ALLAH - DR. BEDRİ RUHSELMAN - BÖLÜM 8

Share

http://www.dunyaana.com/images/bedri%20ruhselman%205.jpgALLAH'I İNKAR VEYA İHMAL EDENLER

Önce bunların en kötüsünden işe başlarsak, Allah’ı inkar edenler Allahsızlardır. Veya daha doğrusu kendilerini Allahsız zannedenler, Allah’a inanmadıklarını sananlar ve maalesef zorla uyuşturmak istedikleri ve uyuşturabildikleri fikrini taşıdıkları vicdanlarının gösterdiğinin aksine, böyle olmasını isteyenlerdir. Bu hareket, hakikat yolunda olan kimselerin görüşünde pek acıklı bir manzara oluşturur. Böyle insanlar ruhen parçalanmış kimselerdir. Yani iki zıt tesirin altında ruhları yenik düşmüş ve yenik olmaya mahkum kalmış kişilerdir.

Bunlar, dünya hayatının gözlerine soktuğu maddelerle körleşerek ve avunarak ruhlarının bu parçalanışından doğan sıkıntıyı dünyada iken hissetmeyebilirler. Veya daha doğrusu bu hislerini boğabilirler.

Fakat ruhlarının dünya maddelerinden ayrılmaya yüz tuttuğu her anda, bu ruh parçalanışı, gerçek bir parçalanma halinin bütün acı izlenimlerini onlara en şiddetli ve hiçbir şeyle sakinleştirilmesi mümkün olmayacak şekilde duyurur. Bu anlar, ağır hastalık anları, büyük hayat tehlikeleri anları ve özellikle bir daha geri dönmemek üzere ölümün yüzünü gösterdiği can çekişme anlarıdır. İşte hele bu sonuncu halde, ruhun ikiye bölünmüş olmasının meydana getirdiği zararların, kayıpların ve ıstırapların acı duyguları, vicdandan yükselen keskin ve azarlayıcı feryatlarla birlikte ruha sokulur ve onu yırtarcasına incitir. İşte bu kötü bahtlılar, ruh parçalanışının ne demek olduğunu o zaman anlamış bulunurlar. Fakat ne yazık ki o anda onların artık kendilerince yapılacak işleri kalmamıştır. Ve böyle kötü bir sona düşmemeleri için onlar, kendi çaba ve iradelerine bırakılmış olan koca bir dünya hayatının imkan ve fırsatlarını kaçırmış bulunmaktadırlar. Gerçi bu parçalanışın ve düzensizliğin onarılmasına, çok uzun sürecek zahmetlerden ve yeniden başlayacak üzüntülü ve ıstıraplı çalışma ve didinmelerle dolu hayatlardan sonra tekrar imkan hasıl olabilecektir. Fakat onların karşısına çıkan koca bir bilinmeyenler aleminin içinde bu onarma döneminin ne vakit başlayacağı, onlar için o anda düşünülmesi ve duyulması mümkün olan konulardan değildir. Bu sapıklık, yani Allah’ı inkar etmek felaketi, Allah’ı araştırma yolunun özellikle henüz sübjektif safhasına girmeye vakit kalmadan, objektif safhalarında iken, insanın başına gelip çatan belalardandır.

Bütün varlıklarının gerçek değerini yalnız fizikoşimik maddelerde ve onların oluşumlarında arayan bir düşünce tarzının görüş alanı; sürekli olarak değişmek, bozulmak, dağılıp gözden kaybolmak vasıfları bulunan bu organik yapının ancak devamı boyunca sürer ve bu devamın ötesinde durmaya mahkum kalır. Mesela, şu kalemi idare eden elimin varlığına inanıyorsam, bu, onu gözümle gördüğüm, onun kalemle temasını duyduğum ve derin birtakım duygularla elimin hareketlerini takip edebildiğim içindir. Gözüme ve diğer duyu organlarıma, kolum hakkındaki bu izlenimleri kaybettirecek bir olay vaki olduğu anda, artık ben bu kolun varoluşundan haberli olamam.

Bunun gibi bütün bedenim hakkında da vaziyet böyledir. Eğer ben kendi varlığıma ancak maddi organizmamın kuruluşları yoluyla inanmak durum ve seviyesinde bulunuyorsam benim için varlığım, bu organizma hakkındaki duygularımı ve izlenimlerimi ayakta tutan yapısal kuruluşlarımın, yani bedenimin, vücudumun varlığı ile kaimdir. Ve ben bunu o kadar kesin bir realite olarak kabul eder ve benimserim ki, kendi varlığıma ait aklıma gelebilecek bütün konuları, duyu organlarıma çarpacak bütün izlenimleri ancak bu açıdan gören ve bu açıya indirgemeye çalışan bir otomat haline gelirim. Bu takdirde bedenimin var olmadığı yerde ben de kendimce yok sayılmışımdır. İşte bu görüş, dünya hayatını amaç olarak alan insanlara, bu hayat şartlarının kazandırmış olduğu maddi bir alışkanlıktır. Bu alışkanlıkla kainattaki bütün kıymetleri ancak üç buutlu realiteye bağlı yoğun maddelerde aramak habersizliğine düşen bazı dar görüş sahipleri, hiçbir değerle ilişiği ve kıyaslanması söz konusu olmayan Allah’ı elbette hiçbir yerde bulamayacak ve inkar etmeye kalkışacaklardır. Bu insanların ruhları henüz yeterli derecede bir duygu seviyesine yükselememiştir. Ne yazık ki bunlar, duygularının böyle aşkın konulara ilişkin olabilmesi için gerekli ve zaruri olan gelişmelerini beklemeden acele etmişler ve ebede kadar yükselmesi gereken tekamül merdiveninin daha sekiz on basamağını bile aşamadan bittiğine ve son bulduğuna inanmışlar ve bu basamakların yüksek ve asıl verimli kısımlarına ulaşmadan o bir arpa boyu olan sekiz on basamaklık yükselişlerinden sonra, “Bir şey göremedik. Ve artık gördüklerimizden başka bir şey de kalmadı.” kanaati üzerinde saplanıp kalmışlardır.

Demek ki, bu sapıklık, insanın, bütün hakikatleri ve özellikle hakikatlerin hakikati olan Allah’ı, kainat varlıkları içindeki takdir kabiliyeti sıfır olan, yetersiz maddi duygu organlarıyla araştırmak zorunluluğundan kendisini kurtaramadığı zaman kapısına gelir, dayanır ve onu zorlar. Eğer o kapıyı biraz gevşek ve açık bulursa içeriye bir canavar gibi dalar ve kapıyı da arkasından kapayarak içerde sımsıkı hapsettiği ruhu istediği hale benzetir.

Küçük çocukların herkesçe bilinen bir ruh hali vardır. Onlar, gördükleri, tuttukları, işittikleri şeyleri, daima maddi duygularıyla anlamaya çalışırlar ve bir şeyin varlığına da ancak bu yoldan kanaat sahibi olurlar. Çünki onlar dünyada, henüz gerçek ruh kudretlerini idrak edecek kadar bir şuur seviyesine varmış değillerdir. Çocuklar, beş duyu sistemine o kadar bağlıdırlar ki, ruhun insanlık aleminde en esaslı melekelerinden birisi olan ve öz varlığın derin duygularından kökünü alan tahayyül kudretleriyle ruhlarında canlandırmak istedikleri şeyleri bile muhakkak kendilerince bilinen en maddi kavramlara uydurmaya ve benzetmeye çalışırlar ve bunun dışında hiçbir şeyi anlayamazlar. Mesela, hayali bir umacı kavramı çocuğun bakışında; dişleri meydanda, çocukları kapan ve yiyen korkunç bir hayvandır, insandır, vs. İşte bunun içindir ki çocuklar, mesela sevgilerinin veya sevildiklerinin kesinlikle maddi belirtilerini göstermek veya görmek isterler. Onlarda, duyguları gelişmiş insanlardaki gibi sevginin ruhtaki derin hazları ile yetinerek tatmin olma hali henüz oluşmamıştır. Özetle çocuğun anlayabileceği, inanacağı ve kabulleneceği her kıymet objektiftir ve beşeridir. Yani küçük bir çocuk için, ancak üç buutlu realite içinde kalan madde ve duyularla ilgili kavramlardır ki, gerçek varlık değerini kazanabilirler. Ona Allah’ı bile anlatırken, ancak gökyüzünde oturmuş, parlak yüzlü, çok büyük ve iyi ve belki de sakallı bir Allah babadan bahsederler. Çünki çocuğun bundan başka türlü anlamasına, kabul etmesine ve inanmasına imkan yoktur.

İşte bazı çocukların çocukluktan kalma bu alışkanlıkları, ilerlemiş yaşlarına kadar sürer gider. Ve bu hal onların da bütün sübjektif veya aşkın hakikatler karşısında ruhen tıpkı bir çocuk kadar madde ve duyularına bağlı kalmaları sonucunu doğurur.

Böyle insanlar her hakikati, muhakkak beş duyu organı ile değerlendirmiş oldukları eşya ve olaylara göre düşünmek ihtiyacını duyarlar ve bu ölçüye girmeyen her şeyi red ve inkar ederler. Yalnız bunların, kendilerini bir bakıma çocuklardan daha verimsiz hale getiren kötü bir tarafları da; ileriye fırlayıp daha üstün şeyleri görebilmelerine yarayan tahayyül melekelerini, bozuk düzende ve çocuklar kadar da olsa işletmek faaliyetini, birtakım maddi hesaplarla alıkoya koya, hemen hemen kaybedecek bir duruma gelmiş olmalarıdır.

İşte böyle insanlar, maddi realitelerin yüksek aşamalarını ve onlardan daha yüksek aşamaları tanıyabilmelerine yarayan tahayyül melekelerini ve bu arada ruhlarında gizli derin duygu idraklerini, çocukluk döneminden kalma bir ruh hali içinde gelişmekten alıkoyarlar. Ve bu gelişmemişlik onları öyle bir hale getirir ki, üç buutlu maddenin dışında hiçbir kavram artık onlarca reel bir kıymet olamaz. Yani ruhları böyle embriyona benzer halde kalmış kimselerin reel olarak kabul ettikleri her değer, ya doğrudan doğruya bu maddelerdir veya ancak bu maddelerin meydana getirdiği aktif belirtilere bağlı olaylardır.

Her ne kadar dünyamızdaki eşya ve olayların hepsi maddi ise de, bu maddeler arasında görünen ve parlayan, ruhumuza ait olayların ve değerlerin hiç biri maddelerin malı değildir. Bu nedenle dünyamızdaki ruh dışı değerleri haklı olarak dünya malı sayanlar, ruhi değerleri de aynı işleme tabi tutunca şaşırıp kalacaklardır. Ve madde üstü bir varlık olan ruhu inkar edince de bu değerlerin gerçek sahiplerini bulamayacaklar, o zaman işi safsatalara, spekülasyonlara ve boş laflara dökmeye kalkışacaklardır. Bütün bunların sonunda kendilerince yapılacak iki iş kalır: Ya bu değerleri, dejenere birtakım varsayımlar içinde boğmak veya daha kestirmesi, onları topluca inkar ederek susmaktır ki, çoğunlukla yapılan ve yapılmakta olan şey de budur.

Fakat alelade madde dışı varlıklar gibi, dünyanın hiçbir kıymetiyle ölçülmesi mümkün olmayan maddeler hakkındaki bu düşünce sahiplerinin yanında; maddelerin ve varlıkların hiç birisiyle ilgisi ve kıyası söz konusu olmayan Allah’ı da aynı işleme tabi tutmaya kalkışanlara ne diyelim? İşte sapıklık olarak adlandırdığımız hareket tarzlarından birisi de budur.

Allah’ı böylece inkar ederler ama, bu inkar, hakikatte gene bir laftan ibaret kalır. Çünki ne kadar karartmış olurlarsa olsunlar, ruhlarının yaratıcı tahayyül melekeleri ve vicdanları hakikati görmüş, duymuş ve onların bu hareketlerini asla uygun bulmamıştır. O halde bunlar iki basıncın arasında sıkışıp kalmışlardır. Bu basınçlardan birisi, dünyaya bağlılıktan doğan maddi alışkanlıkların, nefsaniyet ve ihtirasların akıl ve duygu üzerindeki menfi baskısı, diğeri insanın asıl hakiki varlığın ebedi malı olan tahayyül ve vicdan kudretlerinin gene akıl ve duygu üzerindeki müspet baskısıdır. İşte bu iki zıt baskı arasında kalan insanın, yukarıda söylediğim ruh parçalanışı vaki olur. Ruh parçalanır. Daha doğrusu insan varlığı parçalanır. Ve bu parçaların gene en ağır kısmı ruh tarafında kalır. Çünki Allah’ın varlığını maddi baskılara uyarak ne kadar inkar etmeye kalkışırsa kalışsın, insanın öyle zamanları, bir şimşek hızıyla gelip geçse bile öyle anları olur ki, o anlarda ruh, için için sızlar, kanar ve Allah’ı inkar etmenin gelecekteki acı reaksiyonlarının sarsıntılarını bazı gizli anlamlı duygu belirtileriyle içten içe insana sezdirir. Fakat ne olursa olsun, bencilliğin en kabarık bulunduğu dönemlerinde insan, bu cılız görünen ruh sezişini yenmenin ve boğmanın yolunu kolaylıkla bulur. Ve bunda hiçbir güçlük çekmeden, hatta fazla bir çaba göstermeden, belki dünya hayatı bitinceye kadar da devam edebilir.

Hakikatte, Allah’ı kimse inkar edemez. Eder görünür, ettiğine kendisini zorla inandırmaya çalışır. Hatta bu işte biraz da güçlük çektiği anlar olursa, o zaman kendi kendisine, “Canım,” der, “böyle budalaca ve amiyane (bayağı, adice) inançlara senin gibi aklı başında, aydın bir adam kulak asarmı?”

Güya bu onun kendi kendisine verdiği akıllıca bir nasihattir. Fakat o takdir edemez ki, bu nasihat aynı zamanda kendisinin en değerli mürşidi, öğreticisi ve kurtarıcısı olan vicdanına karşı çevirmiş olduğu korkunç bir cahillik silahıdır. Ve bu silahın tehdidi, daha doğrusu baskısı altında zavallı vicdan, çaresiz kurtarıcı; uyuşur, siner, fakat içten içe gene mırıldanır ve fırsatını buldukça da gene feryat eder. Ta ki bir gün egemenliği bütünüyle eline alıp, asi sahibinin yuvasını yapmanın sırası gelinceye kadar…

İnsan kendisini yalnız dünya maddelerinden ibaret sandıkça, ruhunun evrim ve gelişmesine dünya varlığının ancak bir araç olduğunu unutmakta devam ettikçe ve asıl kötüsü, gerçek varlığını, yani ruhunu inkar ettikçe, onun bu söylediğimizden başka türlü hareket etmesine de imkan kalmaz.

Demek ki, Allah’ı bulmaya girişmeden önce, insanın kendi gerçek varlığını araması ve bulması lazımdır. Kendisini kaybetmiş ve bir madde yığını içine bütün değerleriyle birlikte ruhunu gömmüş bir insan; Allah’ı ne duyabilir, ne bulabilir, ne de arayabilir. Bu da bir hakikattir. Bununla beraber gene tekrar ediyoruz: Bu zorunlu inkarına ve unutkanlığına rağmen, asla yok edemediği ruhunu, gömülü bulunduğu madde yığınından kurtarıp çıkarmak için o insanın vicdanı, uyuşuk ve ezik haliyle bile boğuk ve derinden gelen sesini kesmez ve sürekli olarak sahibine duyurmaya çalışır.

O halde Allah’a inanmak, ilahi titreşimleri ruha yerleştirmek, daha doğrusu bu titreşimlerin ruhtaki varlığını idrak etmek her insan için bir zarurettir, bir ihtiyaçtır. Bunun aksine olan inkarcılık; ruhun bünyesine uygun olmayan, onda gizli kudretlerle zıtlık halinde bulunan, dış alemin kötü telkinlerinden, daha doğrusu dış alemin çeşitli tesirleri altında uyanmış kötü ruh tepkilerinden doğan, er geç giderilmeye mahkum bir arızadır, sakat bir nedendir.

Kıymetli ruh dostlarımızdan Akın’la bir konuşmamız sırasında onun vermiş olduğu tebliğleri aşağıda naklediyorum. Bu tebliğlerde konumuzu ilgilendiren çok önemli bilgiler vardır.

Akın:  (13.11.1948)

“Allah’ı tanımak sonuç değil, sebeptir. Allah’ın tanınmamasına imkan olmadığını göz önüne aldım. Bununla beraber Allah’ı tanımayı, insanı tanımak gibi düşünmeyiniz. Allah’ı tanımak değil, duymak, O’nu kendi ruhunda hissetmek lazımdır. Eğer insan O’nu duymazsa O’na inanamaz. Duymayanlar ise çok geri ruhlardır. Mesela hayvanlar da Allah’ın varlığını duymazlar.”

B.R.- “Bazıları vardır ki hayatta fedakarca hareket ederler. Fakat bunlar bir taraftan da Allah’ı inkar ederler. Fedakarlıkları bu kadar ilerlemiş olduğu halde, yani ruhen ilerlemiş oldukları halde bu insanlar Allah’a nasıl oluyor da inanmıyorlar?”

Akın- “Bunlar dünyaya ancak fedakarlık melekelerini geliştirmek için gelmişlerdir. Aslında bunlar, kendi şuur ve idrakleri dışında vermek fiiline yöneltilirler. Yani bu veriş, onların ruhunda otomatik olarak meydana gelir. Eğer bunu yapabiliyorlarsa sınavlı deneylerini başarıyla geçiyorlar demektir.”

İyi anlaşılabilmesi için, psişik bazı bilgileri gerektiren bu son cümleyi biraz açıklamak lüzumunu hissediyorum.

İnsanın otomatik faaliyeti ne demektir? Eğer bu bilinmezse yukarıda geçen son cümlelerin manaları anlaşılamaz.

İnsanların şuur ve idrakleri maddi alemde, yani dünyamızda iki tür belirti gösterir. Bunlardan birisi, dünyada görünen, dünya bedenine bağlı şuur ve idrak şeklidir ki biz buna bağlı şuur ve idrak diyoruz. Diğeri de alışılmış halde, yani bedene bağlı halde görünmeyen şuur ve idraktir ki buna da serbest şuur ve idrak diyoruz. Örnek olarak, benim şu anda elim hareket ediyor. Bunu ben idrak ediyorum ve şuurumla takip edebiliyorum. Bu benim bağlı şuur ve idrakimdir. Halbuki kalbim de hareket ediyor. Fakat onun hareketini ne idrak edebiliyorum, ne de şuurum buna ulaşabiliyor. Bununla beraber kalbimin hareketini de yöneten elbette benim varlığımdır. Ama bunu ben bilmiyorum. Halbuki bilgisiz olarak hiçbir iş yapılamaz. O halde kalbimin hareketi hususunda benim bilgimin ve idrakimin olması lazımdır. Kaldı ki kalbimin ve diğer iç organlarımın gördüğü işler, benim dış bedenime yaptırdığım işlerden daha çok karmaşık ve naziktir. Demek ki kalbimin hareketi, benim dünyadaki hayat şartlarımın içinde idrakime ulaşmayan, şuurla birlikte irademe bağlı bir yönetim işidir. İşte hayatın icaplarına göre, bu iç organlarımın faaliyetini sağlayan irademe ilişkin şuurum, bedenime bağlı olan dünya hayatımdaki varlığımla idrak edemediğim irade kudretimin güzel bir örneğini oluşturmaktadır ki, biz bu halde bulunan bütün ruh kudretlerine serbest ruh kudretleri dediğimiz için buna da serbest irade ismini veriyoruz. Ve böylece serbest şuur ve iradeye ilişkin olup, dünyada maddeye bağlı ruh halinin bağlı irade ve şuuruna ulaşmayan faaliyetlere de otomatik veya spontane faaliyetler diyoruz.

Bu açıklamayla otomatik faaliyet deyiminin manası iyice anlaşıldıktan sonra, Akın’ın sözünü ettiği yukarıdaki otomatik fedakarlık faaliyetini de kısaca şöyle açıklamak mümkün olur: Bunlar öyle insanlardır ki, ruhta gelişmiş bir fedakarlık melekesine henüz sahip değillerdir. Ve onun içindir ki bu melekeyi, dünya şuur ve iradelerine de ulaşabilecek bir kudretle henüz kullanamazlar. Ancak onlar spatyomda iken serbest irade ve şuurlarıyla vermiş oldukları bir kararın tesiri altında dünyaya indikleri zaman, o tesirin devamından ibaret olan bir içgüdü, bir iç zorlama ile, fedakarca bazı işleri yapmak durumunda kalırlar. Dünyada çeşitli icaplar ve tesirlerle çarpışması ve çöküntülere uğraması daima muhtemel bulunan onların bağlı irade ve şuurları, bu tarzdaki fedakarca faaliyetler üzerinde kesin tesirler meydana getiremez. Ancak böyle hareket ede ede, bu cebri ve içgüdüsel tesirler altındaki fedakarca hareketlere uya uya, dünyanın yıkıcı ve ezici şartları altında kalan bu insanların irade ve şuurları gittikçe kuvvetlenir, gelişmeye yüz tutar ve nefsaniyetlerinin, ihtiraslarının pençesinden kurtulabilmek imkanını böylece kendiliğinden kazanmış olurlar ki, bu da ilahi kanunların derin hikmetlerle (nedenlerle) dolu icaplarıyla kararlaştırılmış ayrıca bir tekamül yolunun örneğini oluşturur. Şimdi tebliğe devam ediyoruz:

“İşte bu halde iken bu ruhlar Allah’ı tanımayabilirler. Çünki henüz O’nu tanımalarına yarayacak kudretlerini harekete geçirebilecek tekamül derecesine bunlar varmış olmayabilirler.

Ne kadar geri olurlarsa olsunlar, ruhlar melekelerini işletmek için dünyaya gelmişlerdir. Mesela, bir köpek bile sahibi için kendisini feda edebilir. Fakat Allah’ı tanımaz. Böyle bir insanın her şeyden evvel bu melekelerinin gelişmesine yararlı eprövlerini dünyada tamamlaması lazım gelir. Bu suretle o, fedakarlık yaptıkça, hayatında yeni bir ufkun açılmasına sebep olur. Ve bu da gelecek hayatında daha yüksek bir basamağın kazanılması için bir atılım oluşturur.”

B.R.- “Demek ki bu insan birçok melekelerini geliştirmek için dünyaya geliyor. Ve ancak bu melekelerin ruha kazandırdığı atılımlarla Allah’ı tanıyabilecek, öyle mi?”

Akın- “Ruhu bunu duyacaktır (1). Fakat bunu duyuncaya kadar geçen zaman içinde onun dünyaya gelişleri ve ıstırapları o ölçüde artacaktır. Bu dediğiniz kişi de herhalde çok ıstırap çekmiş bir insan olmalıdır. İşte bu ıstıraplar onu inceltecek ve ruhunu Allah yolunda imana sevk edecektir.”

Akın’ın tebliğinden çıkan önemli sonuç da şudur: Dünyada herhangi bir insanın gösterdiği iyi bir harekete bakıp, o insanın muhakkak her sahada yükselmiş olduğuna hüküm vermek doğru değildir. Ve bunun içindir ki insanlar, diğer insanların tekamül dereceleri hakkında, onların dünyadaki fiil ve hareketlerine bakarak hüküm verecek durumda değildirler. Onların bu hususta daima hataya düşmeleri muhtemeldir. Bu hususu daha önce yayınladığımız Ruh ve Kainat isimli kitapta üstatlarımızdan, yani yüksek ruh alemlerinin varlıklarından almış olduğumuz tebliğlerle de belirtmiştik. Bu nedenle dünyada bazı yüksek insanlık vasıflarını açıkça göstermelerine rağmen Allah’ı tanımayacak kadar ruhen geri kalmış varlıkların da bulunabileceğini daima göz önünde tutmak gerekir.
______________________
(1) Burada dikkate değer bir nokta vardır: Yazar soruyu sorarken, Allah’ın tanınmasından söz ediyor. Halbuki bu sözün yanlış düşüncelere yol açabileceğini hemen kavrayan Akın dostumuz, bu kelimeyi “duyacaktır”, şeklinde düzeltiyor ki, doğrusu da budur.

Allahsız insan, korkunç fırtınalarda kayalarla dolu açık bir denizin ortasında, dümensiz kalmış gemiler gibi çok kötü ve tehlikeli durumdadır. Ve Allah yolu, her istendiği ve ihtiyaç duyulduğu anda hemen kazanılmaz. Herkes için kaderleşmiş olan bu nimete ve nasibe, insanın devamlı bir emek ve çaba sarf ederek hazırlanması ve O’na yaklaşmayı samimi ve bütün menfaat düşüncelerinden kurtulmuş bir özleyişle istemesi lazımdır. Yoksa evvelce bu ihtiyacı duymamış olan ve yalnız tehlikeli an gelip çatınca da aklı başına gelerek, “Allah!” diye bağıran bir insanın bu hareketi, yuvarlanmaya başladığı uçurumdan kendisini kurtarmaya yetmez. Bunun için, o uçurum henüz görünmeden ve tehlikeler gelip çatmadan evvel insanın, o büyük ismi anmaya layık bir ağzı, duymaya layık bir ruhu kendisinde hazırlamış olması icap eder. Bu hazırlığı yapmamış, yani hayatının hiçbir safhasında Allah’ı düşünmemiş, özlememiş ve O’na inanmamış bir insan, istediği anda Allah’a yaklaşmak gücünü kendisinde bulamaz. Bu çok önemli ve unutulmaması gereken bir hakikattir.

O halde aklı başında olan insan, Allah’ı aramak ve bulmak ihtiyacını ve özleyişini her an, her yerde, hiçbir merasime muhtaç olmadan kendisiyle beraber taşır. Çünki O’na yaklaşmak arzu ve ihtiyacı, Allah kanunlarının icaplarındandır. Hiçbir varlık bu kanunların kapsamı dışına çıkamaz. Yalnız bu yola girmek herkesin kendi kudret, güç ve derecesine göre çeşitli yönlerde ve zamanlarda vaki olur. Kadri’nin aşağıdaki tebliğinde bu hususlara dair çok değerli sözler vardır.

Kadri:  (3.5.1948)

“Yaratıklar daima Yaradanları’na yaklaşmak için ellerinde O’na doğru çırpınan bir kudret taşırlar (Ne mutlu bu hakikati bilip de o kudretlerini harekete ve faaliyete geçirebilen kişilere! -Yazar-).

O kudret, Yaradan’a yaklaştıkça, onu taşıyan varlığı geri çevirip mahzun etmezler. Yeter ki o, Yaradan’a ulaşmak yollarını aramış, bulmuş ve hiç olmazsa kalbinden geçirmiş olsun.

Allah o kadar büyüktür ki, ben bir celsede bunun tarifine imkan olmayacağını söylemiştim. O kadar rahimdir ki bu, hiçbir kelime ile açıklanamaz. Bunu bilen ve inanan ve Allah’ı bir kere bile candan anan korkmasın. Yalnız O’nu özlemesini bilsin ve içinden istesin. Ve daima kendinden küçüklere elini uzatmasını bilmiş bir varlık olsun, bu bile yeter. Ama bu kadarı size yetmez. Siz bu kadar küçük işlerle yetinmeyiniz. Çünki onların ödülleriyle siz yetinemezsiniz. Siz de kendi bilginiz, derece ve kabiliyetiniz kadar isteyiniz ve almaya gayret ediniz.

Ne mutlu ki siz kendi kudretinizle kendinize yeni bir yüz verecek bir irade sahibi, karşılığını gözetmeden bir mal vermekten çekinmeyen iflas etmiş bir tüccarsınız. Bunun için dünyada sizinle alay edenler çoktur. “Elinize bir şey geçmeden kıymetli vakitleriniz kayba uğruyor.” derler. Ne yapalım!.. Dünyada böyle cahillere, aptallara ihtiyaç olacak ki akıllı geçinenlere yol göstersinler.

Azim ve kudretinizle her zaman yeni bir kapıyı açacak cesareti gösterdiniz. Eksik bilgileriniz size rehber olmuyorsa beklersiniz. Zamanı gelince daha büyük şeylere ulaşmak imkanını da bulursunuz.

Temiz kalınız. Kendi benliğinizi tanıyınız. Bir adam çıkıp da içinizden geçenleri sizin yüzünüze karşı söylemek kudretini gösterirse ve bu sözlerden sizin yüzünüz kızarmazsa o zaman sevininiz.”

Bir defa Allah’ı inkar etmeye kendisini alıştırdıktan sonra, insandaki nefsani duygular, yani ruhun madde baskısı ile soysuzlaştırılmış bazı kudretleri azgınlığını arttırdıkça arttırır. Kin, düşmanlık, kıskançlık, bencillik ve özellikle kendini beğenme canavarları, ruhta birer karanlıklar sultanı halinde yerleşerek taht kurar. Ve işte o zaman kısır döngü kurulmuş olur. Ve ruh, kendisini kurtarmaya yarayacak kudretlerini bu kısır döngü içinde bütünüyle kaybetmemek için kullanmaya başlar.

Bu döngüyü kapatan eğri, özellikle nefsaniyetin en azılı unsuru kibir, gurur ve bencilliktir. Ve insanı yükseltmek maskesi altında çok defa düşüren ve perişan eden, izzet-i nefs (onur, kendine düşkünce saygı) davası, bu kibir, gurur ve bencilliğin doğurduğu ruh hallerinden birisidir ki, işte bu izzet-i nefsini kurtarmak gayreti, insanı ilahi yoldan uzaklaştırdıkça uzaklaştırır. Ben tanıdığım bir zata, sıkıntılı zamanında Allah’a dua etmesini tavsiye ettiğim zaman, gözlerini hayretle ve biraz da gücenmeyle açarak, bana şu korkunç cümleleri söylemişti: “Doktor ne diyorsun? Ben ellerimi açıp da Allah’a yalvarmak alçaklığına nasıl katlanabilirim? Yalvarmak küçüklüktür. Ben bunu yapamam. Benim izzet-i nefsim var.” İşte çaresizliğin ve zavallılığın şaheseri budur. Doğrusu o adam bu sözleriyle belki nefsaniyetinin onurunu kazanmış olabilir, fakat buna karşın ruhunu kaybetmiş ve öz varlığının onurunu çiğneyip geçmiştir. Ve bu bakımdan korkunç bir sapıklık içine saplanıp kalmıştır.

Allah’a karşı izzet-i nefs davası nasıl söz konusu olabilir? Sen kimsin, Allah kim!... Allah, o Büyük Varlık senin varlığını aslında aziz kılmış; sana, senin de tasavvur edemeyeceğin bağışlamaların en büyüklerini lütfetmiş ve manasını bile anlayamadığın ve asla anlayamayacağın, tasavvur ve tahayyül dahi edemeyeceğin onurları sana lütfen nasip etmiş ve mukadder kılmıştır. Buna rağmen senin O’na karşı aziz kılmaya çalışmandan çok, ayaklarının altına alarak, çiğneyip geçmen gereken gurur ve nefsaniyetini Allah’a karşı haşa bir silah olarak kullanmaya kalkışmanı, korkunç bir ruh karanlığı saymayan hoşgörülü kimseler bile en hafif deyimiyle cüretkarlık sayarlar.

Sevgili dostum Kadri’nin aşağıdaki sözlerini dikkatle okuyanlar, bu hususta ondan çok faydalı fikirler çıkarabilirler.

Kadri:  (16.7.1947)

“İnsan, büyüklerine karşı izzet-i nefsinden fedakarlık etmesini bilmelidir. Bu bir fazilettir ve bir vicdanın sesini duymaktır.

Bir çocuğa, hatta kendisini idrak etmiş bir gence, babası bir tokat atsa, bu çocuk izzet-i nefsim kırıldı diye babasına karşı gelebilir miydi?

İşte kendisinden çok büyük bir varlığa, milyarlarda bir parçasına bile yetişmeye imkan bulunmayan ve insana bütün ebedi hayatını ve varlığını bahsetmiş olan büyük, azametli Cenab-ı Hakk’a karşı izzet-i nefs düşünülebilir mi? O’nun kapısına gelirken kusurlarını, kötü hareketlerini açıkça itiraf edeceksin ki, O da seni affetmek lütfunda bulunsun. Sende kibir, gurur parçaları mevcutken, sen bunu yapacak kudreti kendinde bulamaz ve sonsuza kadar karanlık yolların bekçiliğini yaparsın.”

Ruh aleminin büyük tebliğlerini dünyamıza bildirenlerden kıymetli ruh dostumuz Kadri’nin bir tebliğini daha burada hemen yazmak ihtiyacını duyuyorum.

Kadri: (16.7.1947)

“Dünyada izzet-i nefsi öyle bir yerde kullanmalısınız ki, onu kullanmadığınız takdirde, hayati vazifelerinizin ifası çok zor duruma girecektir.

Fakat gurur ve nefsinden fedakarlık etmek endişesiyle kendini Allah’a yakın görmek ve O’nun kapısına gelirken bile bu sıfata bürünerek yaklaşmak çok tehlikelidir.”

Bir de çok basit bir düşünceye kapılarak şöyle diyenler vardır: “Eğer böyle Kadir, Hakim bir Allah var olsaydı, insanların O’nu inkar etmesine nasıl imkan tasavvur edebilirdi? Yani böyle bir harekete nasıl müsaade ederdi? “Bu, çok basit bir düşüncedir. Çünki, önce, Mutlak karşısında sıfır olan her şey gibi O’nu inkar edenlerin küfürleri de O’nun varlığı karşısında sıfırdır. Yani hiçbir kıymet ifade etmez. Sonra, imansızların bu küfürleri, ancak kendilerine mahsus ve layık, azaplı ve sarsıntılı bir tekamül yolunu hazırladığı için, o anda kendilerine en uygun gelen bir hareket tarzı olur. Öyle insanlar vardır ki ve bunlar o kadar geri durumdadırlar ki Allah’a karşı gelmenin, ruhlarında doğacak acı sonuçlarını tadarak, ancak bu acılığın şiddetli tesiri altında, atıl ve cılız ruhlarını harekete geçirmek imkanlarını elde edebilirler. Ve Adil Allah hiçbir kimseyi kendisine layık tekamül yolundan alıkoymaz. Kendisine küfredenleri, değişmez yasalarıyla çizmiş olduğu yollardan -bu yollar ne kadar azaplı olursa olsun- ayırmaz. Çünki Allah, o ezeli yasalarına, şu veya bu tarzda uymakta herkesi tamamen hür ve serbest bırakmaktadır. Bu nedenle iradesini kullanmakta hür olan insan, ister belasını bulur, ister mevlasını…

Allah, ezelden takdir etmiş olduğu, sonsuz ve değişmeyen yasalarının icaplarını her an, her yerde, insanların anlayabilecekleri ve ihtiyaç duydukları şekil ve ölçüde, vicdanlarına ilham edici araçları lütfedip dünyaya göndermiştir ve göndermektedir. İnsanlar bu tür ilham ve bilgi kaynaklarıyla gerçekten birçok defa karşılaşmışlardır. Buna karşın insan, bencilliğinin kör içgüdüsü ile hareket ederek, nefsaniyetini her şeyden olduğu gibi, bütün bu ilham ve bilgi kaynaklarından da üstün görür ve onlara ruhunun antenlerini açmaya yanaşmazsa, Mutlak Adalet onun bu hareketine karışmaz. Çünki insan öyle istemiş ve bunun kendisine önceden haber verilmiş sonuçlarına katlanmayı da göze almıştır. Böylece o, evrim yollarının en çetinini, en üzücü ve azaplı olanını kendine seçmiş bulunuyor. Buna kim ne der? Nitekim o, bu kayıtsızlığı ve imansızlığı ile tuttuğu yolda azaplı ve zor durumlarla karşılaştığı zaman, bu kurtarıcı azap ve işkencelerle ruhunu yıkayacak, temizleyecek ve ondan sonra herkes gibi vicdanının sesine uyarak, imana gelmesini öğrenecektir. Hayat da bir okuldur. Her öğrenci okulu bitirebilir. Fakat bazısı bir yılda birkaç sınıf atlayarak, bazısı da birkaç yıl bir sınıfta kalarak ve birçok zahmetler çekerek… Büyük yardımcımız Kadri, imansız bir insanın sonunda ulaşacağı hali, gittikçe gerilmekte olan bir lastiğin şiddetle geriye çekilmesinden doğacak sonuca benzetiyor. Şöyle ki:

“Kuvvetli, fakat fazla uzamak özelliği bulunan ve uzadıkça çekme şiddetini artıran bir lastik bağla herhangi bir merkeze bağlanmış bir top tasavvur ediniz. Bu top merkezden sürekli uzaklaşmakta olsun. Topu merkeze bağlayan lastik bağ, ilk zamanlarda onun bu hareketine engel olmaz. Bu nedenle top istediği gibi merkezden uzaklaşabilir. Fakat o uzaklaştıkça lastik bağ da gerilir ve gerildikçe, topu merkeze doğru çekme şiddetini arttırır. Top merkezden ne kadar çok uzaklaşmış ise, onu tekrar merkeze geçecek olan lastiğin çekme şiddetinin derecesi de o kadar artmış olur. Sonunda öyle bir an gelir ki, lastiğin bu çekici gücünün şiddeti, topun merkezden uzaklaşmak için harcamakta olduğu kuvvete galip bir kuvvet derecesine ulaşır. Ve o zaman topun direnci kırılır ve kendisini bütün varlığı ile lastiğin çekici gücüne bırakır. İşte bu anda gerginliği en yüksek hadde varmış olan lastik, onu bütün şiddetiyle ve hızıyla merkeze doğru çeker. Ve böylece şiddetle çekilip merkeze çarpan top parça parça olur. Biz bu lastiği vicdanın ve bu parçalanışı da inkarcı ruhun, zamanı gelince uğrayacağı yırtıcı azap ve hüsranlarının sembolik bir ifadesi olarak kabul ederiz.”

İrşat eden dostumuz Kadri, bu konu ile ilgili başka bir tebliğinde top örneğini tekrar ele alarak şöyle konuşuyor:

Kadri:  (24.11.1947)

“Allah o kadar büyüktür ki, bu büyüklüğünü, kendisi aleyhinde bulunanlara göstermeye tenezzül etmez. Bazıları, “Şayet Allah varsa, şimdiye kadar bizim cezamızı vermez miydi? O halde böyle bir şey yoktur.”, derler. İşte anlattığım lastik meselesi budur. Bu, onun cezasını çekeceği öyle bir andır ki, o zaman artık geri dönmeye de imkan kalmamıştır.”

Şimdi, hiç şüphesiz öncekiler kadar şiddetli olmamakla beraber gene az çok bir sapıklık sayılan, bazı insanların Allah’a karşı gösterdikleri ihmalkarlığa ve laubaliliğe (senli benli olmak) de biraz değinmek istiyorum.

Bazı kimseler vardır ki herhangi bir dine girmiş bulunmaları bakımından Allah’ın varlığını inkar etmezler. Fakat onlar, Allah’a karşı olan vazifelerini sanki bu kadarla bitirmişcesine kendilerini bırakırlar ve selamette görürler. Bu da bir gafilliktir. Çünki insanın, kendisini böyle henüz layık olmadığı bir güvenlik içinde görerek bırakmasından doğan, Allah’a karşı öyle ihmalkarlıkları ve hatta o kadar kendisini hoşgörürcesine laubali hareketleri olabilir ki, bu hareketler onun büyük zararlı sapıklıklara ve karanlık uçurumlara sürüklenmesine yol açar. Örneğin maalesef sık sık ve rastgele yalan yere Allah adına yemin ederek, O’nu, ismi ancak büyük bir saygı ve ruh sarsıntısıyla anılabilen Allah’ı; insanları aldatmak için bir kötülük aracı olarak kullanmak istemesinin dehşetli sonuçlarını düşünemez. Örneğin, Allah adına ant vererek, bazı kimseleri en basit ve bayağı, hatta çok kere kötü ve zararlı dünya işlerine sevk etmekten çekinmez. Ve sırf bazı kimselere ve hatta bazen en yakınlarına bile fenalık yapmak için o büyük ve mübarek ismi sıkılmadan kullanarak, hiçbir insana yakışmayan ve Allah tarafından asla hoş görülmeyen yollarda beddua etmeyi alelade işlerden sayar. Çünki onun Allah’a imanı içten duyulan bir ruh ihtiyacı sonucunda doğmamıştır. Ve o insan, ancak doğuştan herhangi bir dine katılmış olmanın sonuçlandırdığı otomatik hareketleri yapar.

Allah’ı yalnız küçük, hasis ve maddi işlerde düşünen ve O’nun ismini kazançlarına -haşa- bir sermaye gibi kullanmak cüretinde bulunanlar hakkında spatyomdaki yardımcı dostlarımızdan çok kıymetli tebliğler aldık. Bunlardan bazılarını okuyucularımıza bildirmek istiyoruz. Çünki bu konuda insanlar tarafından sık sık gösterilmekte olan kayıtsızca laubaliliğin, yüksek alemlerde çok üzücü tesirler bıraktığını bilmemiz faydalı olur. İşte bu tebliğlerden bir tanesi Kadri tarafından verilmiştir.

Kadri:  (10.11.1947)

“O yüksek varlığın ismini anacak dünyada çok az ağız vardır. Ben size müsaade ediyorsam bu, kabiliyetinizden çok, kalbinizin açıklığından ve fikirlerinizin karışık olmamasındandır. Nasıl o büyük ismi anarken bakacak, dünyanızda yer yoksa, O’nu anmaya layık ağız da çok azdır.

Temiz kalınız, düşüncelerinizi hiç bozmayınız. Allah’ın takdiri ne zaman erişirse, siz bu hakikatlerin ifade ettiği manayı o zaman anlarsınız. Şimdi boş söz gibi gelen bu yazılar o zaman manalarını değiştirerek karşınıza başka şekilde çıkarlar ve size başka yollarda birçok ışık daha tutarlar.”

Bir de gene basit ve maddi çıkarları yüzünden bazı insanlar, Allah namına yemin etmek suretiyle bu mübarek ismi bir oyuncak haline getirmekten çekinmezler. Ve onu dillerine o kadar sık dolarlar ki rastgele her yerde, olur olmaz vesilelerle ve hatta hiçbir vesile olmadan da sırf gevezelik yüzünden tekrarlayıp dururlar. Bu tekrarlamalar Kadri’nin, “O büyük varlığı anarken, bakacak temiz yer dünyanızda ancak gökyüzünüzdür”, sözü ile taban tabana zıtlık teşkil edecek kadar kötü, pis yerlerde büyük bir kayıtsızlık ve laubalilik ile yapılır. Ve bu halin dehşetini duyabilecek kadar idrak sahibi olanların, bu manzara tüylerini ürpertir. Dostumuz Kadri’ye bu hususta sorduğumuz bir soruyu onun vermiş olduğu cevabı bütün insanlık alemine takdim ediyorum.

Kadri:  (24.11.1947)

B.R.- “Bazı insanlar vardır ki alelade işlerinde bile Allah’ın ismini öne sürerek yemin ederler. Bu doğru mudur?”

Kadri- “Allah’ı nasıl korkarak andığımı hatırlayınız. Her şeye bu mübarek sözü koymak çok kötüdür. Bazı masum hatalar vardır. Size bir şeyin girişim anındaki hareket noktasına bakınız, demiştim. Böyle bir hareket iyi niyet ve iyilik maksadı esasına dayanıyorsa, büyük bir fenalık ve bir azap başlangıcı olmakla beraber mazur görülebilir.”

Burada kötü sonuçlarını bilmeksizin safiyetle, iyi niyetle ve iyilik maksadıyla yapılmış bir yeminin mazur görüleceği sözünün arkasında bile gizli duran ıstırap ve azap fikri, kötü niyetle yapılacak yeminin korkunç sonuçları hakkında bizi gerektiği kadar aydınlatmaya yeter. Yani iyilik yolunda, bilmeden yapılan ve mazur (özürlü) görülen bir yeminin arkasında, insanı bu hareketinden dolayı azaplı sonuçlar bekliyorsa, kötü yollarda, adam kandırmak için yapılacak yeminin, acaba insana hazırladığı son ne olsa gerektir? Bunu Kadri’nin tebliğinin devamındaki şu sözlerden öğrenebiliriz:

“Fakat başkasını kandırmak, maddi bir işte bir hainlik hazırlığı vesilesi olarak Allah’ın ismini kullanmışsa fena ve çok fenadır.”

Kim bilir bu “fena” kelimesinin ifadesi altında ne korkunç ve anlatılamayacak manalar gizli bulunmaktadır. Şu halde Allah’ı duyan, O’nun Büyüklüğünü, ilahi kudretlerini, öz varlığında idrak etmek yolunu tutmuş bulunan bir insan, hiçbir bahane ve sebeple, hiçbir şey hakkında Allah’ın ismiyle yemin edemez. Allah, hiçbir zaman, hiçbir kimse tarafından, hiçbir sebep altında şahit veya kefil tutulamaz. Böyle bir hareketin düşüncesi bile korkunçtur. Sen kimsin ki yalnız şükranla borçlu bulunduğun ve yalnız dua ve dileklerinle, lütfuna erişerek şereflenmek liyakatini kazanmaya çalıştığın Tanrı’yı; mahiyetlerinin ve sonuçlarının dahi ne olduğunu veya ne olabileceğini bilmediğin günlük aldatmacalarını daima seni aldatan ve hataya sürükleyen ve böyle olması da dünya kanunlarınca zaruri olan, keyfine ve heveslerine göre yürütmek gibi basit ve hasis işlerde, bir emniyet süpabı olarak kullanmak cüretine kalkışmak talihsizliğini göze alabiliyorsun!.. Allah seni böyle bir hataya düşmekten korusun.

Allah ancak sevilecek, yalvarılacak, büyük bir hayranlık ve saygı ile anılacak ve daha ileride de içten gelen ateşli ve güçlü bir istek ve aşkla duyulacak Kudret’tir. Küçük bir maddi kazanç için başkasını kandırmaya vasıta alınacak bir varlık olmaktan o Yaratıcı Kudret kesinlikle arınmıştır.

Yarım ağızla sadece Allah var demekle veya manasını anlamaya bile lüzum görmeden ve hiçbir şey duymadan, ezberden bir iki formül okumakla tam iman olmaz.

Duymadan, düşünmeden ve özellikle Allah’ın muradını yerine getirmek amacıyla iyi bir yola girmeyi, hayırlı bir işe girişmeyi kendilerine tatsız bir meşgale, yorucu bir angarya sayacak kadar ilahi vazifelerden kaçarak Allah’a inandığını sanmak, oldukça tehlikeli bir yolun yolculuğunu yapmak demek olur. Allah’ın dünya kanunları icaplarıyla da tezahür eden (görünür hale gelen) muradına uymadan veya hiç olmazsa uymaya çalışmadan ve uyamayınca da vicdan azabı duymadan, ilahi yola girilmiş olmaz.

Her kul Allah’a karşı şu veya bu yönden suçlu olabilir. Yaratıklar için ve özellikle insanlar için kaçınılması mümkün olmayan bu hal, onların acizliği ve göreceli olmalarının icaplarındandır. Ve Allah yolunda olmaya bozukluk getirmeyici bir durumdur. Ancak insan bunları bildiği halde, değerlendirmez ve suçunu kabul etmezse, Allah’a karşı insanlık vazifelerini yapamamış olmaktan doğan bir üzüntü duymaz ve onların tamiri yönüne gitmezse, hatta bu hal karşısında büyük bir kayıtsızlık içinde omuz silkip geçer ve hele Allah’ın mübarek ismini maddi bir çıkarını sağlamak yolunda diline oyuncak yapmaya kalkışırsa, o zaman iş kötüleşir ve Allah’ı inkar edenlerle kendisi arasında pek az bir mesafe bırakmış olur ki, bu da kendisine elbette hayır getirmez.

Allah’ın muradı her şeyden evvel başta Allah’ı kalbinden bir an bile çıkarmamaya çalışmak olduğu halde, insanlar arasında fedakarlık, sevgi, şefkat, yardım, af ve hoşgörü, iyilik ve fazilet duygularının yayılması şeklindeki bütün iyi ruh halleriyle vicdanlarda görünür. Kibir, gurur, bencillik, kin, garaz, düşmanlık, kıskançlık gibi başkalarının zararına sebep olan ve iyilikle bağdaştırılamayan ve yalnız nefsaniyetin tatminini hedef tutan hareket ve davranışlar, Allah katında makbul değildir. Ve bu hareketleri alışkanlık haline getirenler, ne Allah’ın ismini layıkıyla anabilirler, ne de onu hatırlarına getirmeyi isterler.

İşte bütün hayatını; böyle fenalığa, kötülüğe, fesada, çevresindeki insanları kendi maddi çıkarları için üzücü ve rahatsız edici hareketlere ayırmış ve bu kötü hareketlerinden zevk duymak alışkanlığını kazanmış bir insanın, hangi dinden olursa olsun, Allah yolunda sayılması mümkün değildir. Yeter ki o, bütün bu fenalıkları bilmeden, istemeden veya herhangi bir ruh zaafına kapılarak yapmış olduğunu idrak edip, bunun üzüntüsünü içinde duymuş olsun ve bir daha bunları tekrarlamamayı özleyerek ve Allah’tan af dileyerek O’na her an yalvarmasını bilsin.

Ben öyle insanlar gördüm ki bunlar bir taraftan ibadethanelere giderken ve arada sırada, yani başkalarını kandırmak icap ettiği zaman Allah’tan, peygamberlerden bahsederken, hatta manalarını duymadan, düşünmeden ve duymaya ve düşünmeye de çalışmadan birtakım dini formülleri, sırf gösteriş olsun diye herkesin yanında papağan gibi mırıldanarak tekrarlar dururken, diğer taraftan da başkalarına ve hatta yakınlarına reva gördükleri en zarar verici kötülüklerin planlarını kafalarında en şeytani tertiplerle düzenlemeye çalışırlar. Halbuki bu ibadethaneler, birer ilahi denetim ve dünyayı unutma yeridir. Oralarda yalnız Allah’ı duymaya ve Allah yolundaki temiz hareketleri düşünmeye çalışılmalıdır. Dini kelamlar ise insanı Allah’ın huzuruna ve Allah yoluna hazırlayan birer büyük kıymettir. Onlar ancak hemcinslerinin iyiliği ve mutluluğu uğrunda, nefsaniyetten yapılacak fedakarlıklarla, yardım, şefkat ve sevgi esasına dayanan temiz düşünce ve duyguları harekete geçirerek, insanı hakka hazırlar.

Özetle, bütün bunların güttüğü yüksek amaç, insan düşüncesini ve kalbini aşırı menfaat duygularının kirletmiş olduğu kötü yollardan ve niyetlerden uzaklaştırıp, Allah’ın muradına ve rızasına uygun temiz yollara ve iyi niyetlere yaklaştırmaktır.

Bu nedenle, bütün hayatı boyunca alışkanlık halinde tekrarlayıp durduğu kötü düşünce ve niyetlerinde ısrar ettikçe ve başkalarına karşı kalbinde beslemekte olduğu çeşitli fena duygularının tatmin edilmesini kendisine vazgeçilmez bir zevk edindikçe, hiçbir insanın sadece ibadethanelere gitmekle ve makine gibi ezberden formüller okumakla Allah yolunda olabileceğini, vicdan huzuruna ve istirahatine kavuşabileceğini düşünmek çok güç bir iş olur. Çünki bu huzur ve istirahat, ancak ve ancak vicdanın emrettiği bir hakikat yolu olan ilahi muradı yerine getirmekle mümkündür. Ve illa, bu emrin karşıtı olan herhangi bir yol, görünüşteki bütün çekiciliğine ve güzelliğine rağmen, büyük zarar ve sapıklığın ardına kadar açılmış kapısından içeri girer. Bu da bir hakikattir. Ve hiç ihmale gelmez. Bağlı bulunduğu dinin bu yüce amacını anlamış ve ondaki ilahi maksadı az çok keşfetmiş bulunan her gerçek din adamı bunu böyle düşünürken; kötü hareketlerin, kötü niyetlerin, ilahi rızaya ve murada aykırı olduğunu bütün ruhu ile duyarken; temiz bir yürekle, yüksek bir vicdanla, saygıyla, nefsani bir düşünceden ve başkaları için nefsinden fedakarlık yapmak arzusuyla hareket ederken; bütün bunların aksine olan işlerin kötülüğünü ve zararlarını bütün ruhu ile anlayıp dururken; sadece ismen veya şeklen bir dine bağlı olduklarını çevresindekilere göstermeyi veya kendi vicdanlarına karşı bir kalkan halinde kullanmayı yeterli bir kefaret sayarak, her türlü kötülüğü meslek edinmekte zarar görmeyen bazı gafil insanların, bu hareketlerinin fena bir şey olduğunu ve çok zararlı sonuçlar doğuracağını hiç olmazsa bilmeleri ve idrak etmeleri (anlamaları) pek faydalı olur. Eğer onlar, çok acı ve yakıcı zarar ve azap ülkelerinin, ilerledikçe her noktasından aynı kolaylıkla dönülmesi mümkün olmayan aldatıcı yollarının birer mutsuz yolcusu olmak şanssızlığına düşmek istemiyorlarsa ve eğer ilahi yolun sonsuz huzur ve mutluluk kaynağı olan büyük nimetlerini bol bol tatmaya layık yolculuğuna aday birer mutlu varlık olmayı özlüyorlarsa… Allah, bütün insanlara bu sonuncu dileği nasip etsin. Her insanda bulunan kurtarıcı vicdan gücünün, doğru yolu gösteren temiz sesini gürleştirsin. Herkese er geç mukadder olan ruh huzuru ve mutluluğuna en kısa yoldan ulaştırıcı güçleri bütün varlıklara bağışlasın ve insanların birbirine yardımları için, kalplerindeki merhamet ışığını biraz canlandırarak, yüzyıllardan beri ağlamakta devam eden beşeriyetin gözyaşlarını dindirsin.

BEDRİ RUHSELMAN

Share

Bu site özeldir ve ticari amaç taşımaz.

Copyright © Dünya Ana