ALLAH - DR. BEDRİ RUHSELMAN - BÖLÜM 11

Share

http://www.dunyaana.com/images/bedri%20ruhselman%204.jpgALLAH DUYGUSU

Daha önce Mutlak hakkında konuşurken, Üstat’tan naklen bazı tebliğler yazmıştım. Üstad’ın bu sözlerinin diğer varlıklar tarafından verilen devamı üzerinde durmazsak, bazı kimselerin bunlardan yanlış fikirler çıkarmaları tehlikesiyle karşılaşabiliriz.

Mesela, bu düşüncelere göre, hiçbir duygu ve mana içinde Allah’a yaklaşmanın mümkün olmayacağı ve ilahi kavramlardan insanların uzaklaşmaları icap edeceği kanaatinde olduğumuzu zannedenler bulunabilir.

Aslında Üstad’ın “Mutlak’tan bahsetmeyiniz. O’nun yakınına varmak manasında, O’na yaklaşmak mümkün değildir.” sözleri hakikati özlü bir şekilde ifade etmiş olmakla beraber, bu alandaki yüksek ve derin fikrin manasını, herkesin anlayabileceği tarzda biraz daha açıklamak mecburiyeti ortaya çıkmaktadır.

Üstad: “Allah’a yaklaşamazsınız.” dediği zaman, yaklaşmak deyimiyle burada amaçlanan mana şu idi: Yaklaşmak denince beşeri anlayışa göre akla çeşitli fikirler gelebilir:

Birkaç örnek verelim:

1-Yanına gitmek, O’nun bulunduğu çevreye girmek, kendisiyle temas (yakın ilişki) haline geçmek ve en tehlikelisi de Allah’la birleşip, O’nun bir parçası haline gelmek manaları düşünülebilir. Tamamıyla maddi bir görüşe dayanan bu anlayışla Allah’a yaklaşmanın, asla söz konusu olamayacağı fikri üzerinde daha önce durmuştuk.

2-Yaklaşmak deyimiyle, O’nun kudretlerine yakın kudretler kazanmak, bazı yönlerden O’na benzemek veya O’nun gibi olmak, O’nun düzeyine yükselmek gibi manalar da akla gelebilir. Bu manadaki yaklaşma kavramı da reddedilen ve kabul edilmeyendir.

3-Allah’a yaklaşmak sözünden, Allah’ı anlayabilecek, tanımlayabilecek, O’nun kudretlerini kavrayacak, ne ve nasıl olduklarını idrak edecek duruma veya evrim düzeyine ulaşmış olmak manaları da çıkarılabilir ki, bu tarzda yaklaşmak da asla düşünülemez ve kabul edilemez.

4-Allah’a yaklaşmak deyiminde, insanın ruhi ve manevi kudretlerinin ve varlığının ilahi varlıkla birleşerek O’nda yok olucu bir son bulması fikri de hedeflenmiş olarak düşünülebilir. Böyle bir manada Allah’a yaklaşmak düşüncesi asla uygun olmaz ve hiçbir vakit kabul edilebilir sayılmaz.

İşte bu türlü fikirlerle Allah’a yaklaşabileceğini savunmak bir kul için manasız, faydasız ve hatta zararlı bir hareket olur. Çünki bu gibi düşünceler ve kuramlar, insana hiçbir şey öğretmeyeceği ve hiçbir ruhi fayda sağlayamayacağı gibi, onu ilahi rızaya ve kanunlara asla uygun olmayan tehlikeli bir gururun ve kibirin oyuncağı haline getirerek, felaketli uçurumlara sürükleyebilecek tehlikeleri de hazırlar.

Bütün bunlar iyice incelenip göz önünde tutulduktan sonra, Allah’a yaklaşmak deyiminin tamamen mecazi bir mana taşıdığını ve bunun da beşeri ifade darlığından doğan zorunlu bir sonuç olduğunu kabul etmekten başka çare kalmaz.

Üstad’la konuşmalarımızda konularımızın bu dereceye kadar getirilmesine vaktimiz müsait olmamıştı. Bu nedenle bu hususta kendisinden daha fazla aydınlanmayı başaramamıştık. Fakat Tanrı’ya şükrederiz ki, yıllarca sonra, Üstad’ın da vaktiyle işaret ettiği gibi (1) bu tebliğlerin devamı,

(1) “Dünyanızla dört buutlu alem arasında ilk kavuşma bu celselerdir. Bunların şimdi burada kalması mukadderdir ve kararlaştırılmıştır. Bu iki alem arasındaki kavuşmanın devamı sizin ölçünüzle uygun bir zaman sonra olacaktır.” (Üstad, 7.2.1937) başka varlıklar aracılığıyla daha sonra, yani yaklaşık on yıl sonra verilmeye başlanmış ve böylece eksik kalan bilgilerimin önemli bir bölümü tamamlanmıştır.

Gerçekten artık bugün idrak edebiliyoruz ki, yukarıda söylediğimiz manaların dışındaki bir mana ile Allah’a yaklaşmaya çalışmamız sadece mümkün olmakla kalmaz, aynı zamanda Allah’a karşı kulluk ve şükran borcumuzun en ileri gelen vazifelerinden ve zaruretlerinden birini oluşturur. Ve hatta bundan da öteye geçerek, ruhumuzun sönmez, tatmin edilmez sonsuz bir ihtiyacı, ateşli bir isteği halini de alır. İşte bu konu üzerinde durmanın sırası şimdi gelmiş bulunuyor.

İlahi yolda yürümek, Allah’ı duymak ve O’nun rızasına geniş bir idrak içinde ulaşmak, uğrunda ebediyen yürümek ve yükselmek kavramı hakkında mümkün olabildiği kadar hatasız bir fikir edinmek için, önce bu kavramı bütün maddi kavramlardan tamamen yalıtmış ve hiçbir yönden onun böyle maddi bir düşünceye değinen tarafı kalmayacağını belirtmiş olmamız gerekir. Bunun için de her şeyden önce bizim, Allah, Mutlak karşısında bütün varlığımızın bir sıfırdan ibaret olduğunu ve hiçbir kıymet taşımadığını tam olarak düşünmemiz gerekir. Kaldı ki, bütün maddi ve manevi değerlerin üzerinde bulunan Allah kavramına gitmeden evvel, Allah tarafından yaratılmış bir kainat kavramı içinde dahi insanın, sıfır derecesinde küçük ve basit bir varlık halinde kaldığını her aklı eren insanın bilmesi ve kabul etmesi gerekir. İşte bunun için biz, ilk önce insanın, kainat içindeki hiçliğini belirtmeye çalışarak işe başlayacağız. Ve zihni bir kainat gezintisi yapacağız. Bu gezinti, dünyamızdan başlayarak gittikçe uzaklaşan, büyüyen ve genişleyen maddi bir kainat kavramı içinde, beşer hüviyetiyle ne kadar küçük bir varlık olduğumuzu bize öğretmeye yetecek ve bu görkemli büyüklük karşısında duyacağımız küçüklük duygusu, bizi asıl amacımıza, yani ilahi duyguya hazırlayıcı objektif ilahi araştırma yolunun ilk basamağına ulaştıracaktır.

Daha önce yayınladığımız Ruh ve Kainat kitabında, maddi alemler ve maddenin halleri hakkında söylenmiş düşüncelerden bazılarını kısaltarak burada tekrar gözden geçirmek istiyorum.

Maddi kainatı oluşturan maddelerin makro ve mikrometrik bir alan içinde ve bu alanı da aşarak, bizim için araştırılması ve idraki mümkün olmayan bir akıcılık düzen ve dizisinde yayılıp gittiğini orada görmüştük. Ve makrometrik alemin de idrakimiz karşısındaki görkemli büyüklüğünü belirtmek için önce gökyüzünde zihni bir yolculuk düzenlemiştik. Şöyle ki:

Gökyüzüne başımızı çevirip baktığımız zaman orada, sayısı belirsiz birçok parlak noktacıklar görürüz. Bunların içinde iki tanesi büyüklük ve parlaklık bakımından diğerlerinden ayrılır. Bunlardan birisi güneştir. Güneş, diğer küçük yıldızların yanında bize çok büyük ve parlak görünür. Ve bu yüzden biz ona gökyüzünün hakimi gözüyle bakarız. İşte basit bir insan düşüncesinden doğan bu realite asırlardan beri birçok insanlar arasında hüküm süregelmiştir.

Doğrusu, gökyüzünde ancak büyükçe bir portakal kadar küçük görünen gökyüzümüzün bu gururlu güneşi, aklımızın alamayacağı kadar büyüktür. Yani bizim dünyamız büyüklüğünde 1.326.472 tane dünya bir araya gelmelidir ki, güneşimizin yaklaşık büyüklüğü meydana gelebilsin. Bu karşılaştırmayı gözümüzün önünde canlandırabilmek için, bir metre çapında büyük bir küre düşünelim. Bu güneşi temsil etsin. Bu kürenin yanında dünyamız, çapı ancak bir santim olan bir bilye tanesi kadar küçük kalır.

Halbuki dünyamıza oranla bu kadar büyük görünen güneş, evrende bir zerreden ibarettir. Bu alandaki incelemelerimizde bir adım daha ilerleyince öyle dev gibi küreler ve uzaysal kuruluşlarla karşılaşırız ki, onlara göre güneşimiz, bize göre olan bütün heybetine rağmen göklerin hakimi olmak özelliğini hemen kaybeder. Ve o zaman biz, uzayda hangi yıldızın büyük olduğunu bilemez hale geliriz. Çünki güneşten daha büyük o kadar çok yıldız ve onlardan da büyük gene o kadar çok başka yıldızlar vardır ki, bunlardan hangisinin en büyük olduğunu belirlemek mümkün olmaz. Halbuki yeryüzünden biz onları arasıra görünüp kaybolacak kadar küçük ve bazen çok sönük birer nokta veya leke halinde görürüz. Ve bazen de hiç göremeyiz. Sayısı milyonları bulan ve hakiki sayıları belli olmayan bu olağanüstü büyük sistemlerden bir tanesini ele alalım: Bu Andromeda nebülözüdür. Bunun büyüklüğü güneşe oranla olağanüstüdür. Acaba küçük ve sönük bir leke halinde görünen bu nebülöz, gökyüzümüzün güneşinden ne kadar daha büyüktür? Bin kere mi, milyon kere mi, yoksa milyar kere mi? Hayır. Bu nebülöz, güneşimizden 232 trilyon kere daha büyüktür.

232 trilyon aritmetik bir kavramdır. Ve bu da bize hiçbir şey ifade etmez. Bunu geometrik bir kavrama çevirelim. Bunun için de dünyamızdan 1.5 milyon kere büyük olan bir küreyi düşünelim. Bu, yaklaşık güneşimizin büyüklüğüdür. İşte bu çok büyük kürenin, 232 trilyon tanesini biraraya getirirsek, bu nebülözün büyüklüğü hakkında kaba bir fikir edinmiş oluruz. Fakat dünyamızdan 1.5 milyon kere büyük bir kütlenin, 232 trilyon tanesini biraraya getirmek ne demek? Daha doğrusu önce bu rakamın manası nedir? Bir insanın en büyük gücünü ele alarak, kesintisiz şekilde bir saniyede iki rakam sayabileceğini düşünelim. O insanın bu şartlar altında yukarıdaki rakamı sayıp bitirebilmesi için, yaklaşık dört milyon yıl saymaya devam etmesi gerekir ki, bu rakamın ifadesi, öyle bir saniyelik zaman içine iki tanesini sığdırıverdiğimiz, şimşek hızıyla gelip geçici bir kavram değil, dünyamızdan 1.5 milyon kere daha büyük bir cisim olan güneşin büyüklüğü hakkındaki kavramdır. Böyle aklımızın alamayacağı rakamlarla ifade edilen bu büyüklük karşısında bir insanın maddi varlığının ne değeri kalır?

Olağan araçlarla insanlar tarafından görülebilen yıldızlar, uzay bilimcilerin söylediklerine göre, lantiküler bir alan içinde toplanmışlardır. Bu alana samanyolu diyorlar. Bir samanyolu içinde bulunan yıldızların sayısı yüzlerce milyona ulaşmaktadır. Samanyolu, uzay bilimince belirli bir alandır. Ve bu alanın bir ucundan diğer ucuna kadar olan uzaklık 150–200 bin ışık yılına eşittir (1). Dünyamız aşağı yukarı bu alanın merkezine yakın bir yerde bulunuyor.

(1)Işık yılı demek, bir saniyesi 300.000 kilometrelik hız değerini ifade eden bir yıllık yol demektir.

Bu rakam insanı ürkütecek dehşette bir değer ifade eder. Saate 1.000 km hızla giden bir uçak farz edelim. Bu uçağın, gece gündüz durmadan uçması şartıyla Samanyolumuz’un bir ucundan diğer bir ucuna varabilmesi için, uzayda 210 küsur milyar yıl uçması lazımdır.

Fakat gene uzay bilimciler diyorlar ki, bu kadar büyük bir alan içinde yüz milyonlarca yıldızdan oluşan Samanyolumuz, uzayın biricik varlığı değildir. Bizim Samanyolumuz’un dışında kalan daha birçok samanyolları, yani ekstra galaktik sistemler vardır. Bunların her birinin büyüklüğü de hemen hemen bizimki kadardır. Bunların aralarındaki uzaklıklar da, bir samanyolunun kapladığı alanın uzunluğuna yakındır. Buna göre, saatte 1.000 km yol alan uçağımızla Samanyolumuz’un bir ucundan diğer ucuna 200 küsur milyar yılda vardıktan sonra, diğer komşu nebülözün sınırına ulaşabilmek için, uçağımızın gene 200 küsur milyar yıl daha uçması gerekecektir. Bu, dehşetli bir mesafedir. Ve bizim en büyük hızımız bile bu uzaklığın karşısında sıfır mertebesinde kalır. Fakat iş burada bitmiyor. Yukarıdaki çok büyük rakam, ancak uzayda iki samanyolunun işgal ettiği alana aittir. Acaba uzayda böyle kaç tane nebülöz var? Efsanevi mesafelerle birbirinden ayrılan ve akla sığmayacak kadar büyük olan bu nebülözlerin gerçek sayısı astronomlarca bilinmiyor. Ancak son (1955) keşiflerle varılan sonuçlara göre bu nebülözlerden bilinenlerin sayısı iki milyonu bulmuştur. Bu hesaba göre baş döndürücü bir hızla uçan o uçağımızla astronomik alemimizin bir ucundan diğer ucuna hiçbir zaman varamayacağız.

Fakat unutmayalım ki maddi kainatımız bu kadar küçük değildir. İçinden çıkamadığımız bu hesaplar evrenimizin, ancak bildiğimiz küçük bir kısmına aittir. Evrenimizin o kadar uzak yerlerine gitmeye hacet yok. Samanyolumuz, yani kendi nebülözümüz içinde bulunan yıldızların bize en yakını gene bir parseklik mesafeden daha uzaktır. Ve bu uzaklık yaklaşık üç ışık yılına eşittir. Mesela, bize en yakın olan komşu yıldız Proksima Centauri bizden 1,11 parsek uzaktadır ki, bu yaklaşık 3 küsur ışık yılı eder. Yukarıdaki büyük mesafeler yanında bunun önemi yoktur, demeyiniz. Çünki saatte 1.000 km hızla uçtuğunu düşündüğümüz uçağımızla bu en yakın komşumuza gidebilmek için, gece gündüz sürekli uçmak şartıyla 3.5 milyon yıl uçmamız gerekir.

Şimdi, bu yıldızlardan biraz daha uzaktaki diğer bir yıldızı, mesela kutup yıldızını ele alalım. Acaba uçağımız bu yıldıza kaç yılda varacaktır? Kutup yıldızı, dünyamızdan 46 ışık yılı uzaktadır. Yani uçağımızın oraya varabilmesi için, 50 milyon yıl aralıksız uçması gerekir.

Ya yukarıda sözünü ettiğim efsanevi mesafelerdeki yıldızların bize binlerce asırda gelen ışıkları karşısında neler düşüneceğiz?

Mesela, en güçlü teleskoplarla fotoğrafları alınan yıldızların bize olan mesafeleri 44 milyon parsektir. Bu, 140 milyon ışık yılının karşılığıdır (1990 uzay teleskobu 12 milyar ışık yılı uzaklığı gözlemliyor). Bunun da asıl manası şudur: Bu yıldızlardan bugün kopan bir ışık ışını, bize ancak 140 milyon yıl sonra gelecektir. Daha doğrusu, biz o ışığı ancak 140 milyon yıl sonra görebileceğiz.

Astronomların bize öğrettiği şeyler, uzayın bütün sistemlerini kapsamlarında bulundurmaz. Kimbilir daha ne kadar sonsuz alanlar içinde ne kadar keşfedilecek ve yazılacak veya keşfedilmeyecek ve yazılamayacak sistemler vardır?

Fakat bizim gözümüzde büyük kitleler ve sonsuz denecek kadar geniş mesafeler halinde yayılan bu maddi alem, henüz keşfedemediklerimiz ve keşfedemeyeceklerimizle kıyaslanınca, bir zerreden daha küçük kıymet haline düşüvermektedir. Halbuki bütün bu bilinmeyen alemleri ve kainatları içine alan ve hayalimizden dahi geçmesi akla gelmeyen ve mümkün olmayan sonsuz alemler ve büyüklük kavramları vardır. Bunların hiç birisi ile kıyası ve bağlılığı, asla söz konusu edilemeyecek olan ve bütün bu varlıkları ve kavramları yaratan Allah’ın büyüklüğü (kudreti) ve bizim onun karşısındaki küçüklüğümüz (güçsüzlüğümüz) hakkında bir tek söz söylemeye bile kudretimiz ve cesaretimiz olamaz.

Alemler yalnız büyüklükleriyle değil, küçüklükleriyle de hayrete değer rakamlara ulaşan bir genişlik içinde kainatı doldurur. Bunu da mikrometrik alem kavramı altında şöylece gözden geçirebiliriz:

Maddenin bize göre son basamağı atomdur (1946). Fakat bu anlayış görecelidir. Yoksa gerçekte atomun da son madde olduğunu kabul edenlerden değiliz. Atomlar da birer alemdir. Birer güneş sistemidir. Atom çok küçük bir maddedir. Bir topluiğne başı büyüklüğündeki organik maddede bulunan atomların sayısını ne kadar tahmin edersiniz? Yapılan hesaplara göre bu sayı 8x1021’ dir ki, bunun ifade ettiği manayı zihinde şekillendirmek mümkün değildir. Fakat bu sayının dehşeti hakkında belki kaba bir fikir veririz diye bir karşılaştırma yapacağız. Daha önce Andromeda nebülözü ile güneşimizi karşılaştırırken aradaki farkı gösteren sayının değerini belirtmek için, bir saniyede ikişer saymak şartıyla 4 milyon yıl saymaya devam etmek gerekir demiştik. Ve haklı olarak da bunu çok büyük bir sayı olarak düşünmüştük. Fakat toplu iğne ucu büyüklüğündeki organik maddeyi oluşturan atomların sayısına ait yukarıdaki değer, öncekinden çok daha fazladır. Yani gene bunu saniyede ikişer ve sürekli saymak şartıyla ancak 120 trilyon yılda tamamlayabiliriz. Bu ise bizim için gerçekten bir ebediyettir. Ve bu ebediyet bir toplu iğne başı büyüklüğündeki organik maddeyi oluşturan atom sayısının içine sığmaktadır. İşte insanın kafası burada sersemler.

Acaba bir atomun büyüklüğü ne kadardır? Bu hususta verilecek rakamlar bize hiçbir şey ifade etmez. Çünki bunlar bizim için hiçbir objektif değer taşımayacak kadar küçüktürler. Bununla beraber bu hususta kaba bir fikir edinmek için gene karşılaştırma yolu ile bazı düşünceler oluşturmak mümkündür.

Bir Crookes balonu alalım. Bu balonun içindeki hava, bir milyonda biri kalıncaya kadar boşaltılmıştır. Bunun kenarında endüksiyon akımıyla olağanüstü küçük; mikroskopik bir delik açılmış olsun. Acaba bu balonun içindeki havanın miktarı, doğal bir sınıra ulaşıncaya kadar geçecek süre ne kadar olacaktır? Bu tahmini hesabı yapabilmek için atomları o kadar küçük farz edelim ki, bu mikroskopik delikten bir saniyede 100 milyon tane atom rahatça geçebilsin.

Önce, ancak bir mikroskopla görülebilecek kadar küçük bir delikten, bir saniyede yüz milyon tanesi kolaylıkla geçebilecek bir cismin küçüklüğünü tasavvur etmek (zihinde canlandırarak düşünmek) mümkün olmaz. Kaldı ki, iş bu kadarla da bitmeyecektir. Çünki eğer düşündüğümüz gibi bu delikten saniyede yalnız 100 milyon atom geçmiş olsaydı, acaba bu balonun dolabilmesi için ne kadar zaman beklememiz gerekirdi? Böyle bir soru karşısında hemen insanın aklına birkaç saatlik zaman gelir. Halbuki yapılan hesaplara göre, burada o kadar uzun zaman geçecektir ki, biz buna Crookes’la beraber bir ebediyet deriz. Çünki bu zaman, 400 küsur milyon yıldır. Bu hesaba göre eğer dünya ilk oluştuğu vakit böyle bir balon hazırlanmış oldaydı, bugüne kadar belki henüz yarılanmış bile olmazdı. Halbuki gerçekte iş hiç de böyle değildir. Bu balonun dolması için yarım saatlik bir zaman bol bol yetmektedir. İşte atomun küçüklüğü karşısında aklımız bu noktadan itibaren durmaya başlıyor. Çünki yarım saatte dolan bu balonun mikroskopik deliğinden, bir saniyede geçen atom miktarı bile bizim aklımızın kabul edemeyeceği rakamlara ulaşmaktadır. Yapılan hesaplara göre gerçekte bu delikten bir saniyede geçen atomların sayısı, 6x1021’dir. Bu ne demektir? İdrakimizin sınırından taşan her büyük sayı hakkında olduğu gibi, bu sayı hakkında da önce hiçbir fikri reaksiyon göstermeyiz. Fakat bu sayının değerini de yukarıda olduğu gibi karşılaştırma yolu ile bulmaya çalışırsak, başımızın dönmeye başladığını anlarız. Deneyelim: Bu sayıyı da öncekiler gibi saniyede ikişer olarak saymak şartıyla, yaklaşık 100 trilyon yıl saymaya devam etmemiz gerekecektir. Bu hesaba göre atomun küçüklüğü hakkında edineceğimiz fikir ne olabilir? Atomlar o kadar küçüktürler ki saniyede ikişer saymak şartıyla, onların sayısını ancak 100 trilyon yılda bitirebileceğimiz miktarı, mikroskopik bir delikten bir saniyede geçivermektedir.

Atomun son maddi basamaklarda bir varlık olmadığından daha önce bahsedilmişti. Fakat atomun parçalarından ve parçalarının parçalarından bahsederken makrometrik alemin incelenmesinde karşılaştığımız güçlüklerden ve imkansızlıklardan daha büyük güçlükler ve imkansızlıklarla karşılaşacağız. İşte buradan başlayarak maddenin, sonsuz maddi haller alemine adımımızı atmış bulunuyoruz.

Şimdiye kadar sözünü ettiğimiz sonsuzluklar, maddenin bizim duyularımız karşısında değer kazanan büyüklüklerine aittir. Fakat maddenin üç buut realitesi içinde anlaşılması imkanından gittikçe uzaklaşılan, sonsuz öyle akıcı halleri vardır ki, artık bunlar bizim anladığımız manadaki cisim olmak kavramından çıkarak, enerjinin bilemediğimiz, anlayamadığımız ve duyamadığımız sonsuz şekilleşmelerini oluşturmak üzere kainatta yayılıp giderler.

Klasik bilime göre maddeler üç halde bulunurlardı. Fakat katı, sıvı ve gaz diye anılan bu hallerin, ilk ve son haller olmadıkları bugün anlaşılmaya başlanmıştır. Önce Faraday tarafından kuramsal olarak ortaya atılan radyan madde hakkındaki fikirleri, daha sonra Crookes uygulama alanına çıkardıktan sonra, maddenin gazüstü halleri konusundaki düşünce alanı çok genişlemiştir.

13 cm çapındaki bir balonun doğal şartlar altında taşıdığı atom sayısı 1x1024’tür. Bu hesap, Clausius ve Clarx Maxwel’in termodinamik yolu ile araştırmaları sonucunda bulunmuştur. Crookes bu balonun havasını bir milyonda bir kalıncaya kadar boşaltmayı başarmış ve bu yolla, balonun içinde kalan maddenin, olağan maddi özelliklerinden başka özelliklere sahip olan yeni bir hale geldiğini görmüştür. Radyan hal denilen bu maddede ağırlık, sertlik, şekil, nüfuz etme yokluğu ve renk gibi kaba özellikler yoktur. Fakat buhal, acaba maddelerin en son seyyal haddi midir? Hayır.

Crookes balonunun havası, bir milyonda bir kalıncaya kadar boşaltıldıktan sonra acaba geride ne kadar hava kalır? Bu soruyla ilk karşılaşanların aklına, balonda az miktarda hava kalır gibi bir fikir gelebilir. Fakat gerçekte burada kalan havanın miktarı hiç de mühimsenmeyecek kadar az değildir. Çünki burada bir kentilyon tane atom vardır. Aslında maddi hallerin sonu olmayınca, mutlak boşluğun da elde edilebileceği düşünülemez. O halde Crookes’un yaptığı bu işlemi sonsuz kere tekrarlamak mümkün olacaktır. Fakat bu kuramsal bir sözden ibaret kalır. Çünki en gelişmiş teknik araçlarla bu iş ancak bir defa bile güçlükle yapılabilmiştir. Ve maddeler seyyalleştikçe bu güçlük de karesi ile artacaktır. Buna göre, dünyamızın şartlarıyla bu işin, aslında bizce var olmayan sonuna kadar gidilmeye imkan yoktur. Ancak şöyle düşünebiliriz: Doğal hava basıncını bu miktara indirdikten sonra, fikirlerimizi altüst eden yeni bir madde ile karşılaştık. Acaba bu işlemi bir defa daha tekrar etseydik, yani geri kalan hava miktarını da tekrar bir milyonda biri kalıncaya kadar azaltabilseydik, ne tür bir madde ile karşılaşacaktık? Halbuki bu işlemin tekrarına ebediyen devam edebilsek bile balonun içindeki maddeyi asla tüketemeyiz. Çünki bizim acizliğimizin başladığı ve imkanlarımızın durduğu yerde ne maddelerin, ne de olayların durması gerekir. Biz bu işlemi, mümkün olsa da, balonda son atom kalıncaya kadar tekrar edebilsek, son atomun sonsuz parçalarından oluşmuş, bilmediğimiz alemlerin sonsuz derinliğine doğru da gene aynı işlemle inmekte ebediyen devam edebiliriz. Bu işlemlerden doğacak sonuçların da bugün hiçbir insanoğlunun idrakine ulaşacak şeyler olmadığı kesindir.

Tabiatta boşluk yoktur. Boşluk fikri, ancak bizim kafamızın boş kaldığı yerlerden başlayarak kıymet kazanan boş bir düşünce ürünüdür. O halde atomun parçaları ve onların da parçaları olmak üzere, maddeler bir sonsuzluk içinde yayılır gider.

Birer güneş sistemi benzeri olan atom sistemlerinin protonlarıyla elektronları arasındaki mesafeler, bizim kaba ve basit görünüşümüze göre ihmal edilebilecek derecede küçüktürler. Fakat bu, benmerkezli bir düşüncedir. Ve böyle basit bir düşünce ile kainatın sırlarıyla ilgili konulara yaklaşılamaz. Bunun için olayları ve varlıkları yalnız duyularımızla değil, onların oluş hallerini göz önünde tutarak incelememiz gerekir.

Gerçekte, bizim için ilk bakışta ihmali mümkün görünen, atom aleminin protonlarıyla elektronları arasındaki mesafenin; onların kendi büyüklükleri dikkate alındığında, güneşimizle planetleri arasındaki mesafeye oranla 8.000 kat daha büyük olduğunu öğrenirsek, atom aleminin ne kadar muazzam bir sistem olduğu ortaya çıkar. Kendimizi bir elektron planetinin üzerine oturmuş bir varlık olarak düşünelim. Yukarıdaki hesaba göre, güneşimiz olan proton kütlesinin, bize şimdiki güneşimizden yaklaşık 8.000 kere daha uzak olan bu muazzam mesafesi acaba bomboş mudur? Hayır. Madde kainatında her yer, bildiğimiz veya bilmediğimiz çeşitli şekil ve özellikteki maddelerle doludur. Aslında maddi kainat, varlık demektir. Yoklukla madde kainatı fikri asla bağdaşamaz. Çünki maddi kainat, yaratılmış varlıklar alemi demektir ki, burada yokluk fikri bu bakımdan da düşünülemez. O halde böyle bir kainatta bizim kuramsal olarak yalnız bir fikir halinde kabul edebileceğimiz öyle maddeler de vardır ki, bunlar bir tek atom aleminin parçaları arasındaki olağanüstü büyük mesafeleri doldurmaktadır. Düşüncemiz ve hayal gücümüz burada durduğu için, atom aleminin parçaları arasındaki bu çok büyük mesafeleri dolduran maddelerin de ayrıca birer alem olduklarından ve bunların arasındaki mesafelerde de gene sonsuz alemlerin var olduğundan söz etmeye cesaretimiz kalmıyor. Bununla beraber, bu da bir hakikattir. Ve bunu bir hakikat olarak kabul edince, bir tek atomun da olağanüstü büyük bir kainat olduğunu kabul etmek zarureti kendiliğinden meydana çıkıyor.

Kainat alemlerle doludur. Bunlar, bizim çok dar olan göreceli anlayışımız karşısında bir realite değeri göstermezler. Ve idrakimizi saran dar ufukların ötesindeki sonsuzluğun karanlığı içinde kaybolup giderler. Bu nedenle yukarıda arz ettiğimiz makrometrik ve mikrometrik değerler ancak bize göredir. İdraki genişlemiş, madde hakkındaki bilgisi artmış yüksek varlıklara göre, bu kavramlar bambaşka değerler kazanır. Atom ve güneş sistemleri, doğa yasaları karşısında aynı düzende, birbirinden az veya çok kapsamla ayrılan sistemlerdir. Bu bakımdan Crookes balonunu evrenimize benzetebiliriz. Ve makrometrik kainatımızda sayısız sekstilyonları bulan yıldızları da birer atom gibi düşünebiliriz. Fakat bu takdirde görürüz ki, tabiat Crookes’dan çok daha kudretli olarak çalışmıştır. Çünki kainat balonunun içindekiler Crookes’unkinden daha çok akıcıdır. Yapılan hesaplamalara göre bir cm3 kainata düşen maddenin ağırlığı, bir gramın bir trilyonda birinin, bir trilyonda birinin, onbeş milyonda biridir. Kocaman bir Crookes balonuna benzeyen, fakat ondan daha çok ileride seyreltik ve akıcılık hali gösteren evren balonunun içindekiler acaba ne muazzam ve dehşetli bir enerji deposu halinde bulunmaktadır? Bunun derecesini asla takdir edemeyiz.

Bundan sonra işi bir sonuca bağlayabilmemize yardım edecek diğer bir kavram daha vardır ki, o da buut kavramıdır. Biz üç buutlu bir alemde yaşıyoruz, diyoruz. Bu ne demektir? Buut nedir? Buudun tarifi imkansızdır. Belirli bir buut zaruretinden doğan sayılarla çeşitli buutlardan söz etmek de anlamsızdır.

Üç buut derken, biz ancak uzunluk, genişlik ve derinlik kavramlarından oluşmuş bir mekanı aklımıza getiriyoruz ki, aslında bunun dışında hiçbir buut düşüncesi de söz konusu olamaz. (1955)

Bu üç boyut kavramını doğuran unsurlar, bizim realitemiz içindeki maddelerin mekan zaruretinden kendilerini kurtaramazlar. İşte biz maddelerin, diğer hallerinden doğan realitelerden ayırabilmek için, bu üç buutlu realitemize dahil maddelerin tamamına bir SAFHA diyoruz. Fakat yukarıda da belirttiğimiz gibi, maddelerin çeşitlerinin sonu olmayınca üç buutlu mekan kavramının dışında kalmış olan maddelerin sayısız, sonsuz hallerine göre değişen sonsuz safhalarının var olması gerekir. Ve artık bunların bizim anladığımız manada buutları söz konusu olamaz.

İşte üç buutlu maddi realiteden yukarı seyyaliyet (incelik, akıcılık) hallerine doğru olan ilk safhaya biz, dört buutlu realite demiştik. Fakat bu sembolik bir ifadedir bir buut, yani bizim düşündüğümüz manada bir mekan ifadesi değildir. Bu sembol de bu safhanın, ancak üç buutlu safhamıza göre ilk yüksek bir madde safhası olduğunu gösterir.

Üç buutlu alemin dışındaki maddi realitelerin bizim düşünebileceğimiz ilk ve belki de biricik vasfı, zaman ve mekan kavramlarından anladığımız manaların, bu maddelerden oluşmuş alemlerde bulunmayışıdır. Böyle olunca, bizim bu safhaları bilinen ve olağan duyularımızla idrak edebilmemize imkan kalmaz. Çünki bizim duyusal idrakimiz, ancak duyularımızın değerlendirme sınırları içine giren üç buutlu realite içindeki zaman ve mekan kavramlarıyla mümkündür.

Bir maddenin varlığını duyularımızın yardımı ile kabul edebilmemiz için, onun kesinlikle az çok belirgin bir uzunluk, genişlik ve derinlik veya hacim değerleri taşıması şarttır. Aksi halde, bizim duyularımız onun algılayamadığı gibi, idrakimiz de onun varlığını kabul edemez.

Halbuki maddeler sonsuz ve üç buut kavramı da sınırlı olduğuna göre, ancak bu duyularımız aracılığı ile faaliyet gösteren, dış alem hakkındaki anlayışımızın, kainatın sonsuz varlıkları ve icapları karşısında bütünüyle aciz ve idraksiz kalması kaçınılmaz bir hal olur.

O halde yukarıdaki düşüncelerimizi özetleyerek işi sonuca bağlayalım:

Biz, kendimize göre büyüklük ve küçüklük kavramı içinde yayılan maddi bir kainatta yaşıyoruz. Bu kainatın, duyularımız ve idrakimiz karşısında çok küçük ve belirsiz kalan bir tek atomuna düşüncemizi uzattığımız zaman bunun, alemler içinde alemler halinde genişlediğini, büyüdüğünü ve sonsuzlaştığını görüyor ve kendimizi bir sonsuzluk, bir sınırsızlık, bir büyük deniz içinde hissetmeye başlıyoruz. Bu takdirde kainat büyüdükçe büyüyor ve idrakimizin, şuurumuzun dışına çıkıp, ebediyet ve ezeliyet içinde, zaman ve mekan dışında kaybolup gidiyor. İşte bu hal, bizde bir büyüklük kavramı doğuruyor. Fakat bu büyüklük de hakikatte çok küçük bir şeydir. Çünki bu atom alemi, sonsuz olarak diğer atom alemlerini sinesinde taşıyan öyle bir kainattır ki, o sinesinde taşıdığı alemlerin de gene aynı tertipteki büyüklük kavramları karşısında, atoma kattığımız bu büyüklük niteliği çok küçük kalır. Şu halde mikrometrik dediğimiz atom alemine doğru olan kainat varlığı görünürde, büyüklük içinde küçüklük gibi göründüğü halde, gerçekte küçüklük içine maddi büyüklükleri de alan sonsuz bir ihtişam ve büyüklüktür ki, hiçbir beşeri idrak bu büyüklüğe ve sonsuzluğa erişemez. Fakat bu sonsuzluk, bu ihtişam ve bu büyüklük nedir? Bu nihayet maddi bir varlığın bir tek parçasının oluş hallerine ait bir görünüştür. Fakat bu oluş hali acaba bütün kainat mıdır? Asla! Çünki bizim maddemizin dışında bilmediğimiz ve kimsenin de bilmediği, sayıya ve hesaba sığmayan diğer öyle oluş halleri vardır ki, yukarıda sözünü ettiğimiz ihtişam ve büyüklük kavramı, bu hallerin sonsuz yayılışları içindeki, sonsuz parçalarının sonsuz parçaları halinde gittikçe artan büyüklük ve ihtişam kavramı karşısında bir sıfır, bir hiç gibi küçük kalır.

Acaba aklımız, bu sonsuzluk içinde sonsuzluk, ihtişam içinde ihtişam, büyüklük içinde büyüklük halinde yayılıp giden kainatların başlangıcını ve sonunu nasıl bulacak ve onu yaratan Mutlak’ı nasıl anlayabilecek? Böyle bir şey olamaz.

Kainatımızın bize göre makrometrik görünen büyük parçalarına gelelim. Burada da dünyamızdan başlayarak yayılan ve çevremizi saran sayısız dünya topluluklarını görmeye başlarız. Uzaktan bize küçük görünen fakat dünyamızı yanlarında bir zerre kadar küçük bırakan güneşler karşımıza çıkmaya başlar. Bu güneşlerin büyüklüğünü aklımızın alamayacağı kadar yüksek rakamlarla ifade etmek zorunda kalırız. Bunlar kendi aralarında gene aklımızın alamayacağı büyük mesafelerle birbirlerinden ayrılarak, uzaklaşarak, bir ebediyet, bir sonsuzluk, bir ihtişam içinde genişler, yayılır ve çoğalır. O kadar ki, en büyük zannettiğimiz güneş sistemlerini, yanlarında çok küçük ve ihmali kabil birer zerre haline getiren daha büyük güneş sistemleri ve bunları da gene büyüklükleriyle yanlarında sıfır derecesine indiren onlardan daha büyük galaksiler, nebülözler ve alemler, makrometrik kainatta birbirini izleyerek uzanıp gider. Ve artık ne bunların büyüklüklerini, ne de aralarındaki mesafelerin değerlerini kafamızda canlandırabilmeye yarayacak bir sayı, bir kavram ve bir düşünce kalmaz. Bununla beraber böyle büyüklükler içinde büyüklükler olan bu yayılışın sonu gelmez. Fakat acaba bütün kainat, bu bizim görüp keşfedebildiğimiz veya sezebildiğimiz dünyalardan, güneş sistemlerinden ve galaksilerden mi ibarettir? Hayır. Söyleyebildiğimiz gibi sayısı milyonları ve milyarları bulan bu gök cisimleri bilmediklerimizin yanında sıfır derecesinde az sayıda kalır. Yani bu da sonsuzluk içinde yayılan bir ebediyet kavramı halinde idrak alanımızda kaybolup gider.

Fakat bu, nihayet gene üç buut gibi sınırlı bir realite içinde kalan maddenin oluş haline ait bir sonsuzluktur. Halbuki üç buut aşaması da maddi hallerin diğer sonsuz aşamalarından birisidir. İşte böylece sonu hiçbir insan, hiçbir ruh tarafından bilinmeyen maddi haller ve bu hallerden oluşan sonsuz maddi aşamalar ve her aşamanın üç buutlu maddi aşamada olduğu gibi sonsuz alemleri, dünyaları ve kainatları vardır. Bu konuda küçük bir düşünce kapısı açabilmek için son yıllarda araçlı inceleme yollarıyla, astrofizikçilerin sözünü ettikleri bir küre hakkında biraz bilgi vermek istiyorum. Bu küre dünya dilimizdeki telaffuzu ile Origa olarak okunan bir isimle anılır. Bu gök cismini teleskoplarla doğrudan doğruya görmek mümkün değildir. Çünki bu küreyi oluşturan maddelerin ortalama yoğunluğu, bizim atmosferimizin yoğunluğunun milyonda biri kadardır. Demek ki bu dünya, bütünüyle bizim soluduğumuz havadan bir milyon kere daha hafiftir. Halbuki buna karşın bu kürenin kapladığı hacmin içine bizim güneş sistemimiz bütün planetleriyle birlikte sığabilmektedir. Yani güneşimiz bu kürenin merkezinde bulunduğu takdirde Origa, güneşimizin halen en uzak gezegeni olan Plüton’a kadar, çevresindeki bütün küresel hacmi içine alacak kadar büyük bir küredir. Bununla beraber bu küre, uzayda bize pek yakın bile olsaydı biz onu gene göremezdik. Fakat o kocaman küresel maddi bir dünyadır. Ve elbette onun içinde de o dünyanın maddi şartlarına uygun varlıklar, ruhlar yaşamaktadır. Bu kadar hafif ve akıcı olmasına rağmen, Origa da gene üç buutlu realitemiz içindeki dünyalardan biridir. Bunun gibi bizce bilinmeyen kimbilir kaç milyon veya milyar tane görünmez dünya var?

Demek ki biz, üç buut idraki içinde varlığını hissedebildiğimiz belirli maddelerden oluşmuş bir kainatta yaşıyoruz. Bu kainat bizim bilmediğimiz, sezemediğimiz ve asla bilemeyeceğimiz sonsuz sayıdaki kainatların içinde bir zerredir. Halbuki bu zerre bize göre büyüklük olarak, uzaklık olarak, incelik, akıcılık ve hatta yoğunluk olarak birer sonsuzluk içinde kaybolup gidiyor. Bu sonsuzluklar içindeki küçücük bir zerrenin sonsuzluğundan bile dışarı çıkamayacak kadar bir zerrenin, zerrelerinin zerresi dahi olamayan insan, nasıl olur da bütün bu varlık ve yokluk ihtişamının yaratıcısı olan Allah’ı anlayabildiğini veya anlayabileceğini düşünebilir?

Kaldı ki, bütün bu sonsuzluk kere sonsuzluklar, Allah’ın sonsuz yaratıklarından ancak bir tanesi olan maddi kavrama ait realitelerdir. Ve bunun dışında kalan ve bizce ruh ismiyle ancak bir tanesi yarım yamalak sezilen diğer sonsuz varlıklar ve kainatlar hakkındaki bir tek söz söylemek veya düşünebilmek kudretinde dahi değiliz.

Mesela, bunlardan biraz sezebildiğimiz bir tanesini, yani kendi ruhumuzu ele alalım: Ruh bütün yapılarıyla beraber, yani bütün sonsuzluk ve ebediyetleriyle beraber maddi bir kainat kadar ve hatta ondan daha çok büyük ve kapsamlı ve sonsuz bir kainattır. Çünki ondan kaynaklanan tesirlilik gücü ile beraber şuur ve idrak, bütün maddi kainatın ve kainatların ne parçalarında, ne de bütününde var olmayan bir kudrettir ki, o bu kudretiyle maddi kainata oranla Allah’a daha yakındır. Ve işte bunun içindir ki, bir tek ruh kainatı, madde kainatlarından çok çok yüksek, büyük, kapsamlı ve kudretlidir. Ve işte bunun içindir ki, madde kainatına göre, Allah’ın her yönden üstün olarak yarattığı, bu kadar büyük kudreti bulunan öz varlığını, insan, maddelere esir kılmaktan (etmekten) ilahi kanunlarla yasaklanmıştır.

Fakat madde kainatında görebildiğimiz, sezebildiğimiz ve düşünebildiğimiz ruh kainatları da sonsuzdur. En küçük bir zerre halinde bulunan tek hücreli canlı varlıktan insana gelinceye kadar; kurulduğundan beri dünyayı doldurmuş bulunan varlıkların her biri, ayrı bir ruhun tezahürüne (etkinliklerine) yer ve ortam sağlayan birer kuruluştur. Ve sadece bizim dünyamızdan bile bu şekilde gelip geçen ve gelip geçecek olan ruhların sayısı, sayılarımızın hiç birisiyle ifade edilemeyecek kadar çoktur. Halbuki sonsuz olan bütün maddi kainatın içi ve dışı ezelden ebede kadar ruh varlıkları ile dolmuş bulunmaktadır. İşte ebediyetlerin ebediyeti, ezeliyetlerin ezeliyeti, sonsuzlukların sonsuzluğu, büyüklüklerin büyüklüğü, ihtişamların ihtişamı gibi insan aklının hiçbir zaman kavrayamayacağı kavramlar hakkında bir zerrecik bir şeyler duymaya bu noktadan itibaren başlıyoruz. Ve bu duygunun başlangıcı; bütün bu anlayamadığımız, kavrayamadığımız varlık ve yokluk kavramlarının yaratıcısı olan Allah’ın Mutlak Kudreti’nin; her yerde, her zerrede, her varlıkta ve her yoklukta beliren titreşimlerinin duyulmasından doğan hafifletici, yükseltici, huzur, neşe ve mutluluk verici iç ürpertilerinin bazen bir insan varlığının ancak dayanabileceği en yüksek vecd haline kadar değişen çeşitli aşamalarının insan ruhunda doğmaya başlamasıyla birlikte ortaya çıkar.

“O halde Yaradan nerededir?” derlerse, bu sorunun abes olduğunu söyleriz. Çünki mekanı var eden Allah, yarattığı mekanda aranmaz.

“Yaradan ne zamandan beri vardır”? derlerse, bu soru abestir. Çünki zamanı var eden Allah, yarattığı zaman kavramı içinde düşünülemez.

“Yaradan hangi eşyanın içinde veya dışındadır?” derlerse, bu soru abestir. Çünki eşyayı var eden Allah, yarattığı şeylerin hiç birisiyle kayıtlı değildir.

“Yaradan var mıdır veya yok mudur?” derlerse, bu soru abestir. Çünki varlığı ve yokluğu yaratan Allah, varlık ve yoklukla kıyaslanamaz.

O, Mutlak’tır. Mutlak ise mekan, zaman, eşya ve olaylara benzetilemez. O halde Allah, ne zamanın içindedir, ne de dışında… Ne eşyanın içindedir, ne de dışında… Ne eşyanın içindedir, ne de dışında… Ne varlıkların ve olayların içindedir, ne de dışında… Ne kainatların içindedir, ne de dışında… Ne varlığın ve yokluğun içindedir, ne de dışında… Fakat O, hem zamanın, hem mekanın, hem eşyanın, hem varlıkların, hem kainatların, hem varlığın, hem yokluğun ve hem de bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz bütün kavramların yaratıcısıdır. O’nun varlığının parçalara ayrılması ve bölünmesi mümkün değildir. O bir bütün değildir. Ve O’nun parçalara ayrılması söz konusu olamaz. Allah hakkında eksiklik ve tamlık düşünülemez. Çünki O Mutlak’tır. O, her şeydir mi diyeceğiz? Diyelim, fakat O’nun için hiçbir şey değildir de denemez. Çünki O’nun, şeylerle bağlılığı ve kıyası söz konusu olamaz. Ne her şey, ne de hiçbir şey, O’nunla karşılaştırılamaz. Çünki her şeyin ve hiçbir şeyin varlığı da, yokluğu da ancak O’nun emrindedir. O ne kainattır, ne varlıktır, ne yokluktur, ne bizim için olan şeylerin ve bizim için olmayan kavramların herhangi birisidir. Fakat O, bizi, her şeyi, kainatı, varlığı ve yokluğu yaratandır. Bütün bunların, bilemediklerimizin ve bilemeyeceklerimizin hepsinin varlığının sebebi, var edicisi ve mutlak hakimidir. Fakat bütün bu sözler O’nun büyüklüğü (kudreti) karşısında gene hiçtir, gene sıfırdır, yani O’nun hakkında hiçbir şey ifade etmez. O halde susalım ve Allah hakkında bütün düşünceleri, tasavvurları ve tahayyülleri bırakalım. Ve yalnız, O’nun ezeli ve ebedi yasalarıyla, her an vicdanımızdan yansıyan emirlerini, gücümüz ve kudretimiz yettiği kadar anlayabilmeyi ve icaplarını yapabilmeyi kendimize bir borç değil, bir zevk, bir ihtiyaç, bir zorunluluk olarak hissedelim. Yani nefsaniyetimizden koparabildiğimiz ruhumuzu, bizi yaratan, yoktan var eden Tanrı’nın yoluna vererek ve O’nun ismini kalbimizden bir an bile silmeyerek bütün fiil ve hareketlerimizi ona göre ayarlayalım. Ve ruhumuzun kudretlerini diğerkamlık, sevgi, merhamet ve iyilik yolunda harekete sevk edelim.

Kendimize yapılmasını istemediğimiz hiçbir kötülüğü başkalarına reva görmeyelim ve kendimize yapılmasını özlediğimiz her iyiliği –büyük özveriler pahasına da olsa- başkalarına yapmakta bir anlık bir tereddüt devresi geçirmeyelim. Ve kesinlikle bilelim ki, bu hareket, Allah’ın emri ve vicdanın işaretidir. İşte böyle yapa yapa vicdan berraklaşır, ruh temizlenir ve kalp, hiçbir şeyle idraki ve tasavvuru mümkün olmayan ilahi titreşimleri, en yüksek manalar halinde duyarak çarpmaya başlar. İşte bu duygu ile insan, Allah’a yaklaşmaya ve O’nu her şeyde ve kendi öz varlığında hissetmeye layık bir duruma geçebilmek mutluluğuna ulaşır. En büyük ibadet budur. Ve Allah’ı kendi içinde duymanın tek yolu da budur. Bunun dışındaki her hareket, her formalite, her şekil ve merasim, ancak insanı bu yola sevk edici, hazırlayıcı, başlangıç dönemindeki bir araç olabilir, fakat asla amaç olamaz.

Böyle hareket edebilenler çok büyük işler yapmış olurlar. Çünki Allah o kadar büyüktür ki, O’na candan ve özden gönderilecek en küçük bir dua, O’nun uğrunda ve O’na karşı duyulan bir özlem ve aşkla dünyada yapılacak her iş, her iyi hareket, her insanlık, her yardım ve her özveri, bir kainat değerinde muazzam sonuçlar verir. Ne mutlu hiçbir büyüklük kavramı ile dahi karşılaştırılması söz konusu olmayacak kadar Büyük Tanrı’nın ismini kalbi yanarak, hiç olmazsa ömründe birkaç defacık olsun anmak ve O’nun aşkı ve özlemi uğrunda dünya işlerini düzene koyabilmek mutluluğuna ermiş bulunanlara!

Burada, Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin, özellikle böyle mutlu bir kalple kendilerini Allah’a (O’nun muradına uymaya) hazırlamak yolunu tutmuş insanlara, ruh aleminden hediye ettiği, ruhlara sevinç, neşe ve nur bağışlayan bir duasını iletmekle mutluyum. Bunu okurken, tatlı bir ürperti ile içinin kabararak, bir Tanrı düşüncesine doğru yükseldiklerini duyabilen dostlarım, ne kadar talihli ve mutludurlar.

Mevlana Celaleddin-i Rumi: (28.5.1948)

“Zevk, engin bir denizin damlasıdır. Fakat öyle bir deniz ki, ancak sonsuz kavuşmanın ateşiyle coşup çağlar. Ve dalgalarında asırlar, bir an gibi, köpükler halinde kabarıp hemen sönüverir.

Ey Ulu Allahım, bir zamanlar en derin huşular (alçakgönüllülük) içinde yalvardım. Bana en küçük bir kelebek kanadının tozundan dahi haber vermedin.

Bir zaman buralara kanatlanıp uçarken, arşını görmek için kendimden geçtim. O zaman bana zamanı bir gül demeti gibi bahşeyledin. O güller ki artık solmuyorlar. Bir sonsuz baharın büyüleyici yeşilinde ve batmayan bir güneşin dalgalarının güzelliğinde hayran ve mestim.

Ey Ulu Olan, Sen’den yana dönmek için hangi yana baksam? İşte zaman elimde bir gül demetidir. İşte… sonunda yönlerimi de toplayıp, derleyip parmaklarımın arasında, bu güllerin yaprakları gibi tutuyorum.

Ey Sonsuz Olan; Senin arşın, benim kudretim, senin olağanüstü işlerin yapıldığı tahtlarının bulunduğu yerlerde barınan yaratıkların ve de bir tek zerrenin üzerinde ölümsüz varlığının sırları… Hiçbir şey çözülmüyor. Mesafeleri toplayamıyorum. Bütün yönler birleşmiştir. Güzelliğinin derinliğinde şaşkınım. Beni yanına al, desem o yan nerede?.. Nerede ki bütün yönleri bir köpük gibi, Senin güzelliğin ve görkemin üfleyip söndürmüştür.

Son benim dışımdan kanatlandı. Son nereye gitti?.. Bilmiyorum… Sorduğum hiçbir şey yoktur. Bir “Var” var ki, O ancak… Sorulmayandır. O ancak Duyulandır. Bir zaman sonra duygularım da ortadan kaybolacak. Bayılıp kendinden geçme, ebediyen kendinden geçip dünyayı unutma.

Fakat bu da bir küçük damladır. O da bir deniz olacak, fakat hiçbir zaman Sana yakın ve Sana layık olmayacak. Ey Sonsuzlukların Sonsuz Kudreti ve Yaradanı ve Sonsuzluğun İcatçısı Büyük Allahım!..”

Allah duygusunun çeşitli ruhi belirtileri vardır ki, bunların en başında sevgi gelir. Allah sevgisi, bütün sevgilerin amacı ve sebebidir. Dünyada pek az kişi tarafından, pek az sezilebilen Allah sevgisi, ilahi aşk hakkında burada bir iki söz söylemeden geçemeyeceğim.

Allah sevgisi, yeryüzündeki en yüksek ve idrak edilebildiği haliyle, sevgi ve heyecandan doğan bir coşku ile kendinden geçme durumudur. Eski deyimleriyle bir gayş ve vecd halidir. O halde bulunan insan bütün varlığını kaybeder, her şeyi unutur, baştan aşağı bir mutluluk, bir zevk tufanı içinde bütün varlığının eriyip gittiğini, fakat şuurunun, alemi kapsayan bir genişlikte yayıldığını ve kendisinin bir tanrısal alem içinde yaşadığını hisseder. İşte dünyadaki ila-hi sevginin bir insan duygusu ile ancak duyulabilen ve bir insan düşüncesi ile ancak idrak olunabilen çok küçük ve başlangıç sayılabilecek bir aşamasıdır bu…

İdeal sevgi Allah sevgisidir. Ruh dostlarımızdan ve üstatlarımızdan Kadri’nin, Allah sevgisi hakkında söylemiş olduğu sözlerinden bir kısmını aşağıda, okuyucularımızın yararlanmaları için görüşlerine arz ediyoruz.

Kadri: (11.6.1947)

“Allah sevgisi büyük bir şeydir. Bu söylenmez duyulur. Ona gönül bağlayan, kapısında her gün ağlayan muradına erer.

Ağlayan, su vererek geliştirdiği fidanlarıyla, yükselmesine yardım ettiği dallarıyla ve uzanan kollarıyla O’na doğru yükselmeye çalışır. Ağlarken, ıstırap çekerken, hep O’nun yakınında ve kendini O’na adamış görerek yükselir.

Bakınız, insan boyunun erişmediği yere yetişmek için aşağı mı bakar, yoksa yukarı mı? Belki yetişemez, ama her hamle ile bir derece daha kendini yerden koparır. Hiç olmazsa bir damla O’na yaklaşır. Bu da bir kardır, değil mi?

Sevginin büyüklüğü, ezelisi ve ebedisi her yerde olanı, işte tam aşk budur. Ama bunu tadanlar çok azdır. Görmeden sevmek, bulduğunu iyi seçmek, ele geçirdikten sonra kaçırmamak, hep beraber onu tutmak ve hiçbir zaman ayrılmamak lazımdır. Ama insan önce nasıl bulsun ve ondan sonra eliyle nasıl tutsun?

Düşün, çok düşün!.. Senin çok eski zamanlardaki varlığını bir defa hatırlamaya çalış. Başından geçmiş olmasına ihtimal verdiğim bütün hareketleri yanlış ve doğru bir defa şöyle hatırla… Sonra şimdiki zamanı düşün. Bu aradaki büyük farkın meydana gelmesi için gösterdiğin çabaların, kesin kararlılığın, girişimlerin nasıl, nereden geldiğini hatırla. İşte bunlar, sana o Büyük Varlığın birer lütfu değil mi?.. Sana ayda birkaç kuruş veren insana, sana maaş bağlamış, bir lokma ekmeğini vermiş bir amirine yaranmak için birçok şeyler feda ediyorsun. Ondan göreceğin güleryüz için nelere, nelere katlanıyorsun. Sana bu kadar yüksek bir ikramda bulunan Allah’ın sevgisini aramaya koşmuyorsun. Hem bu ikisi de evvelce söylediğim gibi karşılaştırmaya layık işler değildir.”

Allah sevgisi, önce en basit, en sade, fakat çok temiz beşeri bir sevgi halinde, mesela, bir baba sevgisi halinde başlar. Bu sevgide bütün yüksek erdemlerin tohum halindeki belirtileri bulunur. Mesela, onda gene beşeri ölçü yüksek derecede bir saygı duygusu vardır. Allah hatıra gelince, insanın ruhunda büyük bir huzura varmış olmanın meydana getirdiği ruh hali bütün berraklığı ile kendisini gösterir.

Gene böyle sade, fakat temiz ve asil bir sevgide, fedakarlık duygusu da beşeri manadaki yüksek görünme derecelerine varmıştır. İnsan, Allah’ına karşı sevgi duyarken, O’nun yolunda her şeyini verebileceğini de hisseder. Ve bu duygu zorla değil, düşünerek değil, içten, özden doğarak gelir. Ve bu duyguyu gölgeleyici nitelikteki her şey, Allahı’nı seven bir insana azap verir, onu üzüntüye sürükler. Aksine o elindeki imkanlarını Allah yolunda kullanmaktan büyük zevk duyar, ruhsal bir haz içinde kalır ki, işte bu zevk, bu haz, sonsuz mutluluğun ebedi hayatın büyük ümitlerinden, yüksek vaatlerinden ve tükenmez nur kaynaklarından ruha sızmaya başlayan ilk parıltılardır. Fakat bu sızıntı halindeki parıltılar, o büyük kaynaktan doya doya alacağı sonsuz zevk ve mutluluklar hakkında, onda derin birtakım sezgiler, belirsiz, fakat umut verici duygular meydana getirir. Bu sezgiler ve duygular, onun Allah yolundaki faaliyetlerini artırır. Bütün insanlara karşı derin bir yaklaşma, büyük şefkat, kalpten gelen bir merhamet ve yardım hissi ve özden duyulan sevgi, o insanın varlığını sarmaya başlar. Bu hal, onun ruhunu dünyanın en güzel kokuları kadar latif ve iç açıcı hazlar verir. En güzel müzik sesleri kadar onun ruhunu okşar. En latif ve mutluluk verici bahar manzaraları ve güzellikleri kadar onun beşeri varlığını doldurur. Sözün özü, insan kardeşlerinin sevgisi, Allah yolunda en doğal, en içsel bozukluklardan kurtulmuş, isteklerinden en çok vazgeçirici, en özverici duygularla dolu olarak tam manasıyla bir kardeş bağlılığı ve ilgisi halinde onun ruhunda belirir.

Gene böyle Allah sevgisinin dünyadaki ilk belirtileri arasında, minnet ve şükran duygularının çok derinlerden kökünü alarak kopup gelen titreşimleri vardır. Bu titreşimler insan kalbini haz ve sevinçle titretir. Ve bütün varlığı ile onun, kendisini Allah’a teslim etmesine yol açar. Ve bu teslimiyetin, tarifi imkansız olan büyük hazlarını ve mutluluklarını ona duyurur.

Allah sevgisinin gene beşeri belirtilerinden olan sevildiğini duymak heyecanı, onun ruhunda bütün açıklığı ile kendisini gösterir. Ve o sevgiyi kaybetmek endişesi, ara sıra kalbine inmiş karanlık bir bulut gibi onu azaba ve işkenceye sürüklediği zaman, bu azabın sarsıntıları ile o, bir huzursuzluk içinde silkinir. İşte bu hayırlı silkiniş, onun bu azap ve endişesine sebep olan, kalbindeki karanlık bulutların kötü etkilerinin kaynaklarını ve tehlikeli sebeplerini görmesine ve onları ruhundan koparıp atmak için, iradeli ve sabırlı bir emek ve çaba sarf etmesine ve bu şekilde büyük tekamül hamleleri alabilmesine yardım eder. Burada da kendisine doğru yolu gösteren, en büyük kurtarıcısı gene kendi vicdanı olur. Bu nedenle Allah’ı seven bir insan, vicdanının kendisine en yakın bir dost, en vefakar bir yardımcı, en hayırlı bir kurtacı olduğunu, bütün ruhu ile idrak etmiş ve ona dört elle sarılmak ihtiyacını öz varlığında duymuş bir kimsedir.

Yine Allah’ı seven bir insan, O’na teslim olmanın, O’na kendini vermenin büyük heyecanını, ruhunun en derin köşelerinden kopup geldiği kadar, bütün dış alemin bilinmeyen ufuklarından dalgalanarak, gene ruhunun en derin köşelerine kadar inen bir mutluluk seli halinde duyar, bu heyecan içinde coşar ve bu heyecanla taşar. Her günün sabah vakti bu duyuş, coşuş ve taşış halindeki insana yeni bir mutluluk vaat eder. Her sabahın manalarla dolu olan serin atmosferi, nazik ve okşayıcı elleriyle ruhunda dolaşırken ona, ebedi hayatın sonsuz nimetlerinden küçük küçük buketler sunar, büyük geleceğinin bekleyicilerinden selamlar getirir.

Her akşamın gurubunda, başkaları için hazin bir kayıp, ebedi bir ayrılış gibi görünen güneş, altın kanatlarını dünyaya sererken, bu duyuş, coşuş ve taşış anlarındaki insanın ruhuna; uğraşmalarla geçmiş bir günün, galibiyetle sona erdirilmiş büyük bir hayat kavgasının, tatlı bir güvenlik ve huzur verici zafer teranelerini fısıldar. Ve onu gelecek günün, ilahi yoldan ayrılmadan, yeniden girişilmesi gereken hayat mücadelelerine ve dünya vazifelerine, daha kudretli, daha cesurca bir atılım sahibi olarak hazırlar.

İşte Allah sevgisinin dünyadaki hakiki ve başlangıç belirtileri arasında bunlar vardır. Fakat her şey sonsuzdur. Allah sevgisi ise bütün sonsuzluklardan aşan ve taşan bir başka sonsuzluktur. O böyle hep beşeri manada kalmaz. Gittikçe yayılır, genişler, kapsamı büyür ve artık hiçbir insanoğlunun anlayamayacağı, hatta duymasına bile imkan bulamayacağı hallere doğru uzanır gider. İnsan idrakinden ve duygusundan bu uzanış, öyle bir kudret ve öyle bir görkemle ayrılarak gerçekleşir ki, eğer insan bunun en küçük bir zerresine bile sahip olmak imkan ve fırsatına erişse, o anda ruhunun dayanılmaz sarsıntıları içinde, bütün maddi varlığının darmadağın olarak eriyip gittiğini duyar. Demek ki dünya hayatında böyle bir halin meydana gelmeyişi, insanoğlunun beşeri varlığı ve kimliği için en hayırlı ve lüzumlu ilahi bir lütuftur. Ve ancak bu lütuf sayesindedir ki o insan, yeryüzünde gene ilahi maksatlara yönelik olan hayırlı ve zorunlu hayatını başarıyla olgunlaştırmak ve tamamlamak fırsat ve nimetlerine kavuşmuştur.

Fakat ilahi sevginin bir insan için tanınması mümkün olmayan bu yüksek belirtilerine başlangıç olabilecek ilk basamaklarına doğru tırmanmaya başlamış insanların da, ender olmakla beraber bugün dünyada bulunabileceklerini kabul etmemek uygun olmaz. Allah sevgisi hakkındaki sözlerimin başında söylediğim, ilahi aşkın, sevgiden doğan coşkuyla kendinden geçme ve bayılma hali, böyle insanların ruhlarında ortaya çıkar. Bu hal, bir kendini kaybediştir. O haldeki insanın bütün beşeri duyguları kaybolmaya başlamıştır. Ve bu kayboluş, onların ancak bir tek duygu halinde ve bir noktada toplanması tarzında, insan idrakinde yer tutabilir.

İşte saygı duygusunun beşeri hüviyeti burada artık kalmamıştır. O, insanın kendisini kaybedecek ve kendi yokluğunu duyacak kadar tam bir teslimiyet ve tam bir kendine önem vermeyişin mutluluk dalgaları haline dönüşmüştür.

Fedakarlık duygusunun dünyadaki alışılmış ifadesi de artık kalmamıştır. Fedakarlık da gene önceki gibi, insanın kendisini kaybetmesi ve o anda kendi yokluğunu duyması derecesinde tam bir teslimiyet ve kendine önem vermeyişin mutluluk dalgaları haline dönüşmüştür.

Minnet ve şükran duyguları, insanların anladığı basit ve ilkel manalardan uzaklaşmıştır. O da öncekiler gibi gene kendisini kaybetme ve yokluğunu duyma derecesine varan, kendine önem vermeyişin tarifi imkansız mutluluk denizi içine gömülmüştür.

Hele Allah’a teslim oluş, artık bir insan idrakine sığamayacak, ancak temas edebilecek kadar kapsamlı ve beşeri olmayan bir mana içinde gene kendini kaybetmek ve yokluğunu duymak derecesine varan kendine önem vermeyişin mutluluk denizinde kimliğini bütünüyle değiştirmiştir. Ama acaba bu kendini kaybediş veya yok olduğunu duyuş, gerçek bir kaybediş ve yok oluş mudur? Asla ve asla!..

İşte bu kaybediş ve yok oluş duygusu, başta da söylediğim gibi, Allah sevgisinin, dünyadaki hiçbir insan tarafından dayanılması mümkün olmayan belirtilerinin daha birinci basamağında iken, insanoğlunun ruhunda meydana getirdiği ilk sarsıntılı reaksiyonların bir ifadesidir ki, bu da ancak onun dayanıksızlığının ve ilahi aşkın ileri aşamalarında uğrayacağını sezdiği, beşeri varlığını darmadağın edici sarsıntılarının ön duygularıdır.

İlahi aşk, sel gibi akan bir tufandır. Ve o tufanın önünde hiçbir dünya maddesi duramaz ve barınamaz.

İlahi aşk, bir hayat kaynağıdır. Ve o hayat kaynağı hiçbir dünya maddesinin içine sığmaz.

İlahi aşk, bir kudrettir, bir ahenktir (uyumdur) ve böyle bir düzenin, böyle bir faaliyetin gerçekleşmesine hiçbir dünya maddesi araç olamaz.

İlahi aşk bir kelamdır, bir ifadedir, bir sestir, bir titreşimdir. Ve hiçbir dünya maddesi buna muhatap olamaz ve cevap veremez. O ancak, dünyadaki idrakimize hiçbir yönü ile sığmayacak kadar bizim için yüksek olan alemlerin varlıklarına özgü bir kudrettir ki, o kudrette olanlar, Allah’ın yaratıcılık ismiyle hiçbir zaman ilişkisi söz konusu olmayan ve ancak O’nun emir ve iradesi altında faaliyet ve hayat imkanı bulabilen bir başka yapıcılık yeteneğine kavuşmuşlardır. Fakat ilahi yolda bunlarınki de bir başlangıçtır. Ve bu başlangıcın da sonu gelmeyecektir. Ve bu basamakta bulunanlar için de dayanılması mümkün olmayan, daha yüksek kudretlerdeki varlık dereceleri ve basamakları vardır. Bu hal, böylece ezelden ebede kadar uzar gider. Ve hiçbir zaman sona ermez… Hep O’nun için, hep O’nun yolunda, hep O… Ve ebediyen erişilemeyen, fakat ebediyen peşinden koşulan O!...

O’nun peşinde koşan insan, koştukça mutlu olur, koştukça bir mutluluk denizini kucaklayan başka bir kudret denizine, bir kudret denizini kucaklayan başka bir mutluluk denizine, bir ebediyet denizini kucaklayan başka bir ebediyet denizine kavuşur. Fakat Allah huzurundaki sonsuz küçüklüğü ve hiçliği ona, her yeni deniz karşısında kaldığı ilk zamanlarda, kendisini kaybetmiş ve yok olmuş tarzında bir duygu yaşatır. Ve ancak o, bu duyuşu ile bu sonsuz denizlerin sonsuzlukları içinde güçlü, faal ve Allah’ın büyük emirlerini yerine getirmeye layık bir dayanma derecesine ve gücüne ulaşmış bir varlık haline alabilir ve atılımını yapabilir.

Allah, bütün varlıklara lütfen mukadder kıldığı bu ebedi, büyük nimet ve mutlulukların eşiğine bizleri bir an evvel yaklaştırmak için, ilahi yolda göstermemiz gereken emek ve çabanın imkan ve fırsatlarını hepimize ihsan buyursun. Ve insanların kalbine, bu liyakati bir an evvel kazanmak arzu ve özlemini bir ihtiyaç halinde duymak nasibini bahşetsin.

İnsan ruhlarının Allah’a yaklaşmaları konusunda, kısaca şu düşünceyi arz edebiliriz:

Her şeyi, her olayı ve kavramı yaratan Yaratıcı’nın muradının kainattaki belirtilerine anlayarak bakabildiği oranda insan, o belirtilerin ebediyen büyüyen, derinleşen ve kapsamı genişleyen yansımalarının öz varlığından fışkırışı karşısında, kendisinin küçülmekte olduğunu ve küçülmekte devam ettiğini duyar. Fakat bu küçülüşü ona, bütün kainat düzeninde daha aktif, daha iktidarlı, daha tamama yakın, mutlu ve vazife ehli olarak, öz varlığının sürekli geliştiğini ve değerlendiğini anlatır. Ve bu hal böylece ebediyet içinde sürer gider. Bu öyle bir gelişme, öyle bir değer kazanıştır ki, hızını ruhun derinliğinden kopup gelen Allah duygusu ile birlikte olan titreşimlerin kudretinden alır. İşte bu kudretin ve bu hızın ruh tarafından duyulmasının ve idrak olunmasının bir ifadesi de Allah’a yaklaşmak şeklinde olanıdır.

Allah için yapılmış bütün büyük duaların ve yüksek varlıkların Allah hakkındaki duygularının özünü, işte bu anladığımız, duyduğumuz ve inandığımız mana içinde bulabiliriz. Bir medyom ağzından konuşan büyük ruh dostlarımızdan Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin bir duası diyebileceğimiz aşağıdaki tebliği, yukarıdaki sözlerimizden bir kısmının ifadesidir.

Mevlana Celaleddin-i Rumi: (8.1.1949)

“Görüyorum ki, gözle görülmez bir alem içinde, nefsim ve bütün varlığım, gözle görülmeyen bir tek bulut gibidir. Acizliğim ve küçüklüğüm, ancak seni duyabildiğimden beri başlamış bir kaygıdır. Onun için değil midir ki, artık sana kavuşmayı düşünmek iktidarından mahrumum?

Çünki sen diyeceksin, küçüklüğünü unutmak için, bir büyüklüğe dalmış olmayı arzu ediyorsun. Fakat senin küçüklüğün, o büyüklükle bir kıyas ise, zaten küçüklük ortadan kalkmıştır. Bu yüzden değil midir ki, artık hiçbir ölçüye sahip değilim? Ve işte bunun için görünmeyen aleme daldım.”

Bu sözlerden, bazılarının çok tehlikeli manalar çıkarmak hatasına düşebilmeleri ihtimalini göz önünde tutarak, bu noktada biraz durmak istiyorum.

Yüzeysel ve özellikle önsel birtakım düşüncelerin tesirine kapılarak yukarıdaki tebliğden şu manayı çıkarmak isteyenler belki bulunabilir: Mademki Allah’ın büyüklüğü ile kıyas edilince ortada küçüklük kavramı kalmaz, o halde her şey -haşa- Allah olur. Bu anlayış çok yanlış ve hatalıdır. Bu kıymetli ruhun, elimizdeki bütün tebliğlerinden ve bundan başka diğer büyük varlıkların da tebliğlerinden açıkça anlaşılan manalara göre, yukarıdaki sözler biraz evvel yazdığımız anlayışı ve manayı ifade etmekten çok uzaktır. Ve buradaki gerçek mana, bizim sürekli olarak üzerinde durduğumuz bir yolda belirmektedir ki, o da şudur: Allah ile karşılaştırılabilecek ortada hiçbir küçüklük söz konusu olamaz. Bu nedenle büyüklük yalnız O vardır. Ve her şey gibi küçüklük de ona benzetilemez. Yani, bu sözleriyle Mevlana’nın burada anlatmak istediği şey budur: Ey Allah’ım, Sen o kadar büyüksün ki, benim küçüklüğüm Senin yanında bütün değerlerini kaybeder ve ben bir hiç olurum. Şimdi tebliğe tekrar devam edebiliriz.

“Ey beni gökler içinde şaşkın ve kendinden geçmiş bırakan Yaradan, ne alemdeyim? Bana ne kadar sonsuz bir görüş ufku kazandırdın; ben bunlara layık isem şaşkınlığımı biraz azalt. Biraz beni bana ver. Ve artık bu beşerüstü yüzün kollarında biraz durayım. Ve Seni aramak için bir yön arayayım. Ve sonunda göreyim ki, her yerde ve her yönde aramak durmuştur. Ve yalnız Sen, her yerde Sensin.”

Bu son cümle de bazı kimselerde, gene yanlış tesirler meydana getirebilir. Bunu önlemek için, burada tekrar durmak zorunda kaldım. Buradaki; Yalnız Sen her yerde Sensin.” sözünden basit, izafi olanı mutlak olandan ayıramayan bir görüşle her şeyin -haşa- Allah olduğu manasını çıkarmaya eğilim gösterenler varsa onlara hemen arz edeyim ki, tebliğin manası böyle bir fikrin anlamından çok uzaktır. Ve bu kadar basit bir düşünce ile ele alınması uygun olmayan bu mana, o kadar derin bir ruh halinin ifadesidir ki, bunu anlayabilmek için kesinlikle belirli bir duygu ve görgü düzeyine ulaşmış olmak gerekir. Mevlana, bu tebliğini verirken vecd halinin öyle sarsıntılı bir anına geliyor ki, o sırada ilahi titreşimlerin, varlığındaki şiddetli yansımaları karşısında o, hem kendisini, hem de izafi kavramları unutuyor. Ve işte o zaman kendini bir boşlukta algılıyor. Mutlak’tan başka bir şey düşünemiyor, bir şey idrak edemiyor ve bir şey duyamıyor. Nitekim tebliğin sonraki kısmında da aynı ruh halinin devam etmekte olduğunu görüyoruz:

“Ümidine isyanla doluyum. Ben de bu derece kendimden geçmeye asla layık olmazdım. Bana neler yaptın ki aklım durdu? Meleklerinin çevremdeki titreşimlerinden bile haberim yok. Gözlerim, bütün alanındır.

İlahi Murad, beni, işte beni ayrılığından kurtar. Ve artık kendinden geçmiş bir layıklığa doğru yükselen iradesizliğimi kendi duygumla yıka. O biraz ayılsın. Ve Seni sonsuzluk olup duyayım.

Ah… İşte bu da oluyor. Fakat Sen niçin sonsuzluk değilsin?.. Ondan daha öte, daha üstün ve daha başkasın?.. Seni andıkça bütün küreler birbiriyle kuçaklaşır hale gelirken, isminin azametine sığınıyor ve ruhumun derinlikleri ile örtünerek, kendimden geçmişliğimi ve ruhi utancımı uyutmaya çalışıyorum.”

Bu sözlerin manalarını okudukça anlamak, anladıkça düşünmek ve düşündükçe de tekrar okumak ihtiyacından kendisini kurtarabilecek az sayıda düşünür kişi vardır.

Eskiden beri kullanılmakta olan bir “ilahi vuslat”, ilahi kavuşma deyimi vardır. Çok tehlikeli anlayışlara yol açması muhtemel ve mümkün olan bu sözü kullanırken de insan, dikkatli olmalıdır. Kendisinin derin ve olgun bir düşünce kabiliyetinden iyice emin olmayan bir kimse, böyle gerçekten tehlikeli bir kavramı kendisi yorumlamaya kalkışırsa, kötü bir duruma sürüklenmiş olabilir. Bu deyimden bizim anlayabileceğimiz şeyin ne olduğunu, şimdiye kadar geçen düşüncelerimiz yeterli derecede gösterir. Buradaki kavuşma kavramını biz ancak, çok şiddetli ve ateşli ilahi bir aşkın, ruhta duyulan ve vecd, gayş (sevgi ve heyecandan doğan coşkuyla bayılıp kendinden geçme) halleriyle ifade edilebilen, tarifi imkansız derin sevinç ve mutluluğun eş anlamlısı olarak kabul ederiz. Yoksa, Allah’la yek vücut olmak şeklinde değil!..

O aşk ki, ne duraklama tanır, ne aşaması bellidir ve ne de son bulacağı bir noktası vardır. Daha önce Allah duygusunun başında sevginin geldiğini söylemiştik. İşte ilahi aşk, bu sevginin, bir insanoğlu tarafından dünyada iken, Allah yoluna açılan son kudret kapısıdır. İnsan bu aşk vadisinde derinleştikçe küçüklüğünü duyar, küçüklüğünü duydukça vazife sorumluluklarını idrak eder, vazife ve sorumluluklarını idrak ettikçe emek ve çabası artar, emek ve çabası arttıkça kudretleri yükselir, kudretleri yükseldikçe daha büyük, daha ileri vazifeleri ve işleri kabul eder ve yapar ve daha büyük işleri yaptıkça da kendisini Allah’a daha yakın görür. İşte bir dolaşım. Fakat bu dolaşım, bir daire gibi olduğu yerde dönüp durmaz bir helezon halinde sonsuz dorukların sonsuz zirvelerine durmadan, dinlenmeden yükselir ve yükselir.

Gene kıymetli dostumuz Mevlana, aşağıya naklettiğimiz diğer bir duası ile bu dolaşım içine karışmanın yolunu tutmuş mutlu kişileri, sihirli bir tesirin derin hazları içinde bırakacaktır.

Mevlana Celaleddin-i Rumi: (21.2.1948)

“Gene sarhoşum… Gene bu konu beni, ufukların titrediği şu velut (doğuşa sebep olan) anda perişan eyliyor. Ruhum bütün sonsuzluğu kucaklasa…”

Buradaki sözlerin manasını iyice anlayabilmek için “ufukların titrediği” konusu üzerinde biraz durmamız gerekecektir. Az çok yükselmiş ruhların bulundukları ruhsal bölgelerin, yani spatyomun oldukça ileri basamaklarının varlıkları üzerinde Allah’ın ismi -gene kendilerinden aldığımız bilgilere göre- şiddetli titreşimler meydana getirmektedir. Bazı ruhlar bunu, kendileri için dayanılmaz büyük bir sarsıntı halinde duyduklarını söylerler. İşte bu titreşimlerin, bu sarsıntıların, yüksek ruh alemlerindeki varlıklar üzerinde meydana getirdiği şiddetli izlenimler, bütün ufukların harekete geçmesi ve manalanması (Çünki oralarda her hareket mutlaka bir mana ile biraradadır.) ve nurlarla dolması şeklinde belirtiler gösterir. Oralarda beliren bu manalar; önüne geçilmez birer kudret halinde varlıklara sevginin, fedakarlığın, vazifenin, büyük ve ilahi misyonların yollarını gösterir. İşte spatyomun ileri bölgelerindeki, bizim kolay kolay sezemeyeceğimiz sonsuz hayat tarz ve şekillerinden bir tekinin belki en küçük bir parçası da budur.

Tebliğe devam ediyoruz:

“Hala aşk nedir bilemiyorum… Her an O’nunlayım. Ben nasıl olur da Allah’a varırım?.. Büyüyen sırlar, küçülen insandır. Bu acizlikler anlaşıldıkça, kudretler aranır. Ve nihayet biz de insanız ve aramaktan daha doğru bir şey bulamadık. Hala aşk, hala ümit ve belki de ebediyen bunlar.”

Bu sözlerde gizli bulunan derin hakikat şudur: İnsan tekamül ettikçe aczini anlar, aczini anladıkça Mutlak’a ait olan sırlar onun etrafını sarar, bu sırlarla kendini çevrilmiş gören insan, küçüklüğünü duyar. Fakat bu küçülüşünü duyması, birtakım yollardan ondaki ilahi aşkı arttırır, ebedi mutluluk ümidini kuvvetlendirir. Bu hal böylece ebediyen devam eder, fakat o, hiçbir vakit Allah’la yek vücut olmak şöyle dursun, onunla arasındaki mesafeyi bir zerrecik bile kısaltamaz, çünki aslında kendisiyle Allah arasında bir mesafe asla söz konusu değildir ve olamaz. Gene tebliğe devam ediyoruz:

“Hey Tanrım, ne büyüksün!.. Ne alemler, ne zerre, hükmünde tek bir ifadeye varamayacak kadar değersiz. Fakat bendeki aşkın… Bu nedir? Onu bende görünce, Senden başka bir şey düşünemez oldum. Ve mutluyum. Fakat ıstırabım, ebediyen ayrılığının veya her an kavuşmanın sarhoşluğu yüzündendir.”

Bu sözlerdeki mana da açıktır ve anlayışımıza göre şöyledir: Allahım, Sen o kadar büyüksün ki, büyüklük kavramı, Senin yanında hiçbir değer ifade etmez. Fakat öz varlığımda kabaran aşkın, bendeki bütün bu kainat hakkındaki büyüklük kavramlarını yok ediyor ve varlığımı dolduruyor. O zaman yalnız Seni duyuyor ve bundan mutlu oluyorum. Fakat tekrar kainata döndüğüm zaman aşkımın kaybını duyuyor ve ıstırap çekiyorum.

Tebliğe devam ediyorum:

“Ben demek ki, ne kadar büyüksem o kadar bilinmiyorum. Demek ki Sen ne kadar büyüksün ki, o kadar Bilinmeyensin… Ben ne kadar yükseleyim ki, Sana varılamayacağının kesin hükmünü verebileyim? Ben, ancak yükselmedikçe böyle bir hükme ulaşamayacağımı zannederken, küçülmek isteyenler var.”

Son cümlenin manası açıktır. Burada, Allah’la yek vücut olduklarını veya bütün ferdiyetlerini Allah’ta kaybedip son bulmak suretiyle -haşa- Allah olduklarını sananların, ruhlarını yükseltmedikçe bu yanlış kanaatlerinden kurtulamayacaklarını söyleyen bu kıymetli varlık, kendisinin böyle bir hataya düşmekten uzak olduğunu ifade ederken, hala böyle yanlış bir yolda yürümekte ısrar edenlerin var olduklarından şikayet etmektedir.
“Hüküm yok, hak var.”

Bu söz de manalıdır. Hakikat; bizim, şunun veya bunun hükmünde değil, hakkın kendisindedir. Hiçbir kuvvet hiçbir kuruluş, hiçbir göreceli değer; gökyüzünde bütün berraklığı ile parlayıp durmakta olan bir güneşi inkara sebep vesile oluşturamaz. O halde hakikati ondan bundan değil, kendi vicdanında beliren hakkın kendisinden öğrenmelidir. Fakat bunun için de, daima tekrar ettiğimiz gibi, önce vicdanının sesini duymasını bilmek, sonra kendi vicdanının hürriyetini kazanmış olmak gerekir. “Her şey var, sınır yok… Akıl var, her şey ondan yukarı ve hesapsız.

Hey Tanrım, bunca yıldır dünyanın dört ucundan Sana yalvarışlar yükselir. Sana birer biçim biçerler, birer isim bulurlar, birer ayin gösterirler. Fakat ben Seni Senden gayrı düşünemiyor ve bu yüzden azabımı bin katlı duyuyorum.”

Bundan sonraki sözleri daha iyi anlayabilmemiz için, son cümleler üzerinde biraz durmamız gerekiyor. Bu sözlerle kastedilen mana şudur: Allahım, ben Seni benim anladığımdan başka türlü düşünenlerle beraber değilim. Kimisi Sana bir biçim, bir şekil vermiş, kimisi Seni beşeri manadaki isimlerle anmış, kimisi de maddi ve dünyevi değerlere dayanan birtakım ayinler düzenlemenin usullerini göstererek, Seni kutsal saymaya çalışmıştır. Fakat ben bunların hiç birisi gibi düşünmüyorum. Çünki ben Seni, senden gayrı hiçbir şeyle kıyas edemiyor ve anlayamıyorum. Ve bu da benim azabımı arttırıyor çünki…

O putun önünde, bir tan zamanının serin ışıkları altında secdeye varmış mutekit!... (inanç sahibi kişi) İşte duyduğu ve duyacağı en gerçek kavuşma İNSAN için o anda ve orada… Ben de ebediyen bir puta ellerimle sarılıp ağlayabilseydim. Nasıl olsa burada da konuşmuyorsun, nasıl olsa buradaki dilin sonsuzdur. Ve ben onu senden daha ileri olmadıkça anlayamam… Demek ki (Ben de o mutekit gibi yerimde hareketsiz kalsaydım -yazar-) put benim boynumda olacaktı. Onu kendi sınırımda anlayacaktım.”

İşte iyice düşünmeden, duymadan ve hakikatlere az çok nüfuz etmiş olmadan, manası kolay kolay anlaşılamayacak kadar derin ve engin bir ifade!.. Belki değerli insanlara küçük bir hizmette bulunmuş olurum diye, ben de bu sözlerden çıkarabildiğim manayı yazacağım.

(Çevremde, eşyadan birine veya şuna buna Allah diye tapan ey insan! Sen bu konuşmayan ve sana hiçbir şey söylemeyen putunu bağrına samimiyetle bastığın anda, onunla birleştiğini duyuyor ve Allahınla, yani bu putunla gerçek kavuşmanı idrak etmiş olduğunu sanarak mutlu ve kutlu oluyorsun. Ben ise senin gibi yapamam. Fakat senin, putuna bu kadar kuvvetle sarılarak kendinin Allah’ına ulaştığını sanmandaki samimi inanışından doğan mutluluğuna imreniyorum. Ve işte Allah’ı kendisinden başka hiçbir şeyle düşünmemem, senin sandığın ve inandığın kavuşma tarzında onunla birleşemeyeceğim hakkındaki imanımı arttırdığı içindir ki azabım çoğalıyor. Fakat ben Allah’ı o kadar özlüyor, O’na o kadar yakın olmak istiyorum ki, mademki bu kadar yol yürüdükten sonra dahi ulaştığım bu basamakta gene O’nunla konuşamıyorum, gene O’nun dilinden hiçbir şey anlayamıyorum ve mademki ebediyen mümkün göremediğim, senin anladığın manadaki kavuşmaya erişmek umudunu kaybetmiş bulunuyorum; bari hiç olmazsa ben de Senin gibi kalsaydım da, benim de boynumda daima taşıyabileceğim, konuşmayan, bir şey anlatmayan, fakat her an bağrımda olan bir putla kavuşmamın gözü kapalı mutluluğunu ve şimdiki halime göre daha basit kudretlerim içinde Allah’la birleştiğimi sanmak mutluluğunu senin gibi duyabilseydim.)

Tebliğe devam ediyoruz:

“Sen ne yaptın, ey Büyük Tanrım: Sen beni büyüttükçe önümden, ufkumdan uzaklaştın. Ne kadar genişledimse o kadar Sana varılamayacağını anladım. Fakat ne tuhaf! Her yerde, her şeyde sensin. Ve bu, işte biricik tesellim. Dünyada zerrenin, burada mesafelerin sonsuzluğu içindesin. Sana bin şükür ve hamd ve bin canla minnet ey Büyük Allah ve Ebedi Ezeli olan Kudret!...”

Tebliğin son kısımları üzerinde ayrıca açıklamaya gerek kalmıyor. Bu satırlar üzerinde biraz düşünmek zahmetine katlanmak isteyen her insan, yüksek manadaki kavuşma kavramının, basit ve maddi manada anlaşılan ve inanılan kavuşma kavramından büyük mesafelerle ayrılmış bulunduğunu idrak etmekte gecikmez. Ve varlıklara mukadder ilahi bir bağış olan Allah’a yaklaşmak konusunun; ancak Allah yolunu ve emirlerini tutmak ve bu kazanca yeterlilik derecesinde hak elde etmiş olmak hakikati çevresinde toplandığını anlar.

 BEDRİ RUHSELMAN

Share

Bu site özeldir ve ticari amaç taşımaz.

Copyright © Dünya Ana