene sizin kendi isteklerinize bağlı hadisattandır.          

<< Allah nasıl olur da sizi ancak kendi isteği dahilinde çevirip idare eder ki o takdirde ne şahsiyetinizin, ne de hayatınızın manası kalır. Dikkat etmiyor musunuz: sizin için Allahın hakim olan tarafı değil, fakat sadece kanunları vardır. Bu kanunlar ne Allahtır ne de insan! Hadiselerin cereyanı ise ne Allahla ne de böyle kabli bir hüküm ittihazile tesbit olunmuş herhangi bir şekil ve suretle alakadar değildir. İnsan ilelebet hürdür.

<< İyiliklerin sizi ne kadar yüksek merhalelere yükseltmekte olduğunu, ruhen ne kadar ve nasıl derinleşip adeta sonsuzluğu teneffüs eder, hale geldiğinizi pekala anlıyorsunuz. O halde ne için tekrar fenalıklara, sukuta rıza gösteriyorsunuz? Bu da mı Allahtan?

<< İyi haller Allaha doğru, fakat kötü halleriniz kime doğrudur? Ne için düşünmezsiniz ki Allah bize nihayetsiz bir hürriyeti şahsiye ve iktidarı ruhiye verdiği halde bütün amal ve seviyelerimizi ancak Onunla kaabili ifade görüyoruz?

<< Bu dava ezeli bir cidal safhasıdır. Yaşıyacaksınız. Pek iyi, pek fena. Fakat muhakkak gayeye uygun düşecek seviye ve idraki illa istihsal etmeniz lazım ve mecburidir. İster bin kere dünyaya gelin, ister bir kere. Ne elde ederseniz sizin içindir.

<<Allah, Allaha küfredenleri helak ediyor mu? Onların sizden daha müreffeh olduklarına çok kere şahit olmuyor musunuz? Bu, ne mana ifade eder?>>

Yalnız Allaha karşı değil, en küçük bir insana karşı da yapılması caiz olmıyan hareketleri yapmakta insan tamamile serbest birakılmıştır. Eğer insanlar iradelerinde böyle serbest bırakılmış olmasalardı  bu kötü hareketlerini yapmağa değil, yapmak niyetine bile teşebbüs edemezlerdi. Zira Muazzam kainatın içinde bir zerreden ibaret kalan biçare insan oğlunun bu büyük ve muhteşem mekanizma içinde çiğnenip giymesi, milyarlarca ton ağırlığı altında bir sivri sineğin ezilmesinden daha küçük bir hadise olurdu. Fakat böyle olmuyor ve bir bedbaht kişinin, Tanrıya karşı küstahça küfretmesi, bütün kainatın yüksek varlıklarını titretirken kendisinin bir tek kılını bile oynatmıyor. Ve bu hareketsizlik, o varlığın bizzat kendi kudretleri ve nuru parlayinciye kadar devam ediyor. İşte ancak kendisi için bu mesut anın gelişini müteakiptir ki o adamın bu hareketsizliği birdenbire şiddetli bir kasırga tufanı halini ve bütün kainatı kendisine zindan edercesine bir azabın eşiğinde canlanacaktır. Demekki bu da kendisine gene, dışardan verilmiş bir azap değil, bizzat kendi ruh uyuşukluğunun bilahara meydana çıkan şiddetli aksülamelleridir.

İnsanlar ve bütün varlıklar ruhlarının tekamül derecelerinin müsadesi nisbetindeki hayat seviyesine uygun alemlerde ve muhitlerde yaşarlar. Ve içinde yaşamağa mecbur bulundukları o muhitlerin ve alemlerin tabi oldukları tabiat kanunlarının icaplarına uymak zaruretinden de kendilerini hiçbir suretle kurtaramazlar. Başka bir yerde, hiçbir insanın elini kolunu sallıyarak yürüye yürüye aya kadar gidip gelemiyeceğinden bahsetmiştim. Çünkü dünyanın kanunları buna müsait değildir. Ve insan bu dünyada yaşamak zorunda kaldıkça bu kanunların icabatının şümulü dışına çıkamaz. Fakat bir insan ruhu tekamül ederek daha yüksek bir madde aleminin teşkil ettiği bir muhitte yaşamak ehliyetine vardıktan sonra o muhitin daha müsait kanunlarından istifade ederek dünyamızda yapamadığı işleri tabi bir kolaylıkla oralarda yapmak imkanını pekala bulabilir. Netekim dünyamızda bile, mesela bir karınca alemine, bir tayyare yapıp Avrupadan Amerikaya beş on saatte uçup gitmesine imkan verilmemiştir. Ve bu da karınca alemini, insanlık aleminden ayıran bir sürü tabiat kanunlarının kati icaplarından ileri gelmektedir. Şu halde bir varlığın, içinde bulunduğu alemin tabii kanunlarının üstüne çıkabilmesi imkanı ona verilmiştir, ancak bu imkan onun tekamülü ile elde edeceği yüksek kudretler nisbetinde mümkün olacaktır. İşte bunun içindir ki emeksiz yükselme ve yükselmeksizin kudret iktisabı yoktur. Bu hakikat anlaşıldıktan sonra haklı olarak denilebilir ki: insan daima yüksek nasibini ve kaderini gene kendi cehit ve iradesinin mahsulü olan tekamülü derecesine göre kazanmış olduğu liyakat ve kudret nisbetinde elde eder. Daha doğrusu, insanların yaşadıkları muhitte hakim olan tabiat kanunlarının üstüne çıkmaları demek, yüksek mukadderlerinin, kendilerini layık kıldığı bir hayat seviyesine ulaştırıcı nasiplerini gene bizzat kendi cehit ve gayretlerile hazırlamaları demektir.

İnsan evvelce kendisi için çok yüksek ve hatta ulaşılamaz sanılan ve ekseriya muhal görünen daha yüksek alemlerin kanunlarına ve icaplarına istek, cehit, gayret, irade ve bunların hepsini cami – bilhassa – tahayyül melekelerini tekamül için zaruri olan ilahi yollarda kullanıp yükselerek intibak edebilir ve o zaman bu kanunların hakim olduğu muhitlerde yaşamak ve oranın icaplarından faydalanmak onun için hatta bir zaruret halini alır. Bunu daha açık olarak şöylece ifade edebiliriz:İnsana evvela mukadder ve nasip görünmiyen yüksek bir hayat safhası, o insanın ilahi irade kanunlarına intibak yolunda devamlı surette göstereceği istek, irade, cehit ve gayret sayesinde kazanacağı muayyen bir liyakat derecesinden sonra ona mukadder bir nasip halini alabilir. Bu fikrin hakikatini biraz daha tebarüz ettirebilmek için bir misal üzerinde konuşacağız: Eğer ben bir mühendis olmağı istemez, özlemez ve hatta aklıma bile getirmezsem bu meslekteki muvaffakiyet şartlarından hiçbirini hazırlamak kudretini gösteremem. Ve böyle olunca da hiçbir vakit mühendislik yapabilecek liyakat ve kudreti kazanamam. Mesela mühendis mektebine gidip okumam. Oradaki bilgileri öğrenemem. Hiçbir mühendisin yanında çalışıp mühendisliğe dair ondan bir şeyler öğrenmek teşebbüsüne girişmem. Ve mühendislik hakkında hiçbir tatbikatta bulunmam. Bu takdirde mühendis olamamak benim için elbette mukadder bir iştir. Zira bu şartlar altında ben hangi hak ve salahiyetle mühendislik yapabilirim?...Demekki mühendis olabilmem için muhakkak benim istemem, tahayyül etmem, çalışmam ve yapmam lazım. Bunsuz olmaz. Yani, istemeden, çalışarak, hazırlanarak mühendislik kaderine kendisini layık kılacak bir ehliyeti iktisap etmeğe cehit ve gayret sarfetmeden, ilahi irade kanunları hiçbir kimseye bol keseden mühendislik yapabilmek kudretini bahşetmez. Fakat mühendislik kudretini bahşetmiyeceği gibi böyle çalışmadan, istemeden, tahayyül etmeden ve o yolda faaliyet göstermeden hiçbir varlığa daha yüksek ve mesut bir hayata ulaşmak kaderini de nasip kılmaz. Yani Allahın lütufkar müsaadesine sığınarak ve haddimiz olmadan bir az ileri gidip kunuşmağa cüret ederek diyebiliriz ki hadisatın ifade ettiği manalara göre ilahi kanunlar müvacehesinde havadan mükafat almak yoktur. Eğer, diğerlerine nazaran çok az çalışarak ve gayret sarfederek çok büyük neticeler alanlar da varsa ( ki çok vardır ) muhakkak bilinmelidir ki bunlarında çok eski hayatlarında, kendilerini bu işlere ve bu hayata liyakatli kılacak bir sürü faaliyetleri geçmiş ve bu liyakatleri onları, birtakım muğlak ve bir tek hayatla izahı mümkün olmıyan bu büyük işlere hazırlamıştır. Yani onlar bu işlerinde nail oldukları kolaylığı bedava almış değillerdir. Fakat unutulmamalıdır ki bu da büyük hem de çok büyük ilahi bir ihsandır. Ancak, ilahi ihsan, eski padişahların keyiflerine göre etraflarına dağıttıkları ihsanlara benzetilemez. Bunun manası bambaşkadır. Ve keyfi olmak illetinden tamamile münezzehtir. İlahi ihsan demek, ilahi irade kanunlarının icaplarını istiyerek, ve gayret sarfederek uymuş olmanın neticelendirdiği bir mükafat demektir ki tam manası ile bu, hak edilmiş ilahi teveccühün insan mukadderatında tezahür eden bir büyük tecellisidir.

İnsanın, birbirini velyeden büyük mukadderlerine nail olabilmesi için göstereceği cehde mukabil elde edeceği neticeler elbette bir ilahi ihsandır. Mesela insan, bir üzümü dahi kütüğünden koparmak için cehit ve gayret sarfetmezse üzümün kendisine vereceği iyiliklerden istifade edemez. Demekki o, bu nimetten faydalanabilmek için üzümü mutlaka hiç olmazsa kütüğünden koparacak kadar ufak bir gayret göstermek zorundadır. Bununla beraber, üzümü kütüğünde olgunlaştıran ve hazırlıyan da onun isteği, veya cehit ve gayreti değildir. İşte bu misal, yukardan beri serdettiğimiz mülahazaların güzel bir izahını daha arzetmektedir ve bu izah da insanların ilahi irade kanunlarından çeşitli surette istifade etmeleri imkan ve zaruretleri hakkında evvelce arzettiğimiz mülahazaların iyice kavranılmış olmasından sonra kolayca anlaşılabilecektir. Üzümü yetiştirecek kütük tabiat kanunları muktezasınca meyvesini hazırlamıştır. İnsana düşen vazife bu kanunların icabatına uyarak o kütüğe yardım etmek ve üzüme malik olmak arzusunu taşımak ve bu yolda çalışmaktır ki bütün bu işler ayrı ayrı, gene birer tabiat kanunundan istifade etmek kudretini insanın göstermesine bağlıdır. Şu halde, ilahi irade kanunları hiçbir kimseyi cebren hiçbir harekete sürüklemez. Fakat liyakatini ve kazançlarını arttırmak ve kendisini yükseltmek zaruretini hisseden insanın istifadesi önüne bu kanunlar bütün kazanç imkanlarını serer. Ve yükselmek ihtiyacını duyduğu nisbette tekamül vasıtalarının her türlü şeklinden faydalanabilmesini sağlayici kolaylıkları insanın kudretlerinin erişebileceği yerlere kadar uzatır.
Aşağıdaki tebliğ bu fikirleri kudretle ifade etmektedir :

MUSTAFA MOLLA : Nisan 1, 1948      Medyom : Macit Aray

<< İlahi ihsan nedir? Bu sual bizden size doğru sorulursa ne gibi bir cevapla karşılaşırız, diye merak ve endişe duymaktayız. İhsanın insandan öteye varma tahammül ve tecellisi olduğunu unutmamalısınız. Öyle bir idraki pürfeyze nail olacaksınız ki buna ihsan diyebilirsiniz. Öylece her türlü hakikat perdelerinin birbir kaldırılması nasip oluyor. Ve bu uzun yolda ( tekamül yolunda B.R ) size şek ve şüphenin zararlarının artık devamına müsaade edilmiyor.

<< İhsan bir kere, yüreğinizde açılmış, bir ilahi cihete doğrulmuş temennilerin dua ve yalvarmalarla birlikte vüsunuz dahilinde çalışmanızın bir armağanı demektir. Böyle bir şeye mazhar olmanın imkanları ne türlüdür ve ne derece olabilmelidir? Asıl size burada izah eylemekten bir türlü kendimi alamıyacağım en mühim mesele budur.

<< İhsanı ilahinin tabiatta varlıklara, her şeye şamil olduğunu izaha da lüzum yoktur, zannındayım. Evvelemirde bu, insanın şahsen her türlü dünya endişelerine rağmen en az bir sayi zihni ile anlıyabileceği bir hakikattir.

<< Biz, bizden evvelini ve sonrasını tayinden acizken ne ile iddia edebiliriz ki umuru dünyeviye ve uhreviye meselelerinde ilahi mesağın, birinci ahengi teşkil etmediğine inanalım. Elbette hak bir türlü tasavvurdur. Ve o da bizden üstün, bizden sonradır. O halde kati hakayıkın zuhuru gene onun iradesine vabestedir. Böylece düşünün: hangi imkan vardır ki Allah katında bir sır olsun? Bunun hiçbir sebebi mevcut olamaz. En ufak bir cehitle en yüksek bir irade arasında netice itibarile büyük farkların zuhurunu görmenizden tabii bir şey olamaz. Bir daldaki meyvenin alınması bile bir cehte mütevakkıftır. Bu cehit işte size elmayi getirmiştir. Fakat bu elmayi dala getiren kimdir? Siz sadece almaktasınız. Amma düşünmelisiniz ki biz de kendimize göre bir şey ihzar edebiliriz. Tabiat karşınızda bütün gizli çalışmalarile neler veriyorsa siz de ruhen öylece yükselme emelile dolmalısınız. Ve istiyeceklerinize bu tarikle vüsulünüz tahakkuk edecektir. >>

Şimdi burada mühim bir mevzua temas etmenin sırası gelmiştir. İlahi irade kanunları, zaruri neticeler doğuran ilahi müeyyidelerdir. Fakat bu fikir üzerinde bir az derinleşince, çok mühim bir meselenin karşımıza dikildiğini görmekte gecikmeyiz.

İlahi irade kanunlarının neleri kucakladığını ve şümulleri derecelerinin nelere kadar yayıldığını soramayız. Esasen böyle bir sual de bahis mevzuu olamaz. Zira bütün ilahi mefhumlar başlangıç ve son kayıtlarından azadedirler. Ve bizim bütün bilgi ve duygu hudutlarımızın dışında kalırlar.

Yalnız şunu bilelim ki  ilahi irade kanunları kainattaki her varlığa, her zerreye, her hadiseye, her şeye hakimdir. Ve bütün bunlar namütenahi olan ilahi irade kanunlarından muhakkak ya birisinin veya diğerinin icabatının tesir ve yardımile ancak gerçekleşmek imkanına vasıl olabilirler. Kainatta bildiğimiz veya bilmediğimiz hiçbir şey yoktur ki ilahi irade kanunlarının şümulü dışında kalsın. Böyle bir şeyi düşünmek o şeyin yokluğunu kabul etmek demektir ki haddi zatında yokluk dahi gene ilahi irade kanunlarının şümulüne dahil bir varlıktır. Çok kaba olmakla beraber bu fikrimi bir misalle biraz izah etmek istiyorum. Gerçi böyle ilahi ve müteal mevzuları bunun gibi maddi ve kaba misallerle kıyaslandırarak izaha kalkışmak bir nevi küstahlıktır, ama ne yapalım, çok iptidai bir şekilde de olsa hakikate bir az olsun yaklaşmak arzu ve iştiyakı ile ara sıra böyle kaba misallere müracaat etmek mecburiyeti hasıl oluyor.

Sonsuz bir umman tasavvur edelim. Bu umman, kainatı da içine alacak kadar hudutsuz olsun. Bu ummanın içinde yaşıyan namütenahi varlıklar var. Fakat bu mahlukatın varlığı, ancak bu ummanın varlığına bağlıdır. Binaenaleyh, en küçük bir zerreden en büyük ve kuvvetli varlıklara orada yaşıyan bütün canlı varlıklar kendi cirimleri, ihtiyaçları ve imkanları nisbetinde bu sonsuz ummanın bir kısmından istifade ederler. Ve bu varlıklar için hayat sahası ancak onların bu ummandan istifade edebildikleri yerler olabilir. Mesela çok derinlerdeki varlıklar için ummanın üst kısımları, yaşanacak ve barınabilecek yerler değildir. Varlıkların kaabiliyetlerine ve duydukları ihtiyaçlara göre bu hayat sahaları pek dar bir mıntıkaya da inhisar edebilir. Ve o zaman ummanın geriye kalan sonsuzluğundan onlar ne istifade edebilirler, ne de bundan haberdar olabilirler. Onların bütün kainatının, bu içinde yaşamakta oldukları ancak bir su damlacığı teşkil eder. Fakat ister bir su zerresi olsun, ister o sonsuz ummanın bütününe nisbetle gene bir zerresi olan büyük bir okyanusu olsun, onu kullanan ve o zerreden veya okyanustan faydalanan varlıklar o ummanı ne tüketebilirler, ne de onun mahiyetini değiştirebilirler. O, bütün zerrelerile gene bir umman olarak kalır.

İşte ilahi irade kanunları da böyle bir ummandır. O kainatın her zerresini besler, her zerresini yaşatır, ve her zerrenin kendi ihtiyacına ve hayat şartlarına uygun zaruretlerinin tahakkukunu temin eder. Şu halde bu kainatı teşkil eden varlıklar içindeki irade sahipleri, kendi ihtiyaçlarının bütün karşılığını istedikçe, özledikçe muhitlerinde muhakkak surette bol bol bulunabilir. Ve bu istekler uğrunda cehit ve gayret sarfettikçe de o kanunların tahakkuku yolundaki icaplardan istifade emellerine nail olurlar. Bu bir hakikattir ve biz bu hakikatin her türlü tecelliyatını kendi muhitimizde de her an görmekte ve tatmaktayız. Bunun en basit ve iptidai misalini bir ot parçasının, fizik kanunlarından istifade ederek yerden gıdasını bütün bedenine mayi halinde çekmesi ve bu suretle hayatını idame etmeğe çalışması teşkil eder. Demekki adi bir ot parçası dahi en mübrem olan hayati vasıtasını, yani gıdasını topraktan gene ancak kendi cehtile, fakat tabiat kanunlarından istifade etmek suretile alabilmektedir. Mahlukatın bütün bu kullanış ve faydalanış imkanlarının bolluğuna rağmen, tıpkı yukarki umman hikayesinde olduğu gibi, burada da ilahi irade kanunlarından ne bir şey eksilir, ne de bir şey değişir.     

Anlaşılıyor ki ilahi irade kanunlarının, bizim sezebildiğimiz mahlukatın doldurduğu sonsuz kainat hissesine isabet eden kısımlarının tatbik sahaları o kainatın içinde gene bir kainattır. Ve orada yaşıyan bütün varlıklar da bu tatbikat sahasında kendi ihtiyaçlarına göre, kendi kudretleri nisbetinde insiyak, istek irade, tahayyül ve daha bilmediğimiz namütenahi canlılık melekelerini kullanmak suretile bilerek veya bilmiyerek faal birer rol oynamaktadırlar. Varlıkların tekamül seviyeleri yükseldikçe evvela yalnız basit ve iptidai maddi bir hayat zaruretine dayanan bu istek ve ihtiyaçların hududu genişler ve hemcinslerine, hemcinslerinin gayrına doğru peyda olan hayırlı ve yükseltici endişelerle ferdi hotkamlığın hududu kırılır ve o zaman onlar, büyük ilahi vazifelerin ve misyonların hizmetçisi halini alan nurlu birer varlık olurlar. Demekki bu vazifeler, bazan bir ot parçasında olduğu gibi tamamen şuursuzca veya daha doğrusu, idraksizce bir insiyak halindeki en iptidai irade tecellisi ile yapılır. Ve bu nebat böylece, ancak kendi hayatile, cinsinin bekası ve bazı noktalarda da gene bilmeden diğerlerinin faydalanması hususunda tabiat kanunlarının ancak küçük bir kısmını kendi kudreti dahilinde kullanır. Mesela köklerini mütemadiyen toprağın altına salar. Ruhunda henüz irade halini almamış insiyak halindeki kudretile nebat, idrak etmeden bu hareketi bizzat kendisi yapar. Onun köklerinin toprak altında uzamasını elbette dışardan başka birisi yapıyor, değildir. Bu, onun hayati kudretinin bir neticesidir, yani kendisinin öz malıdır. Bununla beraber o, bu inkişafını muayyen bir hadde kadar yapar. Neden? Çünkü, onun bu dünyada geçirmesi icap eden hayat tecrübelerini karşılayici vasıtalar tabiat kanunlarının icabatı dahilinde o basit ruhun basit insiyaklarile gerçekleştirilmiştir.    

Nebatın ruhu, bunu nebat halinde iken bilmeden otomatikman yapar. Yani bu kanunların icaplarından faydalanır. Eğer onun ruhu, bu kudreti göstermez ve bu faaliyetten geri kalırsa dışardan hiçbir kuvvet o ot parçasının yeryüzündeki hayatını temin için onun köklerine hazırlanmış gıdayı zorla şırınga etmek külfetine katlanamaz ve bu imkanı da bulamaz. Hülasa, burada gayet mazbut birtakım tabiat kanunlarından bu nebat, bilmeden fakat insiyakile bol bol istifade etmek hakkını kullanarak bu işi yapmaktadır. Bir tabiat kaidesi olan ince elyafın şaariyet hassasından istifade etmek üzere nebat, bedeninin toprak altında kalan kısımlarını inceltir ve sulak sahalarda yayar. Bu suretle, nebat hayatı için lüzumlu olan topraktaki su ve bu suda erimiş olan maddeler topraktan çekilerek nebatın bütün gövdesine tevzi olunur. Demekki, kökünü toprak altına salabilmek kudretine ermiş ve bu kudretini tatbikat sahasında kullanmak liyakatine ulaşmış nebat gibi her varlık, bu suyu ve bu gıdayi topraktan böylece almak ve ondan istifade etmek hakkını kazanmıştır. İşte nebatın kök salması, tabiatın bazı kaidelerinden faydalanarak kendisini beslemesi, gıdasını alabilmesi için insiyaki, dediğimiz hareketler de henüz tam manasile irade denilemiyecek derecede basit bir ruh kudretinin ve basit bir cehit ve gayretin mahsulüdür. Bu da gösteriyor ki tabiat kanunları, ne kadar küçük olursa olsun kendi cirmi ve kudreti dahilinde ve kendi sahasında faydalanmak istiyen her şeyden hiçbir varlığı mahrum bırakmamakta ve geri çevirmemektedir. Yeter ki o varlık, bu kanunların, kendisinden beklemekte olduğu, istifadesine yarayacak eserleri maydana çıkarmak kudret ve liyakatini özvarlığının hareketlerile isbat etmiş olsun. Bunu yaparsa, yani köklerini salıverirse ne ala, yaşar. Yoksa kurur, gider. Fakat bir nebatın ilahi irade kanunları karşısındaki vazifesi bu kadarla kalmaz. O , beslendikçe gelişmek ihtiyacını gösterir ve bunun için yeni yeni hareket kudretleri izhar etmeğe başlar. Büyür, semalara açılmış kollar gibi dal ve budaklar koyuverir. Ve bu dallar yapraklanır. Bütün bu hareketler, onun yaşıyabilmesi için başka bir tabiat kanununun icabatından faydalanmak hakkını o nebatın kullanabilmesi serbestliğinin diğer bir tecellisidir. Bu yapraklar nebatın ciğerleridir. Zira bu yapraklar; hava ve ziya ile onun hayati usaresinin temas sahasını teşkil edecek ve bu sayede de gene birtakım fiziko şimik kaidelerin icabatı gerçekleşecek ve nebat bundan kendisi için mühim faydalar temin edecektir.

Görülüyor ki nebat, hayatının idamesi için içinden gelen itilişlerile lüzumlu olan uzuvlarını meydana getiriyor ve ancak ondan sonradır ki onun bu uzuvları marifetile tabiat kuvvetlerinden istifade etmek hakkı ve imkanı kendisini gösteriyor. Fakat gene iş bu kadarla kalmıyor. Nebat çiçekleniyor. Bu çiçeklenme hareketi tabiat kanunları karşısında onun başka bir tertipteki faaliyetinin bir ifadesidir. Bu ifade de nebatın neslinin temadisi bahis mevzuudur.

Bütün bu hareketleri maddi hareket kompozisyonlarının kör birer tesadüfü neticesi olarak düşünmeğe çalışan inkarcı bir materyalist görüşü ile mütalaa edemiyeceğimiz gibi, varlıkların iradelerini inkar ederek, veyahut sembolik birer irade izafe eyliyerek onları dış ve üst kuvvetlere körü körüne boyun eğen birer kukla yerine koyup şahsiyetlerini inkar eden bir cebriyeci düşüncesile de mütalaa edemeyiz. Bu ne odur, ne de öteki…Bu hal ancak, ilahi irade kanunlarının namütenahi tecelliyatından istifade ederek tekamüllerinin teminine matuf imkanları tahakkuk sahasına çıkarabilmeleri için varlıkların göstermeleri mukadder olan iradelerinin tezahürleridir. Ve bu tezahürleri göstermek her varlık için hem bir ihtiyaçtır, hemde bir vazifedir. Burada tekamülün ilerleyişi nisbetinde diğerkamca faaliyetlerin tebarüz etmesile ihtiyaçla vazife ve misyon mevzuları birleşir ve gayeler böylece yükseldikçe ruh kudretlerinin de o nisbette tesirlerinin şümul sahası artacağı için ruhların daha mudil tabiat kanunlarından istifade etmek imkanları çoğalır. Netekim bir tek basit ağacın bile ilk yetişme anlarında yalnız kendisini olgunlaştırma kaygısı ve bu kaygı etrafında toplanmış hareketleri görülürken olgun bir ağaçta hemcinsinin yetişmesile ilgili faaliyetler meydana çokar. Ve buraya gelince o ağaç daha geniş mikyasta tabiat kanunlarının icaplarından istifade etmeğe başlar. Mesela çiçekleri açılınca etraftan kendisine yaklaşanlar ve kendisile alakadar olanlar çoğalır. O artık yalnız topraktan ve sudan değil hava, böcek, vs gibi diğer unsurlardan da istifade ederek tohumlarını başka yerlere kadar gönderir. Ve bütün bu unsurların çoğu ona, bilmeden bu hususta hizmet ederler. Yani tatlı bir meltem, güzel kanatlı bir kelebek, işgüzar bir arı hatta bir insan eli ona bu hizmeti ancak o nebatın bu çiçeklerini ve tohumlarını hazırladıktan sonra yapabildiklerini kimse inkar edemez. Fakat o nebat da bu iyiliğin karşılığını boş bırakmaz ve bazan güzel kokularile, bazan lezzetli meyvelerile, bazan şifa verici tesirlerile, velhasıl şusu ile, busu ile etrafındakilere ayrı ayrı fedakarlıklarda bulunarak borcunu ödemeğe çalışır. İşte bu da onun diğerkamca faaliyetlerinden bir numunedir. Ve bir nebatın basit bir insiyakından doğan hareketler ve bu hareketlerin ortaya koyduğu eserler, tabiatta kendi varlığına nisbeten çok mühim kudretlerle, yani ilahi irade kanunlarının birer tecellisi olan diğer mühim hadiselerle onun karşı karşıya gelmesine ve böylece az çok bir ehemmiyet kazanmasına sebep olur. Ve böylece de o, gittikçe tabiat kanunlarının icaplarından daha geniş ölçüde faydalanmak çarelerini bulur. Kök olmayınca gövde sulanmaz, çiçek açmayınca kelebek gelmez. Hülasa, şahsi cehit ve gayretlerin semeresi görünmeyince tabiat kanunları, kendisinden istifade imkanlarını bahşetmez.

Her varlık, tabiat kanunlarının, bilerek bilmiyerek tatbikatında faal olan bir amil, bir unsurdur. Ve işte onun ilahi irade kanunları müvacehesindeki serbestliğini manalandıran zaruret de bundan doğmaktadır. Ruh dostlarımızdan Akın; 31.7.1948 tarihinde vermiş olduğu bir tebliğinde   
<< Her ruh kendi kaabiliyeti nisbetinde ve ruhi seviyesine göre tabiat kanunlarının tatbikatı sahasında yer alır >> diyor. Ve keza; 14.8.1948 tarihli başka bir tebliğinde de: Şüphesiz, ruhlar tabiat kanunlarını tatbika memur değiller midir? >> sualini soruyor. Ve keza 28.8.1948 de verdiği diğer bir tebliğde bu hususta çok sarih olarak diyor ki : << Her ruhun kendisine göre bir vazifesi vardır. Ve ruhlar yükseldikçe tabiat kanunlarından istifade şekli büsbütün başkalaşır. Kainat nizamının tatbikinde en ufağından en büyüğüne kadar bütün ruhlar bilerek veya bilmiyerek kendi imkanları dahilinde vazifelenmişlerdir.

MUSTAFA MOLLA :Ekim 11, 1949   Medyom: M. Aray

<< B.R – Yüksek varlıkların, ilahi irade kanunlarının tatbikatında birer amil, birer vazifedar olduklarını sanıyoruz. Buna ne dersiniz?

<< M. Molla – Eğer bunu siz anlıyabiliyor ve gerçekten samimiyetle hakikatin manasına varabiliyorsanız hemen ve kati olarak söyliyeyim ki evet. Fakat bir şey anlamadan bir türlü bunun garabetinden kurtulmağa muvaffak olmadan sınırlı düşünenler için burada, hayır, manası vardır. >>

Yalnız buradaki vazifenin veya vazifelenmiş olmanın manasını iyi anlamak lazımdır. Bu vazifelenme keyfiyeti, bir insanın dünyada alelade bir memuriyete tayin edilmesi gibi basit ve itibari bir hadise değildir. Keza ruhların kainat nizamında birer vazife sahibi olmaları, ilahi irade kanunlarını kendi keyif ve heveslerine göre istedikleri gibi tasarruf edebilmeleri de değildir. Binaenaleyh, varlıkların, ilahi irade kanunlarından faydalanabilmek serbestliğini düşünürken yukardan beri israrla üzerinde durduğumuz noktaları ve daha bilmediğimiz milyonlarca şartları gözönünde tutmak lazımgelir. Ve illa, varlıkların, ilahi irade kanunları karşısındaki serbest ve faal hareketlerini sathi ve yarım yamalak bir düşünceye dayanarak kabul etmek, bunu hiç kabul etmemekten daha az zararlı neticeler doğurmuş olmaz. İşte söz buraya gelince karşımıza, mütaalası icap eden başka bir bahsin dikiliverdiğini görüyoruz. O halde bir az da bu bahis üzerinde konuşalım.

BEDRİ RUHSELMAN