RUHLAR ARASINDA - DR. BEDRİ RUHSELMAN - BÖLÜM 7

Share

http://www.dunyaana.com/images/bedri%20ruhselman%204.jpgB – KATİLLER

Şimdi kaatillerin, mücrimlerin (suçluların) ve canilerin spatyomdaki haleti ruhiyelerini mütalaa etmeğe başlıyoruz. İşe evvela, gene Allan Kardec’in müşahedeleriyle başlıyacağım. Büyük bir araştırıcı ve gözlemci olan Allan Kardec böyle çok geri varlıkların hayatını iki zümreye ayırıyor: Birinci zümredekiler hatalarını anlamağa başlamış ve yaptıklarına pişman olmuş varlıklardır; ikinci zümredekiler ise, henüz bu derece ilerlememiş, yani hatalarını itiraf edecek duruma girmemiş cani ve geri varlıklardır. Bunlar henüz ıstırap çekmeğe başlamamışlardır.

Halbuki bu görünüş doğru olmakla beraber tamamiyle zahiridir. Yani, hem birinci, hem de ikinci zümredekiler azap çekmekten korunmasız kalmamışlardır, yalnız ikincilerin teşevvüş hallerini intaç eden (sonuçlandıran) dünyaya bağlılıkları ve bu bağlılıktan dolayı beşeri itiyatlarla körleşmiş olmaları, mesela gurur ve kibirleri bu çektikleri azabı maskeliyecek kadar şiddetli olduğundan, onlar sanki azap çekmiyormuş gibi görünürler. Bunların bazıları da azap ve ıstırap gayyasına o kadar gömülmüşlerdir ki, bunu ifade edebilmek için en ufak bir hareket, bir kudret, bir zeka eseri bile göstermiyecek durumdadırlar. Biraz aşağıda nakledeceğim Kadri’nin kıymetli tebligatından bazı parçalarla bu hakikati daha açık olarak okuyucularıma açıklamış olacağım. Bu ikinci guruptakilerin durumu birincikilerden şüphesiz daha çok hazindir. Zira ıstırabı açıkça çekmeğe başlamış olanlar artık bu yola, yani ödeme yoluna girmişlerdir. Halbuki diğerleri buna henüz başlamamışlardır bile. Ve onların vicdanlarında artan tazyik son haddini bulup günün birinde bütün şiddetiyle infilak ederek büyüklenme bulutunu dağıttığı zaman bu ruhların, içinde yuvarlandıkları azabın şiddetine yalnız şahit olmağa bile her varlık dayanamıyacaktır.

Şimdi Allan Kardec’in birinci zümredeki varlıklardan, yani pişman olmuş, ıstıraplarını duymağa katlanmış ve kabahatlerini, azaplarını izhar etmek kudretini iktisap etmiş kaatillerden bahis bir iki müşahedesini veriyorum:

<<31/XI/1857 de idam edilen kaatil Lemaire 29/XII/1958 de (yani idamından bir sene sonra) celseye davet edilmiştir:

<<Davet. –

<<Cevap – Buradayım.

<<Sual – Bizi görünce ne duydunuz?

<<C. – Utanıyorum.

<<S. – İdam edileceğiniz son ana kadar aklınız başınızda mı idi?

<<C. – Evet.

<<S. – İdamınızı müteakip yeni hayatınızı derhal kavrayabildiniz mi?

<<C. – Muazzam bir teşevvüş haline daldım ve hala da o haldeyim. İdam edileceğim sırada müthiş bir ıstırap içinde idim. Kalbim sızlıyordu. Giyotinin ayak ucuna ne olduğunu anlıyamadığım bir şeyin yuvarlandığını gördüm. Akan kanı da gördüm. O zaman ıstırabım daha çok şiddetlendi.

<<S. – Bu bahsettiğiniz ıstırap mesela bir yaralanmadan veya bir uzvun kesilmesinden mütevellit acı gibi yalnız fizik acıdan mı ibaretti?

<<C. – Hayır, burada bir vicdan azabını tasavvur ediniz. Bu, büyük bir ıstıraptır (Görülüyor ki, bu ruh, o esnada ne kafasının kesildiğini, ne beden acısını duymamış; fakat ondan daha beter olan vicdanının azabı içinde öbür aleme intikal etmiştir. Bu noktaya gelince, dünyada iken vicdana ve onun tevlit edebileceği azaba ehemmiyet vermek istemiyenlerin bu gafletine karşı ne kadar acısak azdır. B. R.).

<<S. – Bu azabın daha ziyade şiddetlendiğini ne vakit duymağa başladınız?

<<C. – Ruhum serbestleşince…

… … … … … … …… … … …

<<S. – Yeni hayatınıza girdiğiniz zaman ilk duygunuz ne olmuştu?.

<<C. – Tahammül edilmez bir ıstırap, sebebini tayin edemediğim, hançer gibi saplanan bir vicdan azabı.

<<S. – Sizinle birlikte idam edilen suç ortaklarınızla orada buluştunuz mu?

<<C. – Evet, bu da bedbahtlığımızı arttırmak oldu. Zira birbirimizi görmemiz de devamlı bir azaptır, birimiz diğerini cinayetle itham ediyor (Bütün bunların birer imajdan ibaret olduğunu; fakat ruhlarda gerçek birer intiba bıraktıklarını okuyucularımıza hatırlatırız. B. R.)  (5/229-234)

<<S. – Öldürdüklerinizi orada görüyor musunuz?

<<C. – Görüyorum. Onlar mesut. Onların nazarları beni her yerde takip ediyor. O nazarların ta ruhuma nüfuz ettiğini duyuyorum. Onlardan kaçmağa beyhude yere uğraşıyorum.

<<S. – Cinayetinizin affedileceğini ümid ediyor musunuz?

<<C. – Bilmiyorum.

<<S. – Onu nasıl ödiyebileceğinizi düşünüyorsunuz?

<<C. – Yeni tecrübeler geçirmekle. Fakat bana öyle geliyor ki, benimle bu tecrübelere başlıyacağım zaman arasında bir ebediyet var!

<<S. – Şimdi nasılsınız?

<<C. – Ben ıstıraplarımın içindeyim.

<<S. – Sağlığınızla Montdidier hapishanesinden nasıl kaçmış olduğunuzu bize anlatır mısınız?

<<C. – Artık bir şey bilmiyorum. Istırabım o kadar şiddetli ki, artık cinayeti hatırlamıyorum. Beni bırakınız>>  (26/387).

Burada tebarüz ettirilmesi lazım gelen mühim nokta: Kaatilin bir senedenberi hala ıstırap ve vicdan azabı çekmesi, ıstırabının bazan bütün hatıralarını silecek kadar şiddetlenmesi ve öldürdüğü insanların kendi üzerindeki baskısını duymakta devam etmesidir. İşte bir kaatil ruhiyesinin bu vasıfları çok karakteristiktir.

Şimdi gene ayni yazardan aldığım tipik diğer bir müşahedeyi takdim ediyorum. Bu da Allan Kardec’e göre ikinci zümredeki kaatillere aittir.

<<Paris Spiritizma Cemiyetinde bir gün, ruhların öbür aleme intikal eder etmez geçirecekleri teşevvüş devresi hakkında bir münakaşa yapılıyordu. Tam bu sırada davet edilmeden meçhul bir ruh kendi kendisine geldi. Ve aşağıdaki konuşmayı yaptı. Gerçi imzasını atmamıştı ama, onun korkunç bir cani olduğu yazılarından anlaşılıyordu:

<<? – Teşevvüşten ne bahsedip duruyorsunuz? Niçin böyle boş lakırdılarla vakit geçiriyorsunuz? Siz rüya görüyorsunuz ve boş şeyler peşinde koşuyorsunuz. Meşgul göründüğünüz şeyler hakkında sizin hiçbir bilginiz yok.

<<Hayır, efendiler, teşevvüş diye bir şey yoktur. Böyle bir şey ancak sizin beyninizde mevcut olabilir. İşte ben de tam manasiyle ölmüş bulunuyorum. Ve ben kendimi, etrafımı, her yeri açıkça görüyorum. Hayat matemli bir komedidir. Ölüm bir tedhiştir, bir cezadır, bir arzudur. Bunlar ölümden korkanların, onu alkışlayanların veya onu temenni edenlerin zaaf veya kuvvetleri derecesine göre değişen telakkilerdir. Fakat herkes için ölüm, acı bir istihzadır.

<<Işık, tıpkı sivri bir ok gibi benim ince varlığıma saplanıyor. Ve varlığımı kamaştırıyor. Beni hapishanenin karanlığı içinde bırakarak cezalandırdılar, katolikliğin batıl itikatlarından hülyalanarak mezarın karanlığı içinde de cezalandıracaklarını zannetmişlerdi. Peki efendiler, fakat asıl karanlıkta olan sizlersiniz. Ve cemiyetten kovulmuş olan ben, sizin üstünüzdeyim.

<<Ben düşüncemle kuvvetli halde kalmak istiyorum. Etrafımda çınlayan ihtarlardan nefret ediyorum. Her şeyi açık olarak görüyorum…

<<Cinayet! Bu bir kelimeden ibarettir. Her yerde cinayet yapılıyor. Eğer cinayet insan kütleleri tarafından yapılırsa alkışlanıyor, tekbaşına yapılanlar ise ayıplanıyor. Manasızlık!

<<Bana acımanızı istemiyorum… Hiç bir şey istemiyorum. Ben kendime yeterim. Ve ben bu iğrenç ışık ile mücadele etmesini bilirim. İmza: Dün insan olan birisi (26/240).

Bu tebliğ ilgi çekicidir. Burada en belirli olan ruh karakteri kibir ve küstahlıktır. Ve bunlar, biri azabı maskeliyen, diğeri de maskelenmiş azaptan mütevellit huzursuzluğun tesellisini arıyan iki aldatıcı haleti ruhiyedir. Bu ruh azap çekmiyor değil, fakat çektiği azaba, ne kendisini inandırmak istiyor, ne de başkalarının ona inanmasına tahammül edebiliyor ki, onun bu kıvranışı dahi evvelkilerine eklenmiş ikinci bir ıstırap kaynağı oluyor.

Biz böyle bir haleti ruhiyeyi bir şuursuzluk hali olarak vasıflandırıyoruz. Fakat bu deyimi dünyada anladığımız <<şuursuzluk>> manasına almamak lazımgelir. Bu, tam manasiyle spatyomun ilk merhalesinde mevcut teşevvüş halinin bir modalitesidir. Bu sakat haleti ruhiye üzerinde, bu bahsin sonunda duracak ve okuyucularıma açık fikir vermeğe çalışacağım.

Zahiren lakayt, fakat hakikatte müthiş ıstırap çeken bu caninin azabının şiddeti hakkında bir fikir edinebilmek için şöyle düşünebiliriz. Öyle bir insan tasavvur ediniz ki, çekmekte olduğu büyük bir azabın temelli olarak yakasına yapıştığına ve hatta gittikçe daha da şiddetleneceğine inanmış bulunsun ve kayıtsız şartsız bütün varlıklara karşı bu azabını inkar etmek ve herkesi azap çekmediğine inandırmak ihtiyacı içinde çırpınsın, bu adamın çekmekte olduğu azap ve ıstırap kendisi için ne kadar etkili ve tahammülüstü olur! İşte yukarıda bahis mevzuu edilen kaatil de böyle karışık ve çok kötü bir ruh hali içinde bulunmaktadır. Bu kaatilin vicdanının bütün açıklığı ile feryadına mani olan kibiri; onun aynı zamanda bu derin teşevvüş ve şuursuzluk halini de meydana getiriyor.

Demek ki, Allan Kardec’in <<kaşerlenmişler>> gurubuna soktuğu bu çok geri varlıkların kayıtsızlıkları tamamiyle dış görüntü ve aldatıcıdır. Ve hakikatte bu zavallılar, içten kemiren ve kıvrandıran şiddetli azapların ateşi içinde ne olduğunu bilmeden kıvranıp durmaktadırlar. Teneffüsü imkansız bir havada uzun zaman nefesini tutmak zorunda kalan bir adamın boğulacak gibi duyduğu sıkıntı, böyle azaplarını başkalarına anlatmak kudretinden yoksun bulunan mustariplerin duydukları sıkıntının bindebirini bile ifade etmiyecek kadar kaba ve maddi bir misali olabilir.

Nitekim o kadar kendini tutmak istemesine rağmen bu varlığın : <<Işık beni kamaştırıyor, bu uğursuz ışık ile tek başıma mücadele edeceğim>> gibi sözler sarfetmesi, bir refulmanın * arada beliren patlaması gibi kabul olunabilir.

(Orijinal müşahede. – Medyom: L… Operatör: B. Ruhselman, Rehber: Kadri, Tarih: 4/VI/1947, Yer: İzmir, Vetire: Psikografi.)

<<B. R. – Bazı kaatiller vardır ki, adam öldürdükleri halde hiç ıstırap çekmiyorlar ve tınmıyorlar.

<<K. – Ya, ya… Siz öyle zannedersiniz. Hiç böyle umursamıyan kaatil olur mu? Esasen umursamıyacak bir insan olsa o, kaatil olur mu idi?

<<Evet, o da azap çeker ama, hani ben size evvelce kibirden ve gururdan bahsetmiştim… İşte bunların da kibirleri ve gururları o azabı çekmekte olduklarını göstermeğe bile mani olur. Fakat bunların bu gururları, diğer azap çeken kaatillerin azapları yanında daha çok elimdir. O, çok azap çektiklerini gösterenler, artık doğru yola doğru gitmeğe başlamışlardır. Halbuki bu azap çekmiyor görünenler, doğru yola giden yolun daha yarısına bile gelmemişlerdir. Onlar bu yolun henüz başlangıcındadırlar. * Refulman: Şuuraltına itme, bastırma.

Kaç defa kaatil, kaç defa maktül olacaklardır da, ondan sonra azaplarını duyan ve itiraf eden kaatillerin yerine geçebileceklerdir. Şimdi azap çekmiyor gibi görünseler bile siz onlara inanmayın. Onların çektikleri, hakikatte çok büyüktür; bunlar ne kötü şeylerdir. Bunları düşünmek bile sizi üzer, ruhunuza tesir eder.>>

Fakat bir kısım ruhlar da vardır ki, bunlar hakikaten en geri bir durumdadırlar. Belki Kadri’nin yukardaki sözlerinin manasından da taşacak kadar geride bulunan bu ruhlarda gurur, kibir, böbürlenme gibi en aşağılık duyguların seviyesinden de aşağıda bulunan korkunç temayüller vardır. Onun için bunlar, yukarıdakiler gibi ıstıraplarını büyüklük siperiyle örtebilecek kudreti dahi gösteremezler. Bunların durumu, tam teşevvüş halinin tipik birer örneğidir, denilebilir. Bunlar şüphesiz birer hayvan gibidir, ama insanlıkla hayvanlığın hududundaki varlıklardır. Bu varlıklara <<insanlaşmış hayvan ruhu>> demek caiz olur. Bunlar spatyomun ancak en derin teşevvüş halindeki ruhlarıdır. Şimdi vereceğim misal böyle çok geri bir ruhun teşevvüşe düşmüş halini gösterir.

Klasik usullerle yapılan irtibat yollarında (Psikografi, psikofoni… ), bu ruhlarla anlaşmak ve onların hakiki durumları hakkında ayrıntılı bilgi toplıyabilmek, psikolojik infisal usuliyle araştırmada olduğu kadar kolay ve hatta mümkün değildir.

Bu varlıklar tamamiyle teşevvüş halinde bulunan şuursuz, kendi alemlerine dalmış ve çok dar, belki de yalnız bir tek imaj üzerinde tekasüf etmiş (yoğunlaşmış) realitelerinden başka şey görmeyen zavallılardır. Onların bu realiteleri, bir tek temayülleri, bir tek zorunlukla ihata edilmiştir. Bu ilca, bu temayül de, bu en geri varlıklarda, bir kaatil, bir cinayet hırsının ifadesidir.

Bunlar hakikaten mahiyet ve şekline asla vakıf olmadıkları müthiş bir haleti ruhiyenin zebunudurlar. Bu haleti ruhiye ise kendiliğinden bir ıstıraptır. Böyle hayvani ihtirasların şuursuzluğu içine gömülmüş bu varlıkların malul, batıl ve dalaletle sıfatlanan sözlerine olan inançlarındaki kuvvet, onların durumlarına ayrıca korkunç bir hal, iğrenç bir manzara verir. Onlar ıstıraplarından bahsetmezler; fakat bu bahsetmeyiş, ne onların ıstıraptan, azaptan korunmuş olduklarından, ne de herhangi bir maksatla onu saklamak istediklerinden ileri gelmez. Onların hareketleri, kırbacı yedikten sonra bir hayvanın, sevinçle mi, yoksa can acısı ile mi olduğu anlaşılmıyan koşusuna benzer. Daha doğrusu, onlar henüz saadetin küçük bir zerresini bile tatmamış olduklarından, ıstıraplarının hakiki kıymetini anlamak durumuna henüz girmemişlerdir.

İşte aşağıda takdim edeceğim müşahede böyle bir varlığın misalini verecektir. Gayet ağır bir durum gösteren, fakat yukarıda arzettiğim misallerdekinden daha çok korkunç olan bu misaldeki haleti ruhiyeyi istemiye istemiye, fakat bilhassa medyomluk işleriyle meşgul olacak okuyucularımın ruhlar hakkında mümkün olduğu kadar geniş bilgi edinmelerine hizmet maksadiyle mecburen veriyorum: Bu, A.  Kardec’in <<kaşerlenmiş>> dediği aşağı seviyeden daha çok düşkün bir ruh seviyesinin tipik bir örneğidir.

Bu müşahede tamamiyle orijinaldir ve ancak pek kuvvetli psikolojik infisal medyomlariyle bu kadar açık imajları havi olarak elde edilebilir. <<Pek kuvvetli medyomlarla>> dediğimin sebebi şudur:

Medyomluk hakkındaki neşriyatımızı takip etmek zahmetini ihtiyar edecek okuyucularım ileride takdir edeceklerdir ki, bu kadar korkunç bir varlığın muhitine girmek, avrasına karışmak trans halinde iken her medyomun, herkesin kıvırabileceği iş değildir. Bu, ancak çok kuvvetli ruhların himayeleri altında yapılmasına cevaz verilebilecek bir tetkik mevzuu olabilir. İşte insan dışı denecek kadar cani ve o kadar geri olan bu ifritin çok büyük bir ihtiyata ve lüzumlu koruyucu tedbirlere müracaat ederek almış olduğumuz müşahedesini, bir hayli sıkıntı içinde, okuyucularımıza sunuyoruz:

(Orijinal müşahede – Medyom: H. Turgut,  Operatör: B.  Ruhselman, Rehber: Şems, Tarih: 2/VIII/1947, Yer: İzmir, Vetire: Psikolojik infisal).

<<B. R. – Bu sözlerinizden, geri muhitlerle ve varlıklarla temasımızın faydalı olacağını çıkarıyoruz. Bu hususta bize lütfen yardım ediniz ve medyomumuzu böyle geri bir varlıkla temas haline getiriniz. (Medyoma hitaben : ) Karşınızda bulunan varlığın ve ondan daha yüksek varlıkların himayesi altında ve Tanrının müsaadesiyle, umumun faydalanacağını gözönünde tutarak, geri ve karanlık mıntakalara doğru ininiz. Ve orada geçici olarak kalacağınızı asla unutmayınız. (Bu sırada medyom geri bir alemle sempatize olmağa başlamıştır.)

<<H. T. – Meçhuliyet… Soğuk… Karanlık… (uzun bir sükut.)>>

Bu üç kelimenin ifade ettiği mefhum, klasik ve modern tebliğlerde en geri spatyom mıntakalarında hüküm süren ruh halinin mümeyyiz (belirgin) üç vasfı olarak kabul edilmiştir: Meçhuliyet, soğuk, karanlık… Buna bir de yalnızlık duygusunu ilave ederseniz, işte gerçek cehennemi keşfetmiş olursunuz. Çünkü bedeninden ayrılmış ve seyyal (akıcı) hale geçmiş bir ruh varlığı için bu kelimelerin ifade ettiği manalarda, kinden daha ağır, daha korkunç hiçbir manevi azap düşünülemez. Müşahedeye devam edelim:

<<B. R. – Bu içinde bulunduğunuz çevrenin  sizin üzerinizdeki tesiri nasıldır?

<<H. T. – Ağırlık… Sıkıntı… Coşkunluk… Korkunç hayallerle dolu… Çok sarı renkte göz… Ağır buharlar… Hava yerine buharlaşmalar…

İşte geri bir spatyom mıntakası, psikolojik infisal yolu ile oralara girebilmiş bir insan üzerinde böyle çok ağır ve sıkıcı bir intiba bırakır. Bu neviden tecrübeler yapılırken bir medyomun buna benzer bir sahne içine düşmesi operatörün derhal nazarı dikkatini çekmelidir. Dikkat edilirse, yukarıdaki intibalar geriliğin, kötülüğün, darlığın, isyanın ve bilhassa <<sarı göz>>ün ifade ettiği canavarlığın ve nihayet ıstırabın, korkunun ve ümitsizliğin birer sembolüdür. Bir medyomun ve bilhassa operatörün nazarından kaçmaması lazımgelen bu noktalar çok mühimdir. Gene devam ediyoruz:

<<H. T. – Saniyede sonsuz titreşim yapan varlıklar. Bu titreşimler iki periyot içinde cereyan ediyor. Birinde, bir lahzacık yükseklik, güzellik beliriyor. Fakat bu, çok kısa birim anı kadar, ancak sürüyor ve onu müteakip ayni çehre derhal değişiyor ve altından çok korkunç bir şekil gözüküyor. Bu da uzun sürmüyor ve tekrar çehre, hoşa gidebilecek bir manzara alıyor. Bu hoşa gidecek manzaraya bakarak ona yaklaşmak istiyorum, fakat bu halim karşısında birdenbire kendisini sırtüstü bir uçuruma atıyor. Çok kaçıyor, uzaklaşıyor. Düşüş başladığı anda benim üzerimde çok korkunç bir çehre intibaını bırakıyor. Ve yok oluyor. Fakat tekrar zuhur ediyor.>>

Okuyucularımın izniyle burada müşahedeyi kısa bir zaman için gene keseceğim. Bu sözlerde gayet açık bir hakikatin ifadesi vardır. Ruhlar ne kadar geri olurlarsa olsunlar, nihayet ruh olmak itibariyle onların cevherlerinde bir parlaklık vardır. Bu varlıkların kararması maddelerle irtibat neticesinde husule gelen ve görgüsüzlükten, tecrübesizlikten doğan bir hadisedir. Yani bu karartı, bu korkunçluk, onların cevherinde değil, yanlış yollarda iktisap etmiş oldukları ruh-madde münasebetine ait özelliklerindedir. İşte bu, bu cevherin ışıldaması ve maddi münasebetlerin yoğunluğunu yırtıp dağıtması için ruhun tekamül dediğimiz safahattan geçmesi lazımdır (5/421-490).

Ruhların cevherlerinde mevcut olan bu parlaklık onların en geri ve korkunç hallerinde iken bile arasıra ani ve lahzavi temalar (parlaklık, alev halinde) çıkar ve kaybolur. Medyomumuz oradaki seyyal görüşü ile bu cevheri nuru şimşek gibi çakarken görmüştür. Yalnız o geri ve zavallı varlığın bizzat kendisinin belki de bundan pek az haberi vardır veya hiç haberi yoktur. Ve o, daima kendisini, medyomun tarif ettiği korkunç çehresiyle ve sarı gözlerinin ifade ettiği caniyane temayülleriyle tanımaktadır. Binaenaleyh bu varlık bu vahşi halini bizzat kendisi sürdürmektedir. Yani, içinde bulunduğu halin fenalığını anlayıp, iyi kötü bir yolda düzelmek ihtiyacını ve lüzumunu duyacağı ana kadar, daha doğrusu teşevvüş hali geçinceye kadar onun bu ağır durumu sürüp gidecektir. Bu an acaba ne kadar uzun sürebilir? Kimbilir? Fakat onun için bu, sonu gelmiyecek bir ebediyet demektir. Bunun da sebebini aşağıdaki satırlar, yani bu korkunç varlığın ruh halini belirten yazılar okuyucularımıza çok açık olarak gösterecektir.

<<B. R. – Peki, bu varlığın ruhsal durumuna öğrenmeğe çalışınız. Arzularının ve temayüllerinin (eğilimlerinin) ne olduğunu kendisinden sorunuz.

<<H. T. – Soruyorum… (İki dakikalık sükuttan sonra, medyom ruhun ağzından konuşmaya, yani ondan kendisine gelen intibaları aynen söylemeğe başlıyor).

<<?. – Uzun tırnakla sık!... Nerede iyi dedikleri bir şey görürsen o, kötüdür. Dişlerini batır!... Kan rengi yakuttur… Onun rengi kadar güzel hiçbir renk yoktur!... Her yerde onu ara, çıkar, bul! Onunla gözlerin zevkıyap olsun (zevklere doysun)… Dille yala!... Kokla!. En kıymetli cevher kandır… Kollarına kuvvet ver! Hepsinden kuvvetli ol! İki parça yapmak üzere tırnaklarını batır ve ayır! (Burada, vahşi bir hayvanın parçalama iç güdüsünü hatırlamamak mümkün değildir. B. R.) İşiteceğin ses feryat değildir. Çünkü senin hoşuna gidecek… Madem ki, hoşuna gidecektir o, feryat olamaz… Yok et!...

<<Sevgi, kalbini kemirmek demektir… Diş, kemirmek içindir. Testere gibi pürüzlenmiş, demirle kuvvet tatbik ederek bedenleri kes!...>>

İşte, tehlikeli, korkunç ve iğrenç bir canavar!... Tecrübesi, az, ve belki de hiç yok, sırf eğlence maksadiyle veya merak saikiyle spiritizma yapmağa kalkışan ve önüne her çıkan varlığın peşine takılmanın tehlikesinden bihaber bulunan bir medyomu, bir operatörü, bir asistanı düşününüz. Bunlar böyle bir muhite düştükleri zaman, böyle korkunç bir varlıkla – belki de başka bir maske, yani sureti haktan görünen bir çehre altında – karşılaşıp onun kötü telkinlerine hedef olmakta devam ederlerse, muhakkak ki, tehlikeli uçurumların kenarında dolaşmağa başlamışlar demektir. İşte bu misaller ayni zamanda okuyucularıma spiritizmanın tatbikatına ait lüzumlu bilgileri de böylece vermiş oluyor. Müşahedemize devam edelim:

<<B. R. – İfadelerinizde büyük bir caninin haleti ruhiyesi okunuyor. Hayatınızdan memnun musunuz?

<<?. – Hiddet içindeyim. Memnun değilim. Çünkü benim söylediklerimin, başka birisi tersini söylüyor.>>

Buradaki başka birisi, bizzat medyomun ruhudur. Medyom bu ruhtan gelen intişarını aynen nakletmekte beraber, ruhen onlara muarız bulunuyor ve bu intibalardan sıkılıyor. Bittabi onun bu sıkıntısı ve aykırı durumu o sırada irtibat halinde bulunduğu caninin ruhuna intikal ediyor ve o da bundan hiddetleniyor.

<<B. R. – Memnun olmadığınızı çok iyi tahmin ediyorum. Siz müthiş bir ıstırapla karşı karşıya bulunuyorsunuz. Bu da böyle değil mi?

<<?. – Hepiniz benimle beraber gelirseniz ıstırap içinde kalmam. Ve geliniz, çokları geliyor, siz de geliniz.>>

Burada çok mühim bir nokta üzerinde durmak lazımdır. İlerki eserlerimizde obsesyon bahsini ele aldığımız zaman bu noktaya tekrar avdet edeceğiz. Istırap çeken herhangi bir ruh kendi ıstırabı gibi ıstırap çeken ne kadar çok kimseyi etrafında görürse, azabının o nispette azalacağını zanneder ve bunun için de kendi azaplı yoluna bir çok kimsenin katılmasını ister. Obsesyonun başlıca amillerinden birisi de budur. İşte onların bu aldatıcı duyguları kendilerini, mesut telakki ettikleri başkalarının üzerine saldırmağa ve fırsat bulunca onları da kendi yollarına çekmeğe ve kendi azaplarına ortak yapmağa sevkeder. Bu mevzu tamamiyle obsesyon bahsiyle ilgili olduğundan, bunun üzerinde burada fazla ayrıntılara girişmiyorum.

<<B. R. – Biz bütün ıstıraplı kardeşlerimize el uzatmağa daima hazırız, bunda tereddüdümüz yoktur. Ancak, sizin arzunuz yerinde değildir. Niçin siz bizi kendi bulunduğunuz azaplı, ıstıraplı, alçak ve karanlık yerlere çekmek istiyorsunuz da, kendiniz bize doğru hiç olmazsa bir adımcık ilerlemek çabasını göstermiyorsunuz?

<<?. – Yükselmek, boşluğa doğru gitmek demektir… Aksine ağırlaşın ki, ağırlığın zevkini ve kudretini tatmış olasınız.. Benimle beraber geliniz… Benim hareketim çok zahmetsizdir. Kendimi bırakınca, büyük mesafeleri zahmetsizce, büyük süratin zevkini tadarak idrak ediyorum… Bunun aksine olan hareket, yükselmek dediğiniz şey, aşağıdan tepelere doğru bir yoldur ve çok zahmetlidir, tatsızdır. Başınızı ezer. Alçalmak için daha zevk vericidir.>>

Burada tam bir şuursuzluk halinin hezeyanı olan ve çok aşağı ve geri bir realiteyi ifade eden iptidai bir mantık ve muhakemeye şahit oluyoruz. Aşağıda da görüleceği gibi bu biçareyi yukarı doğru biraz harekete getirmek için operatörün kullandığı bütün mukabil yoldaki mantık ve muhakeme neticesiz kalmış ve bu korkunç varlığın içinde bulunduğu girdaptan sökülebilmesi mümkün olamamıştır.

<<B. R. – Kardeşim, siz tek taraflı görüşünüzle zevk zannettiğiniz bir felaketli hayatın gayyasına dalmış bulunuyorsunuz. Demin bahsettiğiniz ıstırabınızın sebebi de budur. Ve biz sizin, başınızdan bastığını zannettiğiniz ve boşluk dediğiniz yüksek mıntakalarda, sizin bugün tasavvur edemediğiniz bir hafiflik içinde yükseliyor ve bunda gene sizin maalesef bugün tatmaktan mahrum bulunduğunuz zevkleri tadıyoruz. Siz yükselmekten korkuyorsunuz. Biz de sizin buralara bir sıçrayışta çıkamıyacağınızı biliyoruz. Ancak hiç olmazsa, yani henüz çıkamasanız bile şimdilik yalnız başınızı yukarı çevirmekle dahi iktifa etseniz kafidir. Zira bu hareketiniz sizin için yukarıya doğru bir dönümün başlangıcı olacak ve ıstırabınızla nihayet bulacağına dair ümit ışıkları belirlemekte gecikmiyecektir. Artık bu yuvarlanmak zevkini terkediniz. Zira bu, zevk değil, sizin azabınızın hakiki kaynağıdır. Eğer başınızı dahi yukarı çevirecek kadar şu anda kendinizde bir kudret göremiyorsanız, hiç olmazsa, aşağıya doğru yuvarlanmaktan zevk duymanın manasızlığını kabul etmeğe çalışınız. Bu da sizin için gene bir dönüm noktası olacaktır. Bir defa bunu yapmak cehdini gösteriniz, ondan sonra asıl zevkin ne demek olduğunu sezmeğe başlıyacaksınız.

<<?. – Ateşle yakmanın… Demirle kesmenin… Zevki bence malumdur… Siz bunu bilmediğiniz için böyle teklifte bulunuyorsunuz. Ateş içinde, can sahibi bir varlığın yanması, demir altında ezilmesi benim saadetimi arttırır. Yananın da saadetini arttırır. O, bu saadeti anlamaz. Zevke, ıstırap der.

<<Demir, kan, ateş, sıkmak, nefesini keserek canının bedeninden nasıl ayrıldığını, hem parmaklarla hissetmek, hem gözle görmek…

Onun ağzından çıkan son havayı kendi ciğerine çekmek… Bu büyük zevkleri siz niçin benimle beraber tatmak istemiyorsunuz?

<<Nefesini kesiniz!... Eminiz!... Ondan size gelsin, sizin canınıza can versin… Parmaklarınızın altında sıcak bir cismin nasıl güzel güzel serinlediğini görürsünüz.>>

Artık burada bu hezeyanları kesiyoruz.

<<B. R. – (Medyoma hitaben: ) Bu varlıkla irtibatınızı kesiniz. Ve bu muhitten aldığınız son intibaı anlatınız.

<<H. T. – (Çok ezgin ve adeta nefesi tutulmuş gibi derinden gelen bir sesle : ) Kokmuş et, kemik, pislik, korkunç kuşlar, korkunç böcekler ve her yerde sürünen hayvanlarla dolu bir yer burası… Buradan kurtulmağa çalışıyorum ve beni burada alakoymak istiyen kuvvetlerle mücadele halindeyim. Ben istemiyerek buraya gelmiş birisiyim, hiç istemiyerek…<<

Bu takdim ettiğim vak’adaki haleti ruhiyeyi gösterecek, dünyada pek az canavar ruhu bulunur, zannederim.

Şimdi bir psikograf medyomla çalışırken kendiliğinden gelen, fakat derin ıstırap içinde kıvranan ve hiçbir ifadede bulunamayacak kadar azabını idrak etmiş olan başka bir kaatilin haleti ruhiyesine ait diğer müşahedeyi de arzediyorum. Bu korkunç varlığın çektiği azap neticesinde ondan medyoma akseden intişarlar medyomu pek fazla sarsmıştır. Ve bu hal medyomun yazısı üzerinde de bariz tesirler göstermiştir. Bu ve benzerleri olan diğer yazıların, ileriki eserlerimizde okuyucularımıza bir fikir vermek üzere, fotografileri takdim edilecektir. Medyom aşağıda kopyasını arzettiğim müşahedeyi bazan çok kötü yazılarla, bazan karalamalarla, bazan da kağıtları yırtarak bize vermiştir. Ve hatta metin arasında işaret ettiğimiz yerlerde medyomun ihtilaçlar (çarpıntılar) içinde çırpınarak ve hınçkırarak ağladığı anlar da olmuştur:

(Orijinal müşahede – Medyom: A…, Operatör : B. Ruhselman, Tarih: 13/IV/1947.)

<< (Medyomun eli şiddetle hareket etmeğe başladı. Bütün vücudu ihtilaçlar içinde sarsılıyordu. Kağıda bir sürü karalamalar yaptıktan sonra : )

<<B. R. – Kimsiniz?

<<?. – Nuri.

<<B. R. – Neci idiniz?

<<?. – (Gayet fena ve okunaksız bazı kelimeler karaladıktan sonra : ) Gemici.

<<B. R. – Kadın mı idiniz, erkek mi idiniz?

<<?. – Erkek.

<<B. R. – Okuyup yazmasını biliyor mu idiniz?

<<?. – Hayır.

<<B. R. – Şimdi rahat mısınız?

<<?. – Gemici, Evet. İyi, evet, evet, istemem, evet, evet…>>

Yazıların şekli, manasızlığı veya daha doğrusu monoideik bir karakter arzetmesi, bu varlığın amiyane tabirle burnunun ucunu bile görecek halde olmadığını göstermeğe kafi geliyor. Bu ruh bütün varlığiyle azap deryasının içine gömülmüştür, denilebilir. Bununla beraber yukarda arzettiğimiz caniden kendisinin daha yukarda bulunmakta olduğunu söyliyebiliriz, zira bu onun henüz varmadığı seviyeye, yani azabını bütün ağırlığı ile duyabilmek seviyesine ulaşmıştır ki, bu da yukarıda söylediğim gibi çok geri ruhlar için bir dönüm noktasıdır. Müşahedemize devam edelim:

<<B. R. – Biz sizi çağırmadık, ne diye geldiniz, ne istiyorsunuz?

<<?. – Nuri, Sait, Sait, Sait, Sait… (Bu kelime tekrarlana tekrarlana yazılıyor, elin sürati gittikçe artıyor ve nihayet okunmaz bir hale geliyor ve karalamalar bunu takibediyor.

Burada ne istiyorsunuz sualiyle sahneye çıkan <<Sait>> kelimesinin münasebeti vardır. Şayanı dikkattir ki, medyom celseden sonra bu Sait ile Nuri’nin ayni şahsa ait olduğunu söylemiş ve böyle bir kanaat izhar etmişti. Ancak müteakip celsede bunun böyle olmadığını ve Nuri’nin, Sait’i sayıklamakta olduğunu gördük.

<<B. R. – Ne istiyorsunuz, anlamıyoruz.

<<?. – (Çok şiddetli el hareketleriyle karalamalar ve okunması mümkün olmıyan yazılar…)>>

Bu şartlar altında ve medyomun da çok büyük sıkıntılar içinde olduğu görülerek bu celseye devam edilemedi. Bir hafta sonra müteakip celse açıldı. Aşağıdaki müşahede, bu ikinci celseye aittir:

<<B. R. – Siz kimsiniz?

<<?. – Nuri.

<<B. R. – Suallerimize cevap verebilecek halde misiniz?

<<?. – Evet.

<<B. R. – Siz geçen defa medyoma gelen gemici Nuri misiniz?

<<?. – Gemici, gemici, gemici, gemici, fakat…>>

Dikkat edilirse bu ruhun üzerinde iki kelimenin çok müessir rolünün olduğu görülür: Gemici ve Nuri… Bunun sebebi de biraz aşağıda anlaşılacaktır.

<<B. R. – Hangi tarihlerde yaşamıştınız, hatırlıyabiliyor musunuz?

<<?. – Yüz sene, yüz sene (çok hırçınca hareketlerle çizilen daireler, karalamalar, manasız kelimeler, tabii ki, bu yüz sene mefhumunu bize göre hiçbir kıymet taşımaz. B. R.).

<<B. R. – Siz kimsiniz?

<<?. – Nuri.

<<B. R. – Sakin olunuz, çok heyecanlısınız. Sakin olunuz.

<<?. – Olur. Evet, Nuri, Nuri, Nuri, Nuri, (yazılar gittikçe süratleniyor ve okunmaz hale geliyor; nihayet çizgilere, karalamalara inkilap ediyor).
<<B. R. – Buraya niçin geldiniz?

<<?. – Nuri, Nuri, Nuri, siz çağırdınız…

<<B. R. – Estağfurullah, biz sizi ne çağırdık, ne de tanıyoruz.>>

Gene dikkat edilirse bir ruh sorulanları anlıyabilecek kadar bir zeka eseri gösterebiliyor. Fakat içinde bulunduğu azabın şiddetiyle ve şuurunun çok kapalı olması yüzünden muntazam cevaplar veremiyor. Sözleri, tam anladığımız manada bir hezeyan (saçmalama) halinde kalıyor. Bu tablo, dikkat eden okuyucularıma, evvelce takdim etmiş olduğumuz bir müşahedede geçen medyomun ifadelerini hatırlatacaktır. Orada medyom psikolojik infisal haliyle ruhtan doğrudan doğruya almış olduğu intibaların kesik kesik ihtizazlar halinde ve gayrı muntazam, nizamsız ve manasız olduğunu söylüyordu.

<<B. R. – Ne istiyorsunuz?

<<?. – Yardım, azap…

<<B. R. – Neyiniz var?

<<?. – Azaptayım. (medyomun eli o kadar ihtilaçlı ve şiddetli hareketler yapıyor ki, bir an durdurmak istenildi, fakat muvaffakiyet hasıl olmadı; süratle ve bütün kol hareketleriyle daireler, çizgiler, şekiller çiziliyor.)>>

Böyle bir manzara karşısında hakikaten azap çeken ve en korkunç ıstıraplar içinde kıvranan bir varlıkla karşı karşıya bulunduğunu hala idrak edemiyen bir insanın ne azaptan, ne ıstıraptan, ne insandan, ne de ruhtan haberi olmadığına korkmadan hükmedebiliriz. Ve henüz bu işleri öğrenmemiş bir kimsenin de spiritizma yapmağa kalkışmasının ne manası, ne de zerre kadar faydası melhuzdur.

<<B. R. – Ne oluyorsunuz, bu kadar çırpınmanızın sebebi nedir, sakin olunuz.

<<?. – Azaptayım, yardım, yardım, yardım…>>

Dikkat edilirse görülür ki, bu ruhun neşrettiği ihtizazlar hakikaten çok gayrı muntazam ve kesik kesiktir. O, ıstıraplı hayatı içine o kadar gömülmüş ve azap onu o kadar kucaklamış ki, bu ruhun, derdini anlatmasına müsaade edecek kadar sakin hali pek az var. Ve ancak o anda söyliyebileceğini söylüyor ve bunu müteakip gene azabiyle kucak kucağa kalıyor. Bu hali şu misalle izah edebiliriz:

Dünyada çok büyük acı ve ıstırap çeken bir insanı tasavvur ediniz; o sizinle konuşamaz ve derdini, hıçkırıkları arasında kesik kesik ve kendince ıstırabının sembolü olan tekrar tekrar söylediği bir iki, kelime ile anlatmağa çalışır. O, adeta bir kelime ile bir kitaplık lakırdıyı anlatmak ister; zira bundan fazlasına takati ve kudreti yoktur. İşte burada da ayni hali görüyoruz. Devam edelim.

<<B. R. – Bu azabınızın sebebi nedir?

<<?. – Sait yüzünden. Sait yüzünden.

<<B. R. – Sait kim? Niçin Sait yüzünden azap çekiyorsunuz?

<<?. – Boğdum.

<<B. R. – Kimi boğdunuz? Saidi mi? Şimdi onu görebiliyor musunuz?

<<?. – Hayır, hayır, hayır…

<<B. R. – Onu neden boğdunuz?

<<?. – Para yüzünden, para yüzünden, evet, evet, evet.  (Medyomun ihtilaçları artıyor, korkutacak bir hal alıyor, ayni zamanda hınçkırarak ağlıyor. Elini durdurmak mümkün değil, artık yazmıyor, sadece bütün kolunun kuvvetiyle karalıyor, kalem kırılıyor, kağıtlar yırtılıyor, müthiş dramatik bir sahne karşısında bulunuyoruz.)

<<?. – Sait, Sait, Sait, Sait, Sait… ilh.

<<B. R. – Nuri, size hitap ediyorum. Sakin olunuz. Azabınızın hafifletilmesi çaresi ancak sükunetle araştırılabilir.

<<?. – Sakin, sakin, sakin, sakin, Sait, Sait, Sait, Sait… ilh.

<<B. R. – Tekrar ediyorum, sakin olunuz, sakin olmazsanız celseyi kesmek zorunda kalacağım, medyomun bundan fazla sarsılmasını istemiyorum. Size ihtar ediyorum; sakin olunuz!

<<?. – Evet, evet, evet, Sait, Sait, Sait…

<<B. R. – Said’in ruhunu çağırıyoruz.

<<?. – Sait, Sait, Sait, Sait… ilh.

<<B. R. – Sait, burada mısınız?

<<?. – Sait, Sait, Sait, Sait, Sait… ilh.

<<B. R. – Pekala, ne istiyorsunuz, zorunuz nedir?

<<?. – İntikam, intikam, intikam, intikam… ilh. (Yazılar gene okunmaz bir hald aldı. Medyom çok fazla sarsıntılar içinde, bu şartlar altında celsenin daha fazla devamında mahzurlar görülüyor, biraz daha ve ihtiyatlı devam etmek istiyoruz.)>>

Burada okuyucularımın nazarı dikkatini çok mühim bir nokta üzerine çekmek isterim. Gerçi bu noktanın tetkik ve izah edileceği yer bu kitabımız değildir. Bu, ayrıca ve uzun uzadıya mütalaa edeceğimiz bir mevzudur. Fakat hem ehemmiyetine binaen, hem de yanlış anlaşılması çok kolay ve mahzurlu olan bu meseleyi burada kısaca gözden geçirmeği lüzumlu görüyorum. Nitekim eski araştırıcılar böyle müşahedeler karşısında aldanmışlar ve bu aldanışları yüzünden de çok mühim hatalarla malül nazariyeler ve fikirler ortaya atmışlardır. Mesele şudur: Her davet edilen ruh gelemez. Bu çok nadir ve hususi şartlara bağlı bir iştir. O kadar nadirdir ki, kaide olarak, eğer kendi kendisine evvelce gelmiş değil ise, çağrılan hiçbir ruh gelmez, diyebiliriz. Bunun sebeplerini başka yerde izah edeceğiz. Halbuki burada biz <<Sait’i istiyoruz,>> der demez derhal onun geldiği ve hatta intikamdan bile bahsettiği görülüyor. O halde bu ne demektir? Eğer burada biz de kafi derecede tecrübe sahibi olmuş bulunmasaydık, bir çoğu gibi bunun, çağırdığımız ruh olduğunu derhal kabul eder ve ona göre de bir sürü nazariyeler ve fikirler yürütürdük. Halbuki mesele hiç de böyle değildir. Ve bunun izahı da tarafımızdan yapılmıştır: Burada Sait imzasını atan ve Sait namına konuşan gene Nuri’dir. Fakat o, bunu bilmeden yapıyor. Yani, öldürmüş olduğu Sait’in imajları, bu cinayet aleyhindeki bizzat kendi vicdanında teşekkül etmiş bütün diğer, korkunç ve ıstırap verici imajlarla birlikte onun, yani Nuri’nin etrafını sarmış bulunmaktadır. Bu ruhun vicdanı, kendi varlığından ayrılmış ve yabancı bir kaynak halinde karşısına dikilmiş, onu mütemadiyen tazip etmektedir (5/229-256).

İşte bu mihanikiyetle, Nuri’nin kendisi aleyhinde intikam hisleri beslediğine inanmış olan bu bedbaht, onu, bu imaniyle bizzat yaratmış ve karşısına dikmiş bulunuyor. Medyomun aldığı ihtizazlar da Nuri’nin bu objektifleşmiş sübjektif duygu ve imajlarından başka bir şey değildir. Spiritizma celselerinde en çok aldatıcı hadiselerden biri olan bu noktayı asla hatırdan çıkarmamalıdır. Fakat burada biz bu bilgiden istifade ederek Nuri’nin ruhunu, kendisinin bildiğinden de fazla olarak öğrenmek ve tahlil etmek imkanını elde etmiş bulunuyoruz.

<<?. – Nuri, Nuri, Nuri, Nuri, Nuri… ilh. (İhtilaçlarla ve gittikçe süratlenerek ve okunmaz bir hale gelerek yazılıyor. Ve arasıra araya Sait kelimeleri de karışıyor.)

<<B. R. – (Medyoma hitaben : )  Durunuz! (Durmuyor, devam ediyor.). (Nuri’ye hitaben : ) Durunuz, dinleyiniz. (Durmuyor, devam ediyor.). (Sait’e hitaben : ) Durunuz, dinleyiniz. (Medyomun elindeki kalem kararsızlaşıyor ve ağırlaşıyor, bekler, gibi bir hal alıyor.). Bu intikam hissini beslemekle siz daha ziyade ıstırap duymuyor musunuz? (Buradaki Sait’e hitap etmek sözü de aldatıcıdır. Operatör karşısında Sait’in olmadığını bile bile ona hitap ediyor. Bu hal, tıpkı bir delinin spontane (kendiliğinden) imajinasyonu ile yarattığı uydurma imajlarda, sanki hakikatte onlar varmış gibi bir doktorun hitap etmesine ve bu suretle hastasının haleti ruhiyesine iyice nüfuz etmeğe ve onun itimadını kazanmaya çalışmasına benzer.)

<<?. – Evet, evet, evet, evet, … ilh. (Medyom şiddetle sarsılıyor.)

<<B. R. – O halde Nuri’yi affediniz.

<<?. – Evet, evet, evet… (Medyom şiddetle ağlıyor ve çok yorgun ve bitap haldedir.)

<<B. R. – (Nuri’ye hitap ediyorum.) Şimdi kendinizi biraz daha iyi hissediyor musunuz?

<<?. – İyi, iyi, ala, ala, teşekkür ederim. (Bunu müteakip medyom derhal bir sükunete geçiyor ve hareketleri yavaşlıyor ve yavaş hareketle okunaklı olarak Nuri, Sait kelimelerini yazıyor ve celse bitiyor.>>

Buradaki sükunet, hakikatte Sait’in Nuri’yi affetmesi neticesinde Nuri’nin duyduğu bir saadetin ifadesi değildir. Sait’in kendisinin affedildiğine dair operatör tarafından Nuri’nin inandırılması neticesinde husule gelmiş nisbi bir sükunettir bu. Binaenaleyh bu tesellinin devamı pek kısa sürecek ve yaratıcı imajinasyonun mütemadiyen bu zavallı varlığın karşısına çıkaracağı yeni yeni tazip edici (azap verici) imajlar ve Nuri’ler onu tekrar ve belki de eskisinden daha ıstıraplı hallere sokacaktır.

İşte bazen ruhlar böyle hiçbir mana ifade etmiyen hezeyan halinde söz söylerken, sathi bir müşahit, saçma diye bunları geçer, tecrübesiz bir müşahit de kelimesi kelimesine doğru olarak kabul eder. Evvelki de, ikincisi de hatalı yoldadır. Bu işlerden ilmi ve müsbet neticeler alınmak isteniyorsa, bir ilmin temeli atılmak arzu ediliyorsa, herşeyden evvel çok müşahede toplamak ve elde edilen müşahedeleri, bir noktasını bile ihmal etmeden derin derin tetkik etmek ve her tezahürün – en küçük ve ehemmiyetsiz bile görünse – hakiki kıymetini bulup tebarüz ettirmeğe çalışmak lazımdır. Bu kudreti gösteremiyenlerin, bu kadar derin çalışmalara, gündelik işleri müsait olmıyanların spiritizma celselerinde yapabilecekleri hiçbir iş yoktur.

Bir kaatilin spatyomdaki durumu çok çeşitli ve her vakit mahiyetine nüfuz edemediğimiz ıstırap ve azaplarla doludur. Böyle çok kötü bir ruh haletinin varyeteleri üzerinde, uzun uzadıya burada duramıyacağız. Zira bu bahsimizde yazdıklarımızdan fazlasına lüzum yoktur. Yalnız bu haleti ruhiyenin ana hatlarını not etmek, bir operatöre, bir medyoma lüzumlu teşhisi koydurabilmeğe kafi gelir. İşte bu maksatla, son olarak büyük dostumuz Kadri’nin aşağıdaki sözlerini yazmaktan kendimizi alamadık; zira bunlar bir kaatilin spatyomdaki hayatının ve azabının ağırlık merkezinin, hangi noktalar üzerinde toplandığını açıkça ve şüphesiz, yetkili bir dille anlatıyor:

(Orijinal müşahede. – Medyom: L…, Operatör: B. Ruhselman, Rehber: Kadri, Tarih: 4/VI/1947, Vetire: Psikografi.)

<<… Siz bir kaatilin, kaatil fiilini hemen irtikabını müteakip hissettiği o meş’um dakikayı dünyada hissedemezsiniz. O, öyle bir andır ki, ne yaptıkları, ne yapacakları, ne de gidecekleri istikametin en ufak bir izini bile kendi ruhlarında duymazlar. Yaptıklarına pişman, yapacakları şeylere karşı şaşkın, yapmak istediklerinden ve gelecek günlerinden bihaber, korkulu ve endişeli bir durumdur bu. Öldürdüklerinin ruhlarının bütün kuvvetiyle kendilerinin üzerlerine yüklendiğini hissederler. Fakat bu sikletin neden ve nasıl olduğunu anlıyamazlar. Kaçmak istedikçe o siklet ağırlığını arttırır, koşmak istedikçe ayaklarına takılır. O, hangi istikamette gitmek isterse, bu onu, o yolun aksi istikametine gitmeğe teşvik eder. Bu çok mütereddit ve şaşırtıcı olan hal, kaatilin bütün ruhuna, bütün varlığına ve dolayısiyle bütün bedenine sirayet eder.

<<Bu şaşkınlık devresinde onun heyecanlı durumu, korkulu ve karanlık düşüncesi, bütün varlığını öyle sarsar ki, bunun neticesinde husule gelen hareketlerindeki intizamsızlık, onun şuuraltına değil, bizzat şuuruna tesir eder. O, yapmış olduğu kaatil fiilinin fecaatinden kaçmak istedikçe, bu karışık ruh halleri, onu bilakis oraya bağlar. Kaatil oradan kaçar, günlerce uzaklaşır, fakat gene döner, dolaşır ve kaatil, irtikap ettiği noktanın civarından bir adım bile ayrılamaz.

<<Artık onun ruhu, o noktaya zincirlenmiş gibidir. Onu yakalarlar, hapse tıkarlar, fakat hapiste olan yalnız onun vücududur. Ruhu öbür tarafta, yani kaatil fiilinin vukubulduğu yerde, çivili olarak kalmıştır. Ölenlerin mezardaki cesetleri nasıl yalnız, toprakta ve ruhları ayrı yerde ise, bu kaatilin de öldürdüğü andan itibaren, ruhu bedenini terketmiş, bedeni tek başına kalmış bir avaredir. Artık o, hava dalgalarında maksatsız, gayesiz sallanan bir uçurtmanın, bir yaprak kağıdın veya ufak bir rüzgarın tesiriyle sallanarak gittiği ve gideceği yeri belli olmıyan, sonbahar rüzgarlarının önüne katılıp uçuşan, sararmış yaprakların tuttuğu istikamet gibi şuursuzca, maksatsızca ve gayesizce bir istikamette sürüklenir durur.

<<O çivilenmiş ruh, hatta insan halinde iken idam edilmiş bile olsa, çivilendiği yerde çakılı olarak kalacaktır. Ta ki, o azap sona ersin, çiviler sökülsün. Ve o, kendisini çivilediği yerden kurtarabilsin de, buraya (yani spatyoma) gelsin veyahut gelebilsin!>>

Burada kıymetli dostumuzun sözünü biraz keseceğim. Ta ki, okuyucularım için bazı noktalar karanlık kalmasın. Hem Ruh ve Kainat da, hem de bu kitabın ilk bahislerinde söylediğimiz gibi, spatyomun ilk merhalesi, ruhların spatyomdaki hakiki hüviyetlerini henüz almamış oldukları karışık ve müşevveş bir geçittir. Buradaki ruhlar spatyomdan ziyade dünyaya yakın bir realite içinde yaşarlar. Orada gördükleri, işittikleri, velhasıl karşılaştıkları bütün imajlar, onların hep dünyadaki itiyatlarına, arzu ve temayüllerine bağlı ve menşelerini bu itiyatlardan, temayüllerden ve arzulardan almış şeylerdir. Onun için gerçi bu ruhlar görünüşte spatyoma geçmiş iseler de, yani yaşıyanlara nazaran öbür aleme intikal etmiş bulunuyorlarsa da, hakikatte, yani onların haleti ruhiyelerine göre, ölmüş olduklarını bilmelerine rağmen, gene dünyada geçirmiş oldukları hayat içinde, fakat az çok acaip bir şekilde yaşamakta devam etmekten kendilerini kurtarmış değildirler.

Esasen zamanın, mekanın nisbi mefhumlar olduğu düşünülünce, bir varlığın şurada veya şu ve bu zamanda yaşamasından ziyade, asıl şu veya bu haleti ruhiye, şu veya bu realite içinde yaşamakta olmasına, ehemmiyet vermek icap eder.

Spatyomun yüksek varlıklarından almış olduğumuz bütün tebliğlerde, bu teşevvüş merhalesinin, spatyom hayatından addedilmek istenmediğini gördük. Onlar bu merhaleyi daha ziyade dünyaya ait bir geçit olarak kabul etmeğe mütemayil görünüyorlar. İşte Kadri’nin de, kesmiş olduğumuz son cümlesinde anlatmak istediği hakikat budur. Şimdi dostumuzun kıymetli sözlerine tekrar devam ediyoruz:

<<Onun ölümü, bu azabın bitimi ile ancak başlıyabilir.>>

Yukardaki izahatımdan sonra, bu sözlerin manası da kolaylıkla anlaşılabilir. Yani, o kaatilin hakiki spatyom hayatına girebilmesi için, kendiliğinden imajlarla dolu olan bu azaplı, ıstıraplı, korkunç ve müşevveş muhitten kurtulması lazımdır. Devam ediyoruz:

<<İşte böyle bir azap, hiçbir yerde eşi bulunmıyan bir ıstıraptır. Ne oradan, ne de buradan bir insanüstü varlığın bile kudret ve talakati bu azabın izahına kifayet etmez. Bu öyle bir hakikattir ki, onu ben bundan daha mufassal anlatamam ve anlatacak olanın da bulunabileceğini zannetmem.

<<B. R. – Kaatil ölümünü müteakip spatyoma hemen intikal eder mi, yoksa dünya da mı kalır? Nerede yaşar? Burasını lütfen biraz daha izah eder misiniz?

<<K. – Onun ruhu, adamı öldürdüğü yerde çakılıdır. O ölse bile, ruhunu gene öldürdüğü yerde görür. Ve ilk anda düçar olduğu azabı seneler ve senelerce çeker. Bu söz, yani çakılı sözü bir telmihtir. Hakikaten ruhun orada çakılmış olduğunu zannetmeyiniz. Bu öyle bir fikirdir ki, yani o ruh, oraya o suretle çakılı olarak kalır ki o, kendisini oradan kurtarırsa, azaptan, işkenceden kurtulacağını zanneder. Oradan kaçmak ister. İşte onun oraya çakılı kalması, onun orada kalması, azabının devamıdır, demek istedim.>>

Okuyucularıma arzetmiş olduğum izahlardan sonra bu noktanın anlaşılmıyacak tarafı kalmamış olsa gerekir. Hakikaten burada, sanki elle tutulur bir ruh varmış da, onu kaatil fiilinin irtikap edildiği yere çivilemişler de, oradan kurtulamıyormuş gibi bir mana yoktur. Gene tebliğe dönüyorum:

<<Yani, bir kaatil yakalanmak ve hapse tıkılmak suretiyle maddi cezasını çekmekle, iç azaplarının dineceğini zanneder. (Çünkü kaatil fiilini irtikap ettiği yerden bu suretle zorla kendisini kurtarmış olacaklarını düşünür. B. R.) Hatta bunun için bazısı kendisini teslim ederek hapse girer. Fakat öldürdüğü adam da daima onunla beraberdir. Ve nereye giderse gitsin, kaatil fiilini işlediği yer, hep onun önündedir, daima kendini orada görür. Hatta bunu görmemek için kendi gözlerini, kendi elleriyle çıkaran kaatiller olmuştur. Onlar zannederler ki, gözlerini çıkarırlarsa görmiyecekler ve bu azaptan kurtulacaklar.

<<Gözlerini değil, beyinlerini, bütün vücutlarının hücrelerini ayrı ayrı çıkarsalar, bu azap gene devam edecektir. Hatta ölseler bile…

<<Anlattım canım, Öldükten sonra bu azap gene onları çiviler olduğu yerde, dünyadaki gibi takip edecektir. Bir azabın bundan daha büyüğü olamaz. Bir insanın kendi eliyle, kendi gözünü çıkarabilmesi için, ne gibi tesirler altında kalması lazım geldiğini düşünmeli, işte bu tesirlerin şiddetidir ki, onu oraya çivilemeğe mecbur bırakır. Anladınız mı?

<<B. R. – Kaatillerin spatyomdaki azaplarının husulünde vicdanlarının müdahalesinin rolü var mıdır?

<<K. – Anlattım ya. Dünyada dururlar. Çivili. Çivili… Bir türlü kurtulamazlar. İşte onların en azaplı hali… Bundan daha kötüsü olur mu? Öldükleri halde, daima dünyada yaşarlar. Öldürdükleri anı ve öldürdükleri adamı müteakip duydukları kötü ve bunaltıcı hisleri, senelerce yaşıyarak azap ve ıstırap içinde kıvranırlar. Bundan daha kötü bir imajı varsa, onu da yaşasın, fakat onun bu çektikleri yanında, diğer bütün imajları hiç kalır. O, çekecek. Yalnız burada değil, bir daha dünyaya gelip, ayni azapları mucip halleri tekrarlıyarak, seneler ve senelerce çekecek… Ne bileyim ben! Bunun ne zaman sona ereceğini kimse bilmez. Daha ne söyliyeyim? Hep tekrarlıyacağım.>>

Bunlara ek olarak, Derneğimizde alınmış iki orijinal müşahedeyi de buraya geçirmeyi yararlı bulduk (Ruh ve Madde) : 

Rehber varlık: Hamdi (H.)
Medyom: O. G.  (M.)
Operatör: R. K.
Gün ve Yeri: İstanbul Dernek Binası – 13.10.1961.
Hazır bulunanlar: Bazı üye ve konuklar.

Üçüncü Kısım

(Bu kısım, çok geri, vahşi bir varlığın müşahedesidir.)

R. K. – Evet.

M. – Ah… (Sıkıntılı bir sesle, medyom.) Ağır bir takım bulutlar görüyorum.

R. K. – Evet.

M. – Ah… Çok sıcak.

R. K. – Neredesiniz?

M. – Düşer gibi alçaldım. Oh… Boğulacağım neredeyse… Buhara benziyor bunlar.

R. K. – Evet.

H. – Çok, çok koyu, kesif.

R. K. – Neye delalet ediyor bunlar?

M. – Vahşi bakışlı, ince, kürdan gibi biri var. <<Nereden geldim buraya?>> diyor.

R. K. – Kimmiş o, sorun bakalım kimsiniz diye?

M. – Hüseyin, Hasan, Mustafa, ne dersen de, diyor.

R. K. – Hayır, dünyada hangi hüviyetle yaşadınız?

V. – Ne dünyası?

R. K. – Bizim dünya.

V. – Hadi canım sizde, ne yaşamasından bahsediyorsunuz?

R. K. – Yaşamadınız mı?

V. – Buna yaşamak mı dersiniz?

R. K. – Nasıl yaşadınız?

M. – Hıh… 26 sene hapis yatmış. Trabzon’da hapis yatmış.

R. K. – Sebebi neymiş?

M. – Camide birini vurmuş, namaz kılarken.

R. K. – Niçin?  

M. – Nenize gerek, niçin, diyor. Oh… korkunç burası, çok ağır ..

R. K. – Peki, yani, şimdi, buradaki vaziyetlerle karşılaşmanızın sebebi, bu dünyadaki hayatı, geçirdiği hayat mıdır acaba?

M. – <<Dünyada güneş vardır>> diyor, güneşi sevmezmiş. Güzel olan şey toprakmış. Denizi de sevmezmiş; <<simsiyah toprak>> diyor; <<toprak can verir ama, can alır>> diyor. <<Nemli, rutubetli toprak>> diyor. <<Öyle parmaklarını toprağa geçirmek istiyormuş, yolmak, koparmak istiyormuş.  <<Siz hiç yoldunuz mu?>> diyor.

R. K. – Hayır.

M. –  <<Onun tadını tattınız mı, nefsinizde>> diyor.

R. K. – Bunun ne tadı olabilir ki, anlamadım.

M. – <<O hazların en büyüğü, dünyadaki hazların en yükseğidir bu>>  diyor. <<Bu bir saadettir, o bir sevinçtir>>diyor. <<Bununla dolunuz, ruhunuzu doldurunuz. Yoksa siz öyle mesut olmak, bu hazzı duymak istemiyor musunuz? Gülerim size>> diyor. <<Yazık size, erkek bile değilsiniz>> diyor.

R. K. – Neden?

M. – Erkek olan insanın ciğerini sökmeliymiş. Siz hiç bir bıçağın deride çıkardığı hışırtıyı işittiniz mi? Bunun kadar güzel bir ses bulunabilir mi dünyada? Kuş ötermiş, püf… Bilir misiniz, fışkıran bir fıskiyenin çıkardığı sesi, bir damardan fışkıran kan da verir. Bilir misiniz ki, koyun kurban edilirken, onun her nefes alışı, gırtlağından kanın, nefesine tabi olarak akışını seyretmek ne büyük zevktir. Nasıl fışkırır, durur, tekrar fışkırır diyor.

R. K. – Bunun neresi zevk ve niçin zevk? Daha güzel, mesela yeşillikler, manzaralar dururken, ille kan, ölüm falan gibi şeyler nasıl?

M. – Yeşillikler insanı ıstıraba götürür, kötü yola sevk edermiş.

R. K. – Neden?

M. – Halbuki o kanın, o kadar güzel bir lezzeti varmış ki, sıcacıkmış.

R. K. – Belki sıcak olabilir ama, kanın lezzeti ekşi, tuzludur.

M. –  <<Ekşiliğinde lezzeti güzeldir>> diyor, o sıcacık; sıcaklık insanı ısıtır, insanın benliğine işlermiş.

R. K. – Fikirlerimizde pek anlaşamıyoruz. Çünkü bizim iyi göremediğimiz şeylere, siz iyi diyorsunuz.

V. – Tabii göremediniz. Bunu bir defa yapın, bakın ondan sonra ne kadar zevk alacaksınız, bana nasıl hak vereceksiniz.

R. K. – Ama bu göremeyişimiz, görememekten, idraksizlikten değil, bilakis bunu tetkik edip, düşündük, üzerinde durduk, buna rağmen…

M. – <<İdrak nedir?>> diyor.

R. K. – Tasvip edemiyoruz, doğru bulmuyoruz.

M. – <<Doğru bulmuyorsanız, neye kurban kesiyorsunuz? Hepinizde bir parça bu zevk var>> diyor, <<ama siz bu zevki meydana çıkartmayı bilmiyorsunuz.>>

R. K. – Hepimizde bu zevkin olduğunu neye istinaden söylüyorsunuz?

V. – Soruma cevap veremediniz, bu sözlerimi ispat etmez mi?

R. K. – Belki de vermek istemedik.

V. – Neden? Ne sebebi olabilir ki?

R. K. – Faydalı bir şey değil.

V. – Veremediniz canım siz de… Veremediniz, bunun tadını, zevkini de bilmiyorsunuz, bilmediğiniz için de veremezsiniz. Bunu verdiğiniz anda yanıma gelmek istersiniz  (Medyomda derin nefesler.).

……………………

R. K. – Evet.

H. – Ne dersiniz, haftaya devam edelim mi?

R. K. – Evet. Yalnız Hamdi dostumuzla konuşuyoruz değil mi?

H. – Evet.

R. K. – Bunlar hakkında biraz izahat verilebilir mi acaba, bu gösterilen varlıkların durumu hakkında?

H. – Vakıa, her ne kadar siz bu ortamdan bazı şeyler, bazı bilgiler edinmek istedinizse de, önce sizlere bu şekilde bazı müşahedeler vermeği münasip gördüm. Çünkü bu zavallılar ve zavallılıktan kurtulmuş olanların kendi realitelerini gösterir. Öyle ki, onlar, başka bir aleme geçmişlerdir. Öldüklerini bilmezler, yaşarlar, bir alem içinde yaşarlar, kendi realiteleri dahilinde ve gene bir hürriyet içinde yaşarlar. Vakta ki, doğruyu idrak edene kadar. Esasen bunların ifade ettiği şeyleri siz de biliyorsunuz. Vakıa burada bir alıştırma da mevzuu bahis idi. Zannediyorum daha sonra devam etsek iyi olur.

Rehber Varlık: Hamdi (H.)
Medyom: O. G.  (M.)
Operatör: R. K.
Gün ve yeri: 30.3.1962 – İstanbul Dernek Binamız.
Hazır bulunanlar: Bazı üye ve konuklar.

(Bu celsede, bir önceki varlığın uyanişiyle ölüm hakkında ilginç bilgiler bulacaksınız.)

Medyom – Üstümde bir kum yığını var. Üstüne doğru çıkıyorum. Bir çöl, uçsuz, bucaksız bir çöl. Bir kervan geliyor karşıdan. O kadar güzel ki. Yalnız develer var. Bir palmiyenin yanından geçiyorlar. Onların gittiği yere doğru eğilmiş. Yapraklarını da ona doğru uzatmış. Başlarında bir adam var. Yorgun, sopasına dayanarak yürüyor. Neden deveye binmiyor? Aksıyor adımları. Güneş çok sıcak. Kumlara gömülüyor ayakları. Diz boyu kum, yürüyor, ama işte…

R. K. – Bu sembolden anlatılmak istenen mana nedir acaba?

Hamdi – Bir andır bu dostum. Halbuki bize ne kadar uzun gelir. Her zamanki gibi içinize bir ümit ışığı tutmak, sizleri şevkle, gayretle yürümeğe teşvik etmek için. Bugün benim sizden soracaklarım var.

R. K – Buyurunuz.

H. – Her zaman siz benden sorarsınız. İster misiniz bir kere de tersi olsun?

R. K. – Hay hay.

H. – Yanlış anlamayınız beni. Söylediğim gibi, sadece içinizdeki o ümit ışığını  biraz daha olsun parlatabilmek için, siz de bana yardımcı olunuz. Sizi dinliyorum dostum. Sorunuz bir şeyler, ama bana değil.

R. K. – Biz mi soralım efendim?

H. – Evet dostum, siz sorunuz.

R. K. – Hangi mevzuda sormanızı tavsiye…

H. – Tamamen serbestsiniz.

R. K. – Pekala. Ölüm mevzuu üzerinde biraz duralım. Bunun hakkında bir takım misaller verdiniz ve ölüm ötesi teşevvüş durumlarını, muhtelif safhalarını gösterdiniz.  Acaba, bu ölüm hadisesinin manası nedir ve bunun lüzumu ve zaruretleri nelerden ibarettir?

H. – Güzel bir soru tertiplediniz. Sorunuz dostum.

R. K. – Evet, bu kadar.

H. – Cevabı versin bir arkadaşınız.

R. K. – Biz kendimiz vereceğiz, hay hay, evet. İsteyen bir arkadaş cevap versin buna. Buyurun.

H. Y. – Ölüm…

R. K. – Biraz yüksek sesle.

H. Y. – Ölüm, bulunduğumuz realiteden başka bir realiteye geçiş ve bir tekamülün başlangıcı olarak karşımıza çıkan bir hadisedir.

R. K. – Evet.

H. Y. – Spatyoma intikal eder etmez, dünya hayatındaki bütün hadiseler orada, bir daha ruhun tekamül seviyesine göre kısa veya uzun müddetli olarak yaşanır. Geri ruhlar için bilhassa bu daha uzundur ve hatta öldüğünü dahi bilmez ve dünyaya bağlılığı, maddeye bağlılığı daha fazladır.

R. K. – Şimdi o teferruatına gitmeden, esas ölüm hadisesi hakkında söylediğinizi bir kere daha tekrar edin, lütfen.

H. Y. – Ölüm…

H. – Bir yeni realiteye geçiştir, dedi arkadaşımız.

R. K. – Evet.

H. – Bir  başka arkadaşımız nasıl söyler acaba?

R. K. – Söyleyiniz.

A. O. – Ölüm, bir enkarnasyon sahasından, muayyen bir süre içinde alınacak bilgileri, o sahadan ayrılıp, daha süptil bir vasatta kalmasıdır.

R. K. – Evet.

A. O. – Bir zarurettir tabii bu.

R. K. – Sizin, Erol bey. Buna ilave edeceğiniz, bunlara…

E. H. – Yeni bir realiteye geçiştir, diyebilirim.

H. – Dostlarım, arkadaşlarım benim. Bunun, sizden sormamın bir tek sebebi vardı. Sadece sizlerin içindeki çekingenliği, korkuyu gidermenizin gerektiğini söyleyebilmek. Unutmayınız, insan kendi tekamülünde daima korkmadan yürümelidir. Bilgi noksanlığı korkulacak bir şey değildir. Onu almaktan kaçınanlardan ve sizin de kaçınmanızı isteyenlerden korkmalıdır. Herkes kendi  realitesini yaşar. Bu realiteyi açıklamakta hiç bir mahzur yoktur. Çekinmeden her düşünülen söylenmelidir ki, insan kendi içini, kendi öz benliğini daha iyi idrak etsin. Dostum, sizinle sık sık görüşmek isteyen bir kimse var, biliyorsunuz. Büyük ıstıraplar içinde kıvranan bir kimse. O bugün, sizin sayenizde yürüyeceği yolu, daha aydınlık olarak görmüş olan biri. Sizi özleyen, sizinle her zaman konuşmak için yanıp tutuşan, fakat hala kendi gururundan, kendini sıyıramamış, size kızdığını zanneden, kızması icap ettiğini zanneden biri. Sizi çok seviyor. Onunla karşılaşmak ister misiniz?

R. K. – Gayet tabii memnuniyetle.

H. – Onun bakımından çok faydalı olacaktır bu.

R. K. – Evet, biz de ona faydalı olabilmekten her zaman memnunuz ve ayni sevgilerle meşbuyuz.

V. – Nasıl, neşeliyim bugün değil mi?

R. K. – Öyle misiniz?

V. – Hah, başladın gene siz demeğe! Öyleyim tabii ya, sen üzgün müsün? Bana mı üzüldün yoksa?

R. K. – Size üzülecek bir şey yok.

V. – Sen diyecektin hani?

R. K. – Peki.

V. – Hah ha!...

R. K. – Senin üzülecek bir durumunu göremiyorum.

V. – Hı…

R. K. – Bilakis karşılamış olmamızdan dolayı memnunum.

V. – Göremediğini, kendinde söylüyorsun değil mi? Ha şunu bileydin.

R. R. – Ama, yani üzülecek bir şey yok, onu göremiyorum.

V. – İşte üzülecek bir şey yok, diye dünyada ben o kadar çok şey çektim. Nasıl gene benim söylediğim bir dereceye kadar haklı olduğum nokta var değil mi? Düşenin dostu olmaz demiştim, hatırladın mı?

R. K. – Evet.

V. – Teyit ediyorsun işte sözümü.

R. K. – Doğru, bir bakıma öyle. Fakat dostu olanlar da çıkıyor.

V. – Çıkmıyor ki. Uf… Çok can sıkıyorsun bugün yine.

R. K. – Bakınız, mesela zavallılara, fakirlere yardım etmek isteyen, bunu karşılıksız yapmak isteyen bir takım insanlar da var.

V. – Nerede var? Sen varsın, ama ben dünyada iken sen nerede idin Allah aşkına?

R. K. – Benden daha ilerileri var muhakkak. Benden çok daha ilerileri var.

V. – Kim var?

R. K. – Mesela, bir adam gidiyor, Afrika’nın ortasında, vahşilere yardım ediyor. Albert Schweitser denilen bir adam.

V. – Vay, enayi vay!

R. K. – Ve bunu büyük bir zevkle, saadetle yapıyor.

V. – O işin sathi tarafı.  

R. K. – Evet, başka ne tarafı olabilir?

V. – Belki de değildir, kimbilir.

R. K. – Ama her türlü konforu ve imkanı bırakıp, vahşilerin arasına gitmesi için, ama size hak veriyorum, böyle insanlar çok değil dünyada, bunlar az, fakat var.

V. – Vahşilerin arasına gitmesine hiç lüzum yoktu ki, Gelseydi benim yaşadığım yerlere, görseydi o köprü altını. Köprü altı diyorum, sakın alınma, köprü altı değil o, laf alışkanlığı.

R. K. – Evet.

V. – Ne yapmış bu adam?

R. K. – Bu adam bir takım vahşilere hem sağlık bakımından yardım ediyor, hem kültür yönünden onları geliştirmeğe çalışıyor ve kendi her türlü rahatını feda ediyor, hatta ölümünü göze alıyor.

V. – Bırak kendi rahatını feda etmesini, o vahşilerin rahatını bozmasa daha iyi değil miydi? Hem kuzum onlara vahşi demeğe ne hakkımız var bizim? Onlar belki mesuttular orda. O adam gelince ıstırabı öğrenmişlerdir.

R. K. – Acaba böyle mi?

V. – Tabii.

R. K. – Yoksa…

V. – Geri bir kavimde, o senin bahsettiğin İlahi Adalet kendini daha fazla göstermez mi?

R. K. – Ne bakımdan? Geri kavimde nasıl gösterir İlahi Adalet kendini?

V. – Nasıl gösterir, hasta olur, ölümlü hastalıksa ölür, cezalar dişe diş, göze gözdür. Ne olur, biliyor musun, ne düşünüyorum?

R. K. –  Bu tabii insanlık değil her halde değil mi?

V. – Bu, biz ilerledik mi acaba? Bu insanlık değil de, babamın annemi öldürmesi mi insanlık?

R. K. – O da değil.

V. – Ne farkımız var, o geri kavimden?

R. K. – Bir bakıma fark var. O da şu yönden: Geri kavim, yaptığı hareketin hata olduğunu dahi bilmiyor, öbürüsü onu bile bile yapıyor.

V. – Kim diyor bildiğini?

R. K. – Yani biliyor ve arkasından ıstırabını çekiyor. Bu bir tekamül seviyesi muhakkak. Ötekileri onu hata olarak ta kabul etmiyor.

V. – Istırabını çeken o mu? Kimbilir, belki de annemdir. Sen onun için dua etmiştin geçen defa, biliyor musun? Ne iyi etmiştin. Sana çok kızıyorum, ama bu tarafların gözümün önüne geliyor, o zaman da seviyorum seni.

R. K. – Evet.

V. – Ama inanamıyorum işte.

R. K. – Dostum, esasında kızmanız, size aykırı gibi gözüken düşüncelerden oluyor. Yoksa ben size sevgi duyarken, siz bana düşmanlık duyamazsınız.

V. – Ah, dünyadaki bir insan nasıl sevgi duyar?

R. K. – Ruh için yer mevzuu bahis mi?

V. – Neden olmasın?

R. K. – Peki, o halde nasıl benimle irtibata geçiyorsunuz?

V. – Ne bileyim ben.

R. K. – Demek ki, mevzuu bahis değil.


V. – Eğer, oh neden olmasın, pekala yapardım gene. Dua etsene annem için. Ama sen onun için etmiyorsun ki. Tutuyorsun benim için etmeğe kalkıyorsun. Evet, belki haklısın bak, ben annemi severdim dünyada iken, çok severdim. Onun için ağlardım. Sevdiğim yegane insandı o, başka da hiç bir şeyi sevmezdim, hiç bir şeyi.

R. K. – Peki, acaba babanız için dua etmemize ne dersiniz?

V. – Ne lüzumu var?

R. K. – Saplandığı bir hatadan kurtulması için.

V. – Saplandığını nereden biliyorsun?

R. K. – Bir hata yaptığına göre.

V. – Ben de adam öldürdüm. Ama o annemi öldürdü. Arada bir fark olsa gerek değil mi? Eh, ikimiz de kötüyüz. Peki, iyi olan kim? İyi nedir Allah aşkına, var mı böyle bir şey?

R. K. – Kötü nedir sizce?

V. – Kötü her şeydir. Sağına bakarsın kötüdür, soluna bakarsın kötüdür, selam verirsin kötüdür, adam öldürürsün kötüdür. Sayayım mı daha, istiyor musun?

R. K. – Yani kötü nedir indinizde?

V. – Bütün insanlar kötüdür, onların yaptıkları her şey kötüdür. Kötünün yanında iyilik, iyilik sadece, sadece bir isim, bir teselli, lüzumsuz, geri bir teselli bazen biliyor musun? Yok bunun ilerisi. Özlenen bir şey o iyilik. Sadece özlenen bir şey.

R. K. – Kötülük, her halde bir başkasına…

V. – Kötülük mevcut, iyilik mevcut değil. İşte aradaki fark bu. İyiler mevcut ama iyilik değil. O iyilerde kötülük yapıyor değil mi? Alalım o misalimizi: Beni mahkum eden, o hakim iyilik mi yapıyordu? Oh!... Açmayalım bu bahsi tekrar  (Medyomda ıstırablı ifade.).

R. K. – Şimdi bakınız, umumi mefhumlar üzerinde mahsus duruyorum ki, bu mefhumların mahiyetine, manasına girersek…

V. – Girmeyelim işte.

R. K. – Daha iyi bir şekilde anlarız kendimizi.

V. – İhtiyacımız kaldı mı ki, artık kendimizi anlamaya?!...

R. K. – Muhakkak var.

V. – Bir tek şey var düşündüğüm, bir tek şey.

R. K. – Bir arkadaşımız,  J… hanım size bir sual soracak.


J. G. – Demin dediniz ki, iyilik sadece özlenir, mevcut değildir, ben size şunu soruyorum: İyilik niçin özlenir?

V. – Kötülük kötüdür de onun için. Ne demek istiyorsunuz yani?

R. K. – Kötülüğün kötü olduğunu kabul ediyorsunuz.

V. – Kapatalım bunu dedim.

R. K. – Kötülüğün kötü olduğunu kabul ettiğiniz anda, iyiliğin de iyi olduğunu kabul etmek lazım.

V. – Mevcut değil ki, Kötülük kötü tabii, tabii kötü, nasıl kabul etmem.

R. K. – Kötü oluşunun sebebi nedir?

V. – Senin çok sevdiğin bir insanı, gözünün önünde öldürürlerse, bu kötülük değil midir?

R. K. – Yani bir kimsenin bir başkasına…

V. – Sen ona iyilik yapmak istersin, kuvvetin yetişmez, ayıramazsın, mani olamazsın. Bu takdirde iyilik, işte özleyişten başka nedir ki?

R. K. – Yani bir kimsenin, başkasına faydalı olması iyilik, zararlı olması da kötülüktür.

V. –  Bırak şu mektep ağızlarını. Başkasına faydalı olması…

R. K. – Evet.

V. – Ben başkasına faydalı ne insanlar gördüm. Alay etmek için, çıkarıp fakire sadaka verenleri de gördüm.

R. K. – Peki sizin…

V. – Ben de faydalı olsun, diye adam öldürdüm, biliyor musun?

R. K. – Ha, bu kasıt ile adam öldürdüğünüz oldu mu acaba?

V. – Oldu ya, söyledim ya sana. Ama kötü bir şey, o da kötü bir şey. Oh… Hakkım yoktu da ondan. Sen söyledin bunu bana, neden söyledin?  Neden söyledin de… Bırak ne olursun, bırak artık beni, bıktım hepsinden, bıktım bunların. İstemiyorum, istemiyorum, düşünmeyi istemiyorum, konuşmayı istemiyorum. Oh… Ne olurdu, ne olurdu, ben bir hiç olsaydım, bir taş parçası olsaydım. Bırak beni, ne olursun bırak!

R. K. – Sizin için her zaman…

V. – Ben kimseye yalvarmadım.

R. K. – Dostane yardımlarımızı göndermeğe amadeyiz. Bu yardımlarımıza belki ihtiyacınız yok, fakat ihtiyacınız olduğu cihetler bulunabilir. Çünkü her insan birbirine muhtaç.

V. – Sen de bana faydalı olacaksın değil mi?

R. K. – Biz de sana muhtacız, siz de muhtaç olabilirsiniz.

V. – Bana neden muhtaçsınız?

R. K. – Hiç belli olmaz dostum, herhangi bir yerde, hiç birimizin yapamayacağı şeyi siz yapabilirsiniz. Her insan bir cevherdir.

V. – Oh!... Ne cevher, ne cevher!... Biliyor musunuz bazen de hoşuma gidiyor senin konuşmaların. Nasıl cevherdir insan.

R. K. – Yani her insan bir üstün taraf vardır. Bu belki bir takım düşünceler, yanlış inanışlar, telakkilerle hatalı yollara saplanmıştır. Fakat…

V. – Dinlemiyorum artık seni.

R. K. – Bunlardan sıyrılacaktır. Ve muhakkak bütün parlaklığıyla birgün ortaya çıkacaktır.

V. – Konuş, konuş; yakında mebus olursun.

R. K. – Efendim?

V. – Dinlemiyorum artık seni. Çekil artık.

R. K. – Düşünmenizi rica ediyorum.

V. – O düşünceler beni bu hale getirdi ya.

R. K. – Bu halinizden memnun değil misiniz?

V. – Hı…? Ne biçim insansın sen… Yegane yolu bu muydu sanki? Bunlar olmasa olmaz mıydı? Düşünüyorum, düşünüyorum, biliyor musun? Bu düşünceler bana neye mal oluyor?

R. K. – Belki biraz üzülmeğe.

V. – Ha, biraz üzülmeğe. Kurtarıyorum da kendimi bu üzüntülerden. Ama gözümün önüne hep annem geliyor. O geldiği anda da üzülmeğe başlıyorum. Onun için değil, onun için üzüldüğümü zannediyorum, ama hep kendim gözümün önüne geliyorum, biliyor musun?

R. K. – Niçin?

V. – Hadi ordan münasebetsiz sende,  tutmuş <<Niçin?>> diyor!

R. K. – Niçin kendiniz için üzülmüş gibi oluyorsunuz?

V. – Niçinini bilsem. Düşünüyorum işte. Niçin kendim için üzüleceğim, üzülecek neyim var benim? Hiç kimse bana üzülmedi ki. Neydim sanki ben, hiç. Peşimden ağlayacak bir kimse bile yoktu. Ama o ne kadar mesut biliyor musun, annem? Ben onun peşinden ağladım, çok ağladım. Onun mezarının başına gittim, tertemizledim. Dua ettim onun için. Ama isyan ettim sonunda. Oraya, ah!... Oraya son gidişimde izi de yoktu, izi bile yoktu.

R. K. – Annenizle…

V. – Ne olurdu onunla birazcık konuşabilseydim! Sen konuşur musun onunla?

R. K. – İcap ederse konuşuruz, gayet tabii.

V. – Ne olur icap etsin.

R. K. – Siz hiç karşılaşmadınız mı annenizle?

V. – Karşılaşmadım. Nasıl karşılaşırım?

R. K. – Karşılaşmayı, ister misiniz?

V. – Ah, çok isterim!

R. K. – Peki. Birlikte rica edelim ve dua edelim. Yalnız…

V. – Korkuyorum.

R. K. – Tahammüllü olacaksınız.

V. – Korkuyorum.

R. K. – Belki size büyük yardımı dokunur.

V. – Bana sen yardım etmelisin. Ya bana sorarsa, neden, neden sen de babanın yaptığını yaptın? diye. O zaman ben ne cevap veririm? Yok… Yok… Karşılaşmıyalım, sen konuş onunla. Oh!...

R. K. – Evet.

V. – Dua et onun için.

R. K. – Hamdi dostumuz, eğer bu varlığın, bizim huzurumuzda, bizim yardımımızla annesiyle karşılaşması, münasipse ve kendi tekamülleri yönünden faydalıysa, bu hususta yardımlarınızı rica ediyoruz.

H. – Ne kadar ağır ve mesuliyetli bir talepte bulunduğunuzu biliyor musunuz dostum?

R. K. – Eğer bir mahzuru yoksa.

H. – Unutmayınız, siz arada bulunacaksınız.

R. K. – Evet.

V. – Oh!... İstemiyorum… (Medyom çok heyecanlı.).

R. K. – Evet.

V. – Ah…   Sakin olamam ki.

R. K. – Görüyor musunuz?

V. – Gitsin…

R. K. – Hayır.

V. – (Medyom ağlamaklı ifade ile.). Ne olursun, gitsin!

R. K. – Gitmemesi ve sizinle mutlaka görüşmesi lazım. Sakin olunuz, sükunetle konuşunuz. Unutmayınız ki, onun için fedakarlık yapmıştınız. (Medyom ağlıyor.).

R. K. – Onu görmek istemiyordunuz. Onu sevdiğinizi söyleyiniz.

V. – Çok, çok dua ettim (Ağlıyor.). Ne olur oğlum, üzülmesin benim için, ne olur, of!... İşitmiyor beni.

R. K. – Sizin iyiliğiniz için dua ettiğine eminim, huzurunuz için dua ettiğine eminim. Bakışlarına dikkat ediniz, onun duygularını anlarsınız. Sakin olursanız, konuşabilirsiniz.

V. – Şaşkın bırakma beni.

R. K. – Evet.

V. – Affetsin beni, söyle ona ne olursun, affetsin beni.

R. K. – Affetmesini biz de rica ediyoruz ve sana yardım etmesini biz de istiyoruz. Onun yardımları…

V. – Sakin olmamı söylüyor bana.

R. K. – Çok daha kolaylıkla ulaşacaktır size onun yardımları. Çünkü sizi çok candan seven biri.

V. – Hiç insan annesinden korkar mı?

R. K. – Evet.

V. – Ama ben çok kötülük yaptım. Gitmesin ne olur.

R. K. – Artık bundan böyle sizi hiç bir zaman bırakmaz. Yalnız… (Medyom ağlıyor). Sakin olun, size her zaman yardım edecek. Fakat yine bir müddet bizim vasıtamızla olması daha iyidir.

V. – Ne olur bırakma beni, ne olursun, korkuyorum. Hiç bu kadar korkmamıştım. Kendimden korkuyorum.

R. K. – Bütün yardımlar sadece Allahtan gelir.

V. – Biliyor musun, ne olurdu, hepsini, her şeyi, her şeyi hoş görürdüm, ne olurdu ben o adamı, oh!... Ona ben kötülük etmemiş olsaydım. Her şeyi, bana yapılan her şeyi, bütün, bütün kötülükleri hoş görürdüm. Keşke ben yapmasaydım.

R. K. – Sakin olunuz, madem ki, hatanızı anladınız.

V. – İşte korkunç olanı bu.

R. K. – Bundan kurtulma yoluna girdiniz demektir. Evet.

V. – Kolay kolay kurtulunmaz bundan.

R. K. – Istıraplarla, muhakkak ıstırap çekersiniz, hepimiz çekeceğiz.

V. – Oh!, sen anlayamazsın bunu.

R. K. – Sabırlı olmak lazım.

V. – Sen anlayamazsın bunu.

H. – Dostum, sormak istediğiniz bir iki şey varsa, cevap vermeğe hazırım. Yoksa bugünlük burada keselim, zira bazı sebebleri var.

R. K. – Bu yaptığımız bu müdahalenin varlığa, yani ıstırap çeken dostumuza bir faydası oldu mu?

H. – Nasıl bir fayda düşünüyorsunuz?

R. K. – Yani tekamülünün hızlanması yönünden.

H. – Bunun cevabını kendiniz verebilirsiniz dostum.

R. K. – Evet.

H. – Unutmayınız ki, bu varlığın karşısına sizin çıkmış olmanız ona yapılmış bir yardımdan ibarettir. Bir iltimas değil. Yaşaması lazım, bu içinde bulunduğu hayatı. Siz bunu hızlandırdınız. Ama unutmayınız ki, onun gibi sonsuz, sayısız, bütün onların hepsi bunu yaşıyorlar. Onlar bunu o İlahi Nizamın bir aksaklığı, büyüklüğü olarak kabul edebilirler. Halbuki bu ne kadar ulvi bir yoldur. Ne kadar güzeldir, bir insanın kendi benliğinde mevcut cevherleri bulup, teker teker çıkarması. Sonra onları işlemesi. Hatalarını görmeden bu cevheri nasıl işleyebilirler? Görmek, her zaman her şeyi izah etmez, kifayetli değildir. Bu görünenin idraki şarttır, bilinmesi şarttır. İşte burada çok sıkı bir iş birliği görünür. Bu idrak onları başkalarına da yardıma sevk eder. Ondan sonra bu çektikleri ıstırapların kendileri için ne büyük saadetler olduğunu görürler. İşte dostum, ıstıraplar da bazen güzeldir. Onların içinde çok şeyler gizlidir. Bunlara, kelime acizliğinden saadet diyoruz, huzur diyoruz, biraz daha üstününe nur diyoruz. İlahi tesir diyoruz, ama bir bilsen, bir bilseniz bunlar ne kadar aciz kalıyor, o duyulanların yanında. Yolunuz açık olsun dostlarım. Hoşça kalın.

Rehber Varlık: Hamdi  (H.)
Medyom: O. G.  (M.)
Operatör: R. K.
Gün ve yeri: 22.6.1962 – İstanbul Dernek Binamız.
Hazır bulunanlar: Bazı üye ve konuklar.

Birinci Kısım

(Bu Birinci Kısım,  uyanmağa başlayan önceki geri, vahşi varlığın uyanmasiyle içine düştüğü gerçek ıstıraplarını göstermektedir. Ki, bu ıstıraplar, vicdan azaplarıdır.)

V. – Yeter Rabbim… (Medyom çok ıstıraplı bir ifade içersinde) …Yeter artık. Görüşmüyoruz artık sizinle değil mi? Konuşamıyoruz artık…     
R. K. – Sizi dinliyoruz biz.

V. – Neden terkediyorsunuz hıııııı, ohhhh, ohhhhhh…   Beni ne hallere getirdiniz… Siz değil, yaptıklarım getirdi bu halleri… Ohhhhhh!.  Hııııııııı!  Söylesenize birşeyler…

R. K. – Nasılsınız şimdi, lütfen söyler misiniz, bana? Bu (durumda) mevzuda ne gibi bir sıkıntı çekiyorsunuz?

V. – Berbat… Layık değilim bunlar, ohhhhhh, hıııı, ahhhhhh!...

R. K. – Nesine layık değilsiniz?

V. – Ohhhhh, çektiklerimin, olmaması lazımdı, bitmeliydi artık!.  Ohh, ohh!… Siz nasıl tasavvur ederseniz bunları, görmüyorsunuz ki!...

R. K. – Hissediyoruz.

V. – Ahhhhhh!... Benim gibi değil…

R. K. – Gayet tabi değil, sizin gibi.

V. – Benim gibi değil…

R. K. –  Fakat…

V. – Benim gibi değil…

R. K. – Bitmeliydi derken, niçin (bu durumun) bitmesini lüzumlu gördünüz?

V. – Çok çektim…

R. K. – Ne gibi?

V. – Çok çektim ohhhhhhh, çok çektim ohhhhhhhh!...  Asırlardır böyleyim!... Ohhhhhh!...  Hep çekecekmiyim?...

R. K. – Daha yeni ………………..

V. – Başlangıcı daha güzeldi…

R. K. – Dostum…

V. – Başlangıç…

R. K. – Hiç bir varlığın gayesi, ne ıstırap çekmek, ne de saadetler içinde yüzmektir, bunların her ikisi de birer vasıtadır.

V. – Gaye nedir ki?

R. K. – Gaye, bizim olgunlaşmamızdır.

V. – Istırap… hıııııııı, ohhhhhhhh!...

R. K. – Hatalarımızı görmemiz ve o hatalardan sıyrılarak…

V. – Hatalar yüzünden ıstırap çekiyoruz işte,  ohhhhhhhh!... Ohhhhhhh!...

R. K. – Bu ıstırapları çekince de bir daha hata yapmamağa alışıyoruz.

V. – Ohhhhhh!... Ohhhhhh!... Yapmazdım bir daha… Ama niye? Niye böyle cezalandırılayım?... Ohhhhh… Çok fazla bu…

R. K. – Kimse cezalandırılamaz. Sizi…

V. – Evet, evet, evet, ben, ben kendim, ohhhhh… Ne olur biraz değişse ve…

R. K. – Görüyorsunuz ki, ıstırabı size veren kendi vicdanınız oluyor. Bu da vicdanınızın uyandığını, kudretlendiğini ifade etmez mi? Sizin iyi, tesirler aldığınızı göstermez mi?

V. – Peki, ne olacak bu böyle?

R. K. – Nihayet dinecek bunların hepsi.

V. – Ne zaman?

R. K. – Büyük bir huzura kavuşacaksınız.

V. – Ahhhhh… Boğuluyorum…

R. K. – Büyük bir saadete kavuşacaksınız.

V. – Allahım bana yol göstersin. Onu…

R. K. – Ve o zaman.

V. – Yeter artık…

R. K. – Bu çektiğiniz sıkıntıların kıymetli olduğunu öğreneceksiniz.

V. – (Uzun bir sükut)…

R. K. – Şimdi mesela, eskisi gibi…

M. – Yok artık…

R. K. – Bir adam öldürmenin… haklı olabileceğini düşünebiliyor musunuz?

M. – O yok artık, o yukarda…

Rehber Varlık: Hamdi  (H.)
Medyom: O. G.  (M.)
Operatör: R. K.
Gün ve Yeri: 13.9.1961 – İstanbul Dernek Binamız.
Hazır bulunanlar: Bazı üye ve konuklar

İkinci Kısım

(Aynı celsenin bu ikinci kısmı da vicdan azabiyle kıvranan bir annenin ölümünden sonraki halini bize göstermektedir.)

R. K. – Evet.

M. – Daha yükseliyorum. Bir hanım var karşımda. <<Yalvarırım beni kurtarın>> diyor.

R. K. – Evet, kimmiş bu hanım? Ne imiş derdi?

M. – <<Mediha>> diyor.

R. K. – Soyadı?

M. – Bilmiyormuş. Sebebini bilmediği bir durummuş. Rahat değilmiş, sıkıntı içinde imiş. O da ağlıyor. Çırpınıyor adeta. Bir dindar gibi böyle acaib haller var.

R. K. – Yaşlı bir kadın mı?

M. –  Genç bir kadın. Orta yaşlı, pek genç değil, 35 falan herhalde. Bu üzüntüden saçları beyazlaşmış, öyle diyor, kendisi kansermiş.

R. K. – Peki.

M. – Hastahanede ölmüş.

R. K. – Esas üzüntüsünün sebebi neymiş?

M. – <<Boğdum>> diyor. Kendi çocuğunu boğmuş. Üç aylıkken.

R. K. – Niçin?

M. – <<Çekemiyordum, kıskanıyordum>> diyor. Kendisi de bilmiyor sebebini. <<Cinnet getirdim>> diyor. <<Normal değildim>> diyor. Korkunç seslerle ağlıyor. Korkunç, tarif edilmesi imkansız.

R. K. – Peki, bu hareketinizin, şimdi hata olduğunu idrak ediyor musunuz?

M. – Çok daha önce idrak ettim diyor.

R. K. – Yani, dünyada yaşarken idrak ettiniz mi?

M. – Daimi bir vicdan azabı, içinde kalmış ve zaten o yüzden kanser olmuş. Onun günahını ödemek için, o kadar acılar çekmiş ama, ödeyememiş ki… Hastahanede ölmüş, ameliyat sırasında…

R. K. – Öldükten sonra, bu dünyaya geldikten sonra çocuğunu görmüş mü?

M. – Hayır. O çok uzaklarda, yükseklerde imiş. Görmek istiyormuş, yalvarmak, onu kollarına almak istiyormuş. Mütemadiyen ağlıyor. <<Onu bana bir kerecik gösterin>> diyor.

R. K. – Biz rica ederiz, dua ederiz. Kendisine de bizimle beraber dua etsin.

M. – <<Dua ile olur mu bu?>> diyor.

R. K. – Gayet tabii. En başta dua ile.  Büyük varlıklardan, Allahtan istemek. Bu şekilde hatasını idrak edip, onun sıkıntısını…

M. – Dünyada kendisi, kendisini af etmesi için çok yalvarmış, fakat gene de kanser olmuş.

R. K. – E…  Kuru kuruya af edilmez.

M. – <<İşte cezamı çekiyorum>> diyor. <<Onun için bana göstermezler oğlumu>> diyor.

R. K. – Şimdi bu cezanın belki de miadı dolmuştur. Dolmak üzeredir.

M. – <<Ebediyen sürecek>> diyor.

R. K. – Duayı hiç bir zaman elden bırakmamak lazım. Hiç bir şey ebediyen sürmez.

M. – <<Nasıl dua edebilirim ki, bu vaziyette?>> diyor.

R. K. – Ümidi hiç bir zaman kesmeden. Allahtan ümid kesilmez.

M. – <<Çok uzak, çok uzak>> diyor. Bazen bir ışık görür gibi oluyormuş, ona doğru koşmak istiyormuş, hemen koşuyormuş. O ışığın daha da uzağındaymış oğlu.

R. K. – Siz gene dua etmekte devam ediniz. Biz de sizin için dua ediyoruz. Daima iyiliğinizi talep ediyoruz. Daha doğrusu tekamül etmenizi talep ediyoruz.

M. – <<Tekamül mü?>> diyor.

Rehber Varlık: Hamdi (H.)
Medyom: O. G.  (M.)
Operatör: R. K.
Gün ve yeri: 13.10.1961 – İstanbul Dernek Binamız.
Hazır bulunanlar: Bazı üye ve konuklar.

İkinci Kısım

(Bu celsenin ikinci kısmı, bir önceki varlığın uyanışının devamıdır.)

M. – Nurlu bir ışık, bu başka birisi. Bu yolu bana siz açtınız, diyor.

R. K. – Evet, hoşgeldiler, kimmiş bunlar?

M. – Sizin sayenizde buraya geldim, diyor. Mediha hanım.

R. K. – Efendim Mediha. İsminiz Mediha mı?

V. – Öyle idi.

R. K. – Evet, peki.

M. – Bakın ne kadar değişti burası, ne kadar güzel, karanlık değil artık. Pırıl pırıl, hem bir değişiklik, bir hafiflik hissediyorum kendimde, diyor. Rahatlıkla yükseliyorum, yükselmek istiyorum ama, gene de bir merhaleye, bir mertebeye kadar. Fakat hissediyorum yaklaştığımı çocuğuma, diyor. O orada mı acaba?

R. K. – Bilmiyoruz, belki de oradadır.

V. – Orada olamaz, o da yükseliyor çünkü.

R. K. – Onun orada veya daha aşağıda, daha yukarıda olduğuna…

R. K. – Evet, yüksek devrelere, mertebelere ulaşmanızı…

M. – <<Yani, kanserin geçmesini mi kastediyorsunuz?>> diyor.

R. K. – Hayır. Ruhen daha olgun hale gelmenizi, iyiyi kötüden daha iyi tefrik etmenizi, hata ile sevabı iyice ayırmanızı…

M. – <<Ben oğlumu, boğdum, ruhen nasıl olgunlaşırım?>>

R. K. – Herkes olgunlaşır. Vahşi hayvanlar bile, hayvanları, insanları parçalayan vahşi hayvanlar bile olgunlaşır. Onlar bile nihayet olgunlaşarak bir gün insan haline gelirler.

M. – <<Evet, ama onlar hiç bir zaman kendi çocuklarını öldürmediler>>, diyor.

R. K. – Onlar da öldürdüler. Kendi yavrusunu yiyen kediler yok mudur?

M. – <<Bana yardım edeceğinizi vaad ediyor musunuz?>> diyor.

R. K. – Evet. Bunu tekrar söylüyorum. Şimdi de dua ediyoruz. İsterseniz benimle beraber tekrar ediniz: Ulu tanrım, bu kendisini Mediha ismiyle tanıtan mustarip kardeşimize lütfen yardımlarınızı, kurtarıcı, ferahlatıcı tesirlerinizi gönderiniz. Bu kardeşimiz ıstırap çekerek, hatasını daha iyi idrak etmektedir. İdraki arttıkça bundan kurtulacaktır. Gönderilecek yardımlarla, lütfen idraki daha çok ve daha çabuk parlasın, daha çabuk huzura kavuşsun. Ona lütfen yardım ediniz.

M. – <<O ışığı gene görüyorum>>. <<Teşekkür ederim>> diyor.

R. K. – Evet. Kendisi de dua etmekte devam etsin.

V. – Muhakkak yukarıda.

R. K. – Ama neresinde olduğuna emin misiniz?

M. – Ben yükseldikçe, o da yükseliyor, ama öyle güzel, öyle tatlı bir yükseliş ki, bu… Adeta ona kavuşmuş gibiyim. Yeni bir heves, yeni bir sevinç var içimde. Bilmiyorum, yaşamak istiyorum, diyor.

R. K. – Evet. Kızınızla beraber mi, yoksa ondan ayrı mı?

M. – Bilmiyorum ki, ondan ayrı olacağımı zannediyorum. Böyle bir his varmış.

R. K. – Peki, tekrar acaba ne zaman gelecekmiş dünyaya?

M. – Bilmiyormuş, fakat geleceğim, çok yakında geleceğim, diyor.

R. K. – Ne  kadar mesela? Bir ay veyahut beş sene filan?

M. – Hesap eder gibi bir hali var. Bir sene sürer, diyor, en azından. Belki daha da çabuk olur.

R. K. – Nerede olacağına dair bir şeyiniz var mı? Reenkarnasyonun?

M. – Gitmem lazım, ama nerede olduğunu bilmiyorum, diyor.

Bunun sevinci sarmış her tarafını. Gidersem gene kadın olarak giderim, diyor.

Artık bu kadar tafsilattan sonra, arzu etmem ama, eğer celselerinize böyle korkunç bir varlık gelirse, ona teşhis koymakta güçlük çekmiyeceğinizi zannederim.

BEDRİ RUHSELMAN

Share

Bu site özeldir ve ticari amaç taşımaz.

Copyright © Dünya Ana