RUH VE KAİNAT - Dr. BEDRİ RUHSELMAN - BÖLÜM 19

Share

http://www.dunyaana.com/images/bedri%20ruhselman%202.jpgREENKARNASYON FİKRİNE AYKIRI GÖRÜNEN HALLER

Reenkarnasyonizmanın kıymetini araştırırken insan öyle bir takım hadiselerle karşılaşır ki bunlardan bir kısmı bu bahsi kuvvetlendirirken diğer bir kısmı çürütür gibi görünür. Bu hal, cesareti az, araştırma işinde sebatsız kimseleri menfi yola sevkedebilir. Evvelce bahsettiğim, at - saman hikayesini ileri süren zatın durumu buna bir misal teşkil ecer.

Fakat ilmin hiç bir şubesinde hakikatlerin cehitsiz, kolayca elde edilemiyeceğine ve bu yolda bir çok hayal inkisarlariyle, aldanmalarla karşılaşmanın mukadder ve hatta faydalı olduğuna inanacak kadar tecrübe sahibi olanlar, reenkarnasyon bahsinin mütalaasında önlerine ilk çıkan her hangi bir müşahedenin dış tarafında kalmayıp onu inceden inceye tetkik ettikten sonra ve diğer alakadar müşahedeleri de onunla karşılaştırarak alınacak neticelere göre lehte veya aleyhte hüküm vermenin doğru olacağını bilirler.

Bu iş bittabi yorucudur. Ve tekamül yolunda her atılacak edım, dünyamızın şartları altında, yorucudur. Reenkarnasyon gibi yeryüzünün en bariz bir realitesini göremiyen ve kabul etmekte zorluk çeken kimselerin bu hali, hakikatlerin zahmet çekmeden ve hazırca elde edebileceklerini zannetmek hatasına düşmüş olmalarından ileri gelir. Bunlar yalnız bu bahiste değil, belki her bahiste daima hakikatlerin dış tarafında kalırlar, derin taraflarına dalamazlar.

Demek reenkarnasyon fikrine uygun ve aykırı gelen hadiseleri ayrı ayrı fizikoşimik, biyolojik ve psikolojik kıymetleriyle lüzumu derecesinde tetkik ve tahlil ettikten sonra heyeti umumiyesi üzerinde sentetik bir mütalaa yaparak alınacak neticelerin reenkarnasyon lehinde veya aleyhinde çıktığına göre hüküm vermek icabeder.

Bu hususta şimdiye kadar muhtelif araştırıcılar tarafından çok kıymetli faaliyetler gösterilmiş ve ortaya oldukça kuvvetli deliller ve müşahedeler konmuştur. Biz bunlara fazla bir şey ilave etmeden mesaimize devam edecek ve arzettiğim yolda bir neticeye varmağa çalışacağız.

O halde bu kısımdaki mevzuumuz, reenkarnasyon aleyhinde görünen bazı hadiseleri tetkik etmek olacaktır. Gelecek kısımda ise lehteki hadise ve müşahedeleri zikrederek reenkarnasyonizmanın hakikatini göstermeğe çalışacağız.

1 – Unutma

Reenkarnasyon bahsinin mütalaasında akla en sık ve en evvel gelen bir itiraz vardır: mademki biz bir çok dünya hayatlarında yaşamış bulunuyoruz neden onları hatırlıyamıyoruz ve o hayatlara ait hiçbir şey bilmiyoruz?

Bu fikrin münakaşasını yapmazdan evvel unutma kelimesinin manası üzerinde durmak lazımgelir. Unutma nedir ?

Unutmayı kabaca, zihinde mevcut bir şeyin şuur sahasından silinmiş olması şeklinde kabul ederiz. Bir şeyin şuur sahasından silinmesi - gene kaba görüşle - ya muvakkaten veya daimi olur.

Muvakkat unutmalar bizim normal ve mutat hayatımızın zaruretidir. O kadar ki eğer bu muvakkat unutmalar olmasaydı biz normal surette düşünemez ve muhakeme edemezdik.

Normal düşünmek ve muhakeme etmek, dikkati bir mevzuu üzerinde toplıyarak ancak o mevzu ile alakadar bilgileri muayyen maksatlar etrafında bir araya getirip birbirine bağlamak demektir. Eğer bu sırada o mevzu ile alakalı olmıyan rasgele her bilgi şuur sahasında tebellür ederse düşüncenin ve muhakemenin selameti kalmaz. Mesela: Bir doktor hastasını tedavi etmek için onun hastalığı etrafındaki bütün bilgilerini bir araya toplamağa çalıştığı sırada sinemalarda gördüğü artistlerin rolleri, bakkaldan aldığı eşyanın listesi, futbol maçlarının tafsilatı… gibi birbirini tutmaz bir sürü hadiseler ve bilgiler hep birden onun kafasına hücum ederse hastasına ait işleri muvaffakiyetle başaramaz. Binaenaleyh bu doktorun o sırada her şeyi unutması ve ancak hastasının dertlerine ait bilgilerle meşgul olması lazımgelir. Ve o, bunu yapar, diğer bilgileri şuur sahasından uzaklaştırır. İşte bu muvakkat bir unutmadır.

Fakat bazen bu unutma gayri ihtiyari veya devamlı olur. Ben istesem bile şuur sahamdan çıkmış olan bir şeyi tekrar orada yaşatamam ve o, zaman geçtikçe benim şuur sahamdan uzaklaşır ve silinir. İşte umumiyetle << unutma >> dan bizim kastettiğimiz mana budur.

İnsanların bir kısmı her şeyin, günün birinde böyle ebediyen unutulup gideceğine, hatta ölümle bütün şahsiyetin yokolacağına inanırlar. Acaba hakikatte böyle bir unutma var mıdır ?

Bu sualin cevabını araştırmazdan evvel unutmanın ve tekrar hatırlamanın mihanikiyeti üzerinde biraz durmak icabeder. İşte biz evvela unutmanın, ileriki bahislerde de tekrar hatırlamaların mütalaasını yapmak suretiyle bu bahsi tamamlamağa çalışacağız.

A – Unutmanın mihanikiyeti hakkında bir düşünce

İleride, hatırlama bahsinde de tekrarlanacagı gibi mutat unutma hali maddi bir hadisedir. Ve beyin cevherleriyle alakalıdır. İdrak bahsinde kısaca yazdığımız gibi, bir düşünce ve muhakeme mahsulü olarak fikir halinde, bağlı şuur sahamızda beliren intibalar ruha ancak mutat idrak yoliyle geçen bilgilerle kaimdir. Bu kanaldan geçmiyen gerek dünyadaki, gerek dünya dışındaki amillerden alınmış bütün ihtizazlar perispride geniş ölçüde bilgiler husule getirdiği halde beyin yoliyle hiçbir bilgi ve fikir tezahürü gösteremez. Bunu ikinci kitabımızdaki idrak bahsinde yazmıştık. Ve bu hali izah yoluyla beyinde husule gelen izlere dair bir nazariye de söylemiştik.

Mutat idrak yolunda, perispri dış tesirleri ancak beyin merkezlerinden alır. Bunun için beyin merkezlerinde bazı hareketlerin, izlerin, belki de çok belirsiz az çok yüksek bazı marfolojik değjşmelerin vukua gelmesini çok tabii görmemiz icabeder. Gerçi fizyoloji ve morfoloji bu hususta henüz söz söyliyebilecek durumda değildir. Ve bunun için de biz bunu akademik ilmi katiyetle gerçekleşmiş bir küküm olarak iddia etmiyoruz. Yalnız şu var ki :

Dış duygu uzuvlarımızın vazife görümü esnasında uğradıkları ufak tefek anatomik değişmelerden bir kısmı bu gün ilmen sabit olmuştur. Mesela her kuvvetlice gürültü insanın kulağını biraz daha sağır yapmaktadır. Bu hal kulak uzvunda, dış ihtizazları merkeze nakletmeğe vasıta olan bazı unsurların bir daha yerine gelmemek üzere ölmelerinden ileri gelme, ilmen sabitolmuş bir hadisedir. Hatta bu sebepten dolayı bazı memleketlerde umumi yerlerde sokaklarda fazla gürültülü sesler çıkarmanın önüne geçilmiş ve bunlar yasak edilmiştir. Bu hadisenin bütün diğer duygu uzuvlarının dış kısımlarında da az çok bariz bir halde vukua gelmiş olması mümkündür.

Bir dış duygu uzvu, mesela kulak cihazı, nasıl beyin merkezine girecek dış amillere ait ihtizazların nakil vasıtası ise beyin merkezi de perispriye gidecek aynı ihtizazların öylece nakil bir vasıtasıdır. Hele bir de idrakin bu merkezler vasıtasiyle vukua geldiğini düşünürsek buradaki intibaların alelade nakil yollardakinden daha derin olacağını kabul edebiliriz. Diğer ilmi metapsişik müşahedelerin beyin merkezlerinde bazı değişmelerin ve izlerin vukuu lehindeki neticelerini [ 1 ] nazarı dikkate alınca ve nakil duygu yollarında fizikoşimik usullerle tespitedilen değişmeleri de göz önünde tutunca beyin merkezlerindeki az çok ince ve devamlı morfolojik bazı değişmeler lehinde ileri sürdüğümüz nazariyenin bir gün fizyolojik hakikat olacağına haklı olarak inanmamız icabeder. Fakat biz bu işin akademik ihtisas çerçevesi içinde neticelendirilmesini mütehassıslarına bırakıp, metapsişik ilmi müşahedelere dayanan nazariyemizin doğruluğundan emin olarak yolumuza devam edelim:

Evvelce degajman bahsinde taktim ettiklerimize ilaveten, hipnoz bahsinde de ilerledikçe bu fikrimizin lehinde gayet açık misallerle karşılaşmak mümkün olur. İleride hatırlama bahsinde bunların daha geniş mütalaasını yapacagız. Ve orada göreceğiz ki beyin cevherlerinde intiba bırakmış bilgiler, oralarda hiç bir intiba bırakmadan ruha geçmiş bilgilerden bir çok noktalarda farklı tezahürler göstermektedir. Esasen biz, bir şeyi unutmamak için nazariye halinde bahsettiğimiz bu malumatı tabii olarak günlük hayatımızda her an tatbik etmekteyiz. Yeni öğrendiğiniz bir şeyi, mesela bir ismi ezberlemek için ne yaparsınız? Onu muhtelif usuller ve vesilelerle tekrarlarsınız. Burada beş duygunuzdan birini veya bir kaçını lüzumuna göre kullanırsınız. Bu tekrarlamaların faydası nedir, neden bir şeyi unutmamak için tekrarlamak ihtiyacını duyarsınız?

Zannediyorum ki bu sualin cevabı iyi verilirse içinde bulunduğumuz mevzu biraz daha aydınlatılmış olur. Bir şeyi zihinde muhtelif zamanlarda, muhtelif vesilelerle ve çeşitli yollardan tekrarlıyarak o şeye ait beyindeki intibaları ve izleri derinleştirmiş oluruz. İşte ezberlemek diye yaptığımız iş budur. Bir şeyin ezberlenmesi demek onun zihinde tekrarlanabilecek bir hale getirilmiş olması demektir ki bu da evvelce söylediğimiz gibi beyin cevherlerinde o şeyin ihtizazlarına uygun bazı intibaların husule gelmesiyle mümkün olur. Ve bu intibalar da yukarda söylediğimiz gibi henüz keşfedilmemiş yüksek tertipte bir takım morfolojik tegayyürlerle müterafık bulunur. İşte yaptığı tesir şeklini bilmeden biz bir şeyi zihinde tekrarlamakla bu işi temin etmiş oluruz. Fakat şüphesiz bu da ruhi bir faaliyettir. Ve ruhun maddeler üzerindeki müessiriyetinin bir tezahürüdür. Halbuki metapsişik bir yoldan degaje olmuş bir perispride idrak vukua gelirken beyinde bu ruhi faaliyet vaki olmaz. Zira buna serbes haldeki hayat şartları lüzum bırakmaz. Bunun neticesinde de perispride idrak olunan şey hakkında beyinde hiç bir intiba husule gelmez. Ve ruh onları mutat insan halinde iken hatırlıyamaz. Bunu bir misal ile de gösterebiliriz:

Bir üniversite talebesi haberdar edilmeden tecrübe süjesi olarak intihabedilmiştir. Talebe, alakası olduğu bir mevzu üzerinde meşgul edildiği sırada; haberi olmadan arkasında, uzakça bir mesafede bulunan bir metronomu işletmeğe başlıyorlar. Bir müddet sonra alet duruyor. Talebe hala bunun farkında olmadan mübahasesine hararetle devam etmektedir. Nihayet kendisinden meşguliyeti dışında bir şey duyup duymadığı soruluyor. Metronomun tik - taklarına dair hiç bir şeyden haberi olmadığı anlaşılıyor. Talebe hipnoz haline konuyor. Fakat hipnoz halinde iken o, diğer işler arasında metronomun sesini de duyduğunu ve hatta aletin başından sonuna kadar kaç defa tik - tak yaptığını doğru olarak haber veriyor. Uyandıktan sonra tekrar uyumazdan evvelki haline düşüyor ve bu seslerden haberdar görünmüyor. Bu ne demektir? Metronom işlediği sırada ruh dikkatini başka bir hadise üzerinde topladığı için beyindeki faaliyeti ancak o mevzu hakkında vuku bulmuştur. Diğer hadiseler karşısında beyin bu faaliyetten mahrum kalmış ve onlara ait intibalar kendisinde husule gelmemiştir. Fakat evvelce de söylediğimiz gibi bir hadisenin beyinde iz bırakmamış olması onun ruhta yerleşmesine mani teşkil etmez. Burada dikkatin yalnız bir mevzu üzerinde toplanmasından mütevellit izolman neticesinde metronomun sesleri perispri yoliyle ruha intikal etmiş ve orada bir bilgi husule getirmiştir. Eğer talebe metronomun seslerine dikkat etmiş olsa idi onları süratle ve otomatik ruhi bir faaliyetle zihninde tekrarlamış olurdu, bu da yukarda söylediğimiz gibi beyinde husule getireceği izlerle orada intiba halinde kalır ve metronoma ait seslerin mutat hallerde tekrar bu kanaldan ifade edilmesini sağlamış olurdu.

O halde, bir şeye dikkat etmekle onu o nispette ve ruhi otomatik bir faaliyetle zihinde süratle tekrar etmiş oluruz. Bu da onları tekrar hatırlayabilmemizi az çok mümkün kılar.

Hulasa, mutat halde vukua gelen idrak esnasında beyinden geçen ihtizazlar orada bir takım intibalar ve izler bırakıyor ve bu intibaların devam ettiği müddetçe idrak olunan şeyler tekrar bedene inikas ettirilerek şuur sahasına çıkarılabiliyor ki biz buna hatırlama diyoruz. Halbuki ya uzun müddet geçtikten sonra beyindeki bu intibaların ve izlerin silinmesi halinde veyahut hipnozda vuku bulan idraklerde olduğu gibi beyin cevherlerinde hiç bir intibaın ve izin hasıl olmadığı hallerde ruha giren bilginin tekrar şuur sahasına çıkması, yani hatırlama fi’linin vukua gelmesi mümkün olmaz. Buna da Unutma diyoruz. Demek öyle bir takım ihtizazlar ruha dahil oluyor ki bunlar ruhun beyin üzerindeki faaliyetine lüzum kalmadan ve beyin cevherinde hiç bir intiba bırakmadan geçer ve perispri yoliyle ruha girer. Bunlar, dünya bedeninde mahpus olduğu müddetçe insanda bir fikir, bir hatırlama halinde tezahür etmiyecektir. Belki şuur sahamızın dışında tesirlerini göreceğimiz bu ihtizazlar, ruhumuzun derinliğinde kaybolacak ve degajman hallerinde, Ispatyomda ve bazen de hususi metapsişik diğer yollardan bağlı şuur sahamızda tezahür zemini bulabilecek kazançlarımızın tükenmez unsurları arasına karışacaktır. Demek mutat halimizde idrak ettiğimiz şeylere ait, söylediğimiz izler beyinde baki kaldıkça irademizle onları hatırlamak daima mümkün olur. Fakat zamanla değişen beyin cevherlerindeki bu izlerin silinmesi nispetinde evvela vuzuhsuz hatırlamalar ve nihayet bir daha hatırlanmamak üzere unutmalar vaki olur. Şu halde fikir ve bilgi aleminde ruhumuzun dünya ile alakasını temin eden, onun dünyaya ait şuur sahasını çevreliyen unsur sinir merkezleridir. Keza ruhun düşünce, muhakeme ve bilgisiyle şahsiyetini dünyada tebarüz ettirmeğe vasıta olan unsur da gene bu merkezlerdir. Sinir cümlesinin sahneden çekilmesi, ruhun dünya ile alakasını o nispette kesmesi demektir. Beyin cevherlerini ortadan kaldırdığımız anda bizim ne şuurunuzdan ne şahsiyetimizden, ne de benliğimizden yer yüzünde eser kalmaz. Yani, şahsiyetimizi objektifleştirecek olan perispriye ait ihtizazlar bu alemde tezahür zemini bulamazlar.

Binaenaleyh bu alemde tezahür edebilmemiz, bu alemin maddeleriyle kendi münasebetlerimizi tayin edebilmemiz için asebi cümlenin mevcudiyeti ve bu işe yarar bir halde bulunması lazımdır.

B – Geçmiş hayatları unutmak enkarnasyonun
tabii bir neticesidir

Bu mevzua dair şimdiye kadar yazdığımız yazılar bu bentte pek fazla söze lüzum bıraktırmıyacak kadar vazıhtır. Onları birkaç cümle içinde tekrarlamakla geçmiş hayatları unutmanın tabii bir netice olduğu davasını hükümlendirmek mümkün olacaktır.

Dünyadaki şuur ve bilgi sahamızın ancak burada gördüğümüz ve içinde yaşadığımız hadiselere ait hatırlamalarla genişlediğini ve bu hatırlamaların da beyin cevherlerinin araya karışmasiyle vukua geldiğini söylemiştik.

Binaenaleyh dünyamızdan olsun, başka alemlerden olsun almış olduğumuz bilgileri, burada tekrar hatırlamak ve onları kullanabilmek için o bilgilere ait beyin cevherlerimizde bir takım yerlerin ve intibaların evvelden hazırlanmış olması lazımgeldiğini biliyoruz.

Bu sözlerden çıkan en bariz hakikat şudur: Beynin ruhtan alabildiği fikirler, ancak kendisinde evvelce herhangi bir intiba husule getirmiş olanlardır. Mesela, çocuklukta geçirilmiş bir hadisenin ne kadar unutulmuş olursa olsun, az çok cehit sarfı ile hiç olmazsa bazı kısımlarının hatırlanması mümkündür. Fakat eğer bu hadise ya hiç öğrenilmemiş ise veya geçmiş bir hayatta veyahut hipnoz gibi ruhun bedenle münasebetlerinin gevşemiş bulunduğu hallerde ruh tarafından idrak olunmuş ise onun doğrudan doğruya ve ruhun ayrıca bir faaliyet göstermesine lüzum kalmadan beyin yolu ile hatırlanması mümkün olmaz. Ve bu hadiseye ait bilgi, dünyanın mutat şartları altında ebediyen unutulmuş olarak kalır.

Dünyadaki bilgi ve tefekkür kudretimiz, beynimizin maddi imkanlarına bağlıdır. Ve esasen bu sebeptendir ki üç buutlu alemin şartlarına tabi bir beyinle düşünmek mecburiyetinde kaldığımız müddetçe o alemin ne üstündeki, ne de altındaki realiteleri anlıyabilmemize imkan yoktur. Bunun gibi gerek metapsişik usullerle, gerek ölüm hadisesiyle muvakkaten veya ebediyen kendisini beyin cevherlerinin baskısından kurtarmış olan bir ruh, eski aleminin dışındaki realiteleri sezmeğe başlamak imkanını bulur.

Dünyada öğrenilen şeylere vasıta olan beyne ait fikir klişeleri beyinle beraber mahvolup gider. Fakat onlar vasıtasiyle husule gelen çok derin, çok şümullü bilgiler ruhta yerleşmiş ve ebedileşmiş olarak kalır. Ve bunlar tekrar dünyaya gelişte yeni bir beyinde intibalarını, yani dünyaya mahsus fikri kıyafetlerini temin eden klişeleri bulamadıklarından tezahür edemezler.

Enkarnasyon; ruhların yeni dünya şartları içinde yepyeni bir takım maddelere bağlanması ve ancak o maddeler yardımiyle dünya hadiseleri içinde yaşaması demektir. Ruhun, daha doğrusu perisprinin iktisabettiği yeni dünya bedeni bakirdir. O, henüz üzerinde işlenmemiş bir gramofon plağına benzer. Onda dünyanın girdisine, çıktısına dair hiç bir intiba, hiç bir iz yoktur. Fakat körpeliği ve müesseriyet imkanlarının genişliği yüzünden bu beden bütün teşekkülatı ile ve bilhassa alıcı kabiliyeti ileride olan asabi cümlesiyle ruhun müessiriyetine ait bütün faaliyetlere amade bir haldedir. Ruh bir taraftan bu bedenin inkişafı nispetinde dış aleme ait ihtizazları daha geniş ölçüde idrak etmek imkanlarını bulurken, diğer taraftan da tekamül ihtiyaç ve zaruretine göre onun üzerinde işlemekten, daha doğrusu ne kendisinin, ne de başkalarının bilmediği yüksek gayeler yolunda onu terbiye etmekten geri durmaz. Bununla beraber eski hayatında geçirmiş olduğu binbir çeşit hadiseye ait bilgiler ruhta mevcudolduğu halde o, yeni dünya hayatında inkişaf etmekte olan şuur sahasına bunları intikal ettiremez. Zira bu sahayı tahdideden ve aynı zamanda zenginleştiren unsurdan o, mahrumdur. Yani bedende o hadiselere ait hiç bir intiba, hiç bir iz yoktur. Bağlı şuurun dar sahası, ancak yeniden yeniye belirmeğe başlıyan, ruhun dünyevi faaliyetlerine ait beyindeki izlerin ve intibaların çoğalması ve zenginleşmesi nispetinde genişleyecektir. Zaten reenkarnasyonla kazanılmış yeni maddi durum, yani beynin ve asabi cümlenin bekaret hali bu işin bundan başka türlü olmasına da imkan vermez.

İleride hatırlama bahsini gözden geçirirken tesadüf edeceğimiz daha tafsilatlı fikirlerden de anlaşılacağı gibi, hipnoz halindeki süjelerin, saatlerce konuştukları, hatta beden ve ruhlarında derin tesirler yapabilecek hadiseler içinde yaşadıkları halde [ 1 ] uyandıktan sonra, sanki hiç bir şey olmamış gibi uyumadan evvelki hayatlarının kayda değmez akışına tekrar kendilerini koyuvermeleri, bahis mevzuu olan düşüncelerimiz arasında bize iyi fikirler verebilir.

Biz nasıl geçmiş hayatlarımızın, kimbilir o zamanki bedenimize arız olan bir çok kusurlarını, maluliyetlerini ve bizi çeşit çeşit ıstıraplariyle uzun yıllar huzursuzluk içinde bırakan hastalıklarını, o bedenle beraber mezara gömdük ve bu hayatımızda o kusurların, maluliyetlerin ve hasatlıkların hiç bir izini taşımayan sapasağlam ve zinde  yeni bir bedene sahibolduksa tıpkı onun gibi geçmiş hayatımızdaki hadiselerin bilgi ve duygulariyle taayyün etmiş o zamanki bağlı şuurumuza ait izlerini taşıyan asabi cümlemizi de bedenin bütün müştemilatiyle beraber mezara gömmüştük.

[ 1 ] Dostum Dr. Sevil Akay’ın ( M…) ismindeki süjesiyle yaptığı bir tecrübede, süjenin ekminezi halinde tesadüfen tam çocuğunun öldüğü ana düşürülmesi neticesinde, sanki evladı yeni ölmüş bir annenin yaptığı gibi, aynı heyecan ve teessürle, ağlıyarak: (Evladımı tabuta koydular, götürüyorlar, götürmeyin…) diye, asistanları heyecana düşürecek derecede haykırarak feryadetmesine, büyük bir ruhi buhran geçirmesine ve bu halin aşağı yukarı beş dakika devam etmesine rağmen uyandıktan sonra şiddetli buhrandan, ıstıraptan mütevellit yorgun ve bitkin hali devam etmekle beraber hiç bir şey hatırlamaması ve mutat günlük hayatının dedikodularına tekrar aynı kayıtsızlıkla devam etmesi, moral tesirlere misal olur. Bunun gibi bir çok süjelere uykuları esnasında batırılan iğneler, koklatılan amonyak gibi sert kokulu maddeler, atılan tokatlar, hatta yapılan ameliyatlar gibi bedene ait şiddetli tesirler hakkında onların uyandıktan sonra hiç bir bilgiye malik olmamaları ve bütün bu hadiseleri tamamiyle unutmuş olmaları da maddi tesirlere misal olarak gösterilebilir.

Onlara ait umumi ruh bilgisi halinde devam eden serbes şuur, ruhumuzda edebileşmiş olmakla beraber ruhun diğer bir çok yüksek ve gizli melekeleri gibi bu umumi şuurunun da, mahpus bulunduğu yeni bir dünya bedeninde tezahürü mümkün olmadığından ve bunlar ancak ruhun bedenden az çok degaje olduğu zamanlarda meydana çıkabildiğinden geçmiş hayatlara ait hiç bir bilginin bu hayatta mevcudolmıyacağı tabiidir. Bununla beraber geçmiş hayatlarda edinilen bilgiler, kuvvetli ve müphem intibalar ve hatta bildiğimiz veya bilmediğimiz bazı tabiat kanunlarına tabi olarak doğmuş iptidai fikirler halinde bu hayatta da zahir olabilir. Ve bunlar ruhun degajmanı yardımiyle ilmi bir etüt mevzuu halinde tetkik olunduğu zaman, insan bilgisine ve mukadderatına ait bir çok hakikatlere varmak imkanı elde edilebilir. Bunlardan ileride uzun uzadıya bahsedilecek ve hatta reenkarnasyonizmanın mütalaasında bunlar da yardımcı birer unsur olarak ele alınacaktır.

Bu hatırlamaları buradaki fikirlerimize zıt ve paradoksal bir tezahür olarak karşılamamak lazımdır. İleride bunları tetkik etmeğe başladığımız zaman bu hatırlamaların da şimdi bahis mevzuu ettiğimiz kaideler ve kanunlar altında cereyan ettiğini, buradaki fikirlerle zıddiyet değil, bilakis onları takviye edici bir muvafakat halinde bulunduğunu kolaylıkla anlıyacağız.

Şu halde geçmiş hayatları unutmak yeni bir bedene girmenin doğurduğu gayet tabii bir neticedir. Bu, evvelce dünyada bir çukura terketmiş olduğumuz, yıpranmış ve ruhumuzun faaliyeti ile kullanmalardan mütevellit aşınmalara maruz kalmış bir bedenin yanında taze ve yeniden kullanılmağa müsait yeni dünya bedeninin bekaret hali kadar tabiidir.

Bu işde biraz düşünebilenler ve bu hakikatlere az çok nüfuz edenler, sanki anlaşılması veya vuku bulması hiç de mümkün görünmiyen bir vahimeyi, saçma bir masalı istihfaf edenlere mahsus bir eda ile ve tutamakları olan temellerin çürüklüğünü farkedemiyerek: ( O halde neden geçmiş hayatları unutuyoruz? ) gibi çocukça bir suali sormakta ısrar etmezler.

a – Muhakkak geçirilmiş ve idrak edilmiş bulunmalarına
rağmen şuur sahasına girmiyen ve inkar olunan bazı
hadiselere ait misaller

Çok defa gözünüzün önünde bir insanın bazen, geçirdiği ve içinde yaşadığı hadiseyi apaçık inkar ediverdiğini görürsünüz ve hatta onun bu inkarındaki samimiyete de inanırsınız. Sizin hayret ettiğiniz bu inkar etme hadisesi ona o kadar tabii gelir ki o da eğer farkına varırsa sizin bu husustaki hayret ve şüphenize şaşar. İşte aşağıda vereceğim bir iki misal bu neviden vakalara aittir.

Evvela kendi tecrübelerimden iki tanesini yazıyorum.

1 – Bayan H…yi uyuttum. Koluna bir iğne batırdım süje hiç bir acı duymamakla beraber iğnenin nereye batırıldığını sorduğum zaman diğer eli ile orasını doğru olarak gösterdi. Kendisini uyandırdım, aradan bir müddet geçti. Yemeğe oturmuştuk. Asistanlar ondan iğne hikayesine ait bir şey söylemesini bekliyorlardı. Halbuki o, bundan hiç bahsetmiyor ve böyle bir şeyi düşünmüyordu bile. Yalnız onun bir hareketi nazarı dikkat çekiyordu. Bu da ara sıra sağ elini sol kolunun iğne batan yerine götürmesi idi. Bunun sebebi sorulduğu zaman o, sadece: ( hiç bir şey yok ) demekle iktifa etti. Nihayet birisi dayanamadı. Ve uykusu esnasında kocaman bir iğnenin koluna batırılarak bir dakika kadar orada tutulduğunu süjeye söyledi. Fakat o, bu havadis karşısında telaşa düşeceği yerde hiç bir istifini bozmadan büyük bir kayıtsızlıkla dinledi; ne uyuduğunu, ne de kendisine iğnenin batırıldığını kabul etti.

2 – Bay Nebi hanı [1] hipnoz haline koydum, sol ön koluna oldukça uzun, kalın ve tesadüfen künt bir iğne batırdım. İğne epeyce müşkülatla girdi. Süjede hiç bir acı duygusu alameti görülmedi. Sonra iğne çıkarıldı. Diğer tecrübelerden sonra süje uyandırıldı. Süje ne uyduğunu, ne uykusunda yapmış olduğu şeyleri hatırlamadıktan mada bu iğne hikayesinden hatta şüphe bile etmiyordu. Yalnız uyanır uyanmaz hemen elini iğnenin battığı yere götürdü ve yüzünde bir acı hissi görüldüğü halde orasını uyuşturmağa başladı. Bu ameliyeyi bir kaç defa tekrar etti. Son defasında, hiç ehemmiyet verilmemesi lazım gelen bir iş üzerinde sanki lüzumundan fazla duruyormuş duygusuna mağlup insanlara mahsus bir çekingenlikle usulca koluna baktı. Kendisine neden bu kadar kolu ile meşgul olduğunu sorduk. Kolunu uyuşturmakta devam ederek: ( Hiç, dedi. Galiba bugün kolumu eşek arısı soktu ) [ 1 ] Etraftakilerin gülüşmelerine ve koluna uykusu esnasında iğne batırıldığını söylemelerine rağmen o hala bunu kabul etmiyor ve gündüzden arı sokmuş olması ihtimalini daha kuvvetli görüyordu. Aynı süje başka bir zamanda tekrar uyutuldu. Evvelki uykusunda geçen hadiselere ait bilgisi soruldu. O uykusunda geçen bütün hadiselerle beraber iğne hikayesini de mükemmelen anlattı ve iğnenin batırıldığı yeri hatasız olarak gösterdi. Basit olan ve yüzlerce defa tekrar edilmiş bulunan bu nevi tecrübelerin çok öğretici noktaları vardır.

Demek uykusunda bedenine yapılmış tesirlerden süjenin haberi olmuyor, sanıyen ikinci defa uyutulduğu zaman iğne hadisesinin bütün safhalarını hatırlıyor.

Bu basit misal bahsimizin hiç olmazsa bir kısmına ait muammalarla bizi alıştırmağa yarar. Filhakika bir dünyaya gelişle, dünyaya gelmezden evvelki ve dünyadan ayrıldıktan sonraki iki Ispatyom hayatını – aşağı yukarı – bu bahsettiğim uyku hali ile aralarında bulunan uyanıklık hali arasındaki farklara benzetebiliriz.

Ispatyomdaki bir ruh oraya mahsus daha şumullü ıttıla vasıtalariyle mazisini ve etrafiyle olan münasebetlerini daha iyi duyar. Bunu takriben uyuyan süjelerin hayatına benzetebiliriz. Ruhlar dünyaya inince perisprilerini dünya maddelerinden kurmuş oldukları asabi sistemle sıkı bir münasebet haline koyarlar. Bu sitem henüz bakirdir. Onda ne bu hayata, ne de ruhun geçmiş hayatlarına ait hiç bir iz yoktur. Bunun tabii neticesi olarak, uyanmış süjelerin hipnoz halindeki hadiselerden haberdar olmaması gibi bunların da geçmiş hayattaki hadiselere ait biç bir bilgileri olmaz. İnsanın, bu bilgileri hatırlaması ya hipnotizma yolu ile veya mihanikiyet tarzını henüz katiyetle bilmediğimiz bazı << tekrar hatırlama >> hallerinde mümkün olur. Fakat buna mukabil bu bilgiler; fikirlerden ari bir takım insiyaklar, temayüller, ilcalar, ihtiraslar… ilh. şeklinde insanın faal hayatı üzerinde bazen pek kuvvetli tesirler yaparlar. İşte dünyada ekseriya dikkate değer neticeler doğuran bazı temayülleri, ilcaları, ihtirasları ve istidatları biz kısmen bu yolda izah ederiz. Gene, ne kadar ileride olursa olsun her ruhun geçmiş hayatına ait kazançlarının bu dünyadaki muhit ve terbiye şartlarına tabi olarak inkişaf edebildiğini ve ruhun bilgisiz bir çocukluk devresi geçirmesi lazımgeldiğini de bu yoldan izah ederiz.

[ 1 ] Kabilde eşek arıları o kadar çoktur ki hemen hemen oradaki bütün arılar bu cinstendir, denilebilir.

3 – Bir gün şöyle bir havadis duyarsınız: 18 yaşında bir kıza otomobil çarpmış, kız kendini bir müddet kaybetmiş, uyandıktan sonra hayatının bütün safhalarını unutmuş. Bu koca kıza yeni doğmuş çocuklar gibi her şeyi yeniden öğretmeye başlamışlar ve kızın hayatı ancak yeni öğrenmekte olduğu şeylerle yeniden başlamış.

Burada bir amnezi hali vardır. Fakat günün birinde görünür görünmez diğer bir sebebaltında tekrar bir ruhi halet değişmesi vukua gelmiş, bu defa da kazayı müteakip andan ikinci değişme zamanına kadar öğrenilen şeylerin hepsi unutulmuş. Fakat buna mukabil birinci kazadan evvelki zamana ait hadiseler tekrar canlanmış. ( 61 )

Bu kızın bir tek hayatının üç muhtelif safhasını tetkik ettikten sonra arada unutulmuş safahatı taşıyan hayatını inkar mı edeceğiz? Bununla beraber kızın bu hayatı mevcuttur ve o, ikinci hayatında kendi benliğini bilen bir şahsiyet halinde yaşamıştır. Bu verdiğimiz misal uydurma bir şey değildir. Polinevrit’lerden sonra görülen Korsakoff sendromu meşhurdur. Ve yukarda verdiğimiz misali takviye eder. Burada hasta bazen hastalığının başlangıcından beri geçen hadiseleri hatırlamaz. Kendisinin nerde bulunduğunu, bir dakika evvel kiminle konuştuğunu ve ne yaptığını bilmez. Fakat hasta olmazdan evvelki hayatını gayet iyi hatırlar. Hastalığı esnasında görüşmüş olduğu insanları unutur. Buna mukabil evvelce görüştüğü ve tanıştığı insanları hatırlar. Bütün bunlarla beraber hastanın muhakemesi yerindedir. Şimdi hastalığının başından itibaren geçen hayatını unutuyor diye bu adamın yaşamakta olduğunu kabul etmiyelim mi?

IV – Kloroformlanmış bir ameliyat hastasının uykusonda yapabildiği bazı işler olduğu gibi kendisi üzerinde yapılan bir çok diğer işler de vardır. Konuşan, gülen ve hatta şarkı söyliyen bu adamın, etleri ve kemikleri parçalanırken hiç şüphesiz geçen bir hayatı vardır. Fakat o, uykusundan uyandıktan sonra bunların hiç birinden haberdar olmaz. Eğer onun bu unutma hali ameliyat esnasındaki hayatının yokluğuna bir miyar sayılsaydı o esnada onun yok olduğuna inanmak icabederdi.

V – Tabii uykuyu ele alalım; 8 - 10 saatlik uykunuz esnasında geçen hayatınızdan haberiniz var mıdır? Eğer hele rüyasız ve deliksiz bir uyku hali geçirmiş iseniz, sabahleyin gözlerinizi açınca uykunuz esnasındaki hayatınızın mutat şuurunuz karşısında tamamiyle hazfedilmiş olduğunu görürsünüz. Fakat böyle oluyor diye uykunuz esnasında geçen hayatınızı inkar edebilir misiniz?

VI – Eğer bizim hatırlayamadığımız veya şuur sahamızda tutamadığımız bütün hadiselerin varlığını, sırf bunun için inkar etmek adet olsaydı vücudümüz içinde geçen bütün hayati hadiselerin hakikatlerini de kabul etmememiz lazım gelirdi. Mutat şuurumuz dışında kalan öyle mühim hayati hadiseler uzviyetimizde cereyan eder ki bunlardan bazılarının en ufak bir bozukluğu bile bizi en kısa bir zamanda öldürmeğe kafi gelir. [ 1 ] Dış tesirlere karşı şuurlu bir mekanizma ile bizi müdafaa eden bir iç faaliyetimiz vardır ki biz ancak onunla yaşıyabiliriz. Fakat yüzbinlerce kombinezon içinde çalışan bu iç varlığımızdan hangimizin haberi vardır? Şimdi, biz bilmiyoruz diye iç guddelerimizin ifraz faaliyetini, mide ve barsaklarımızın hareketlerini, akar kanımızda vukua gelen sayısız hadiseleri.., ilh. inkar edebilir miyiz?

VII – Hepimizin çocukluk hayatı vardır. Fakat hiçbirimiz annemizden süt emdiğimizi hatırlamayız. Evvelce de söylediğim gibi bu unutkanlığımız çocukluk hayatımızı inkar etmemize bir sebebolabilir mi?

VIII – Bazı akıl hastaları günlerce ve hatta haftalarca gayri mutat bir hayat içinde yaşarlar. Fakat bunlar bu sırada yok olup gitmiş değildirler. Onların da kendilerine göre mantıkları, istekleri, düşünceleri velhasıl birer iç ve dış hayatı vardır. Günün birinde bunlar salah bulurlarsa geçmiş hayatlarını çok defa hatırlayamazlar.

Saralıların meşhur bir hali vardır: Bu hale gelince adam işi ve gücü ile meşgul olurken birdenbire her şeyi unutur. Otomatik bir hayatta yaşamaya başlar. Fakat burada kullandığımız otomatik tabiri boş bir laftan ibarettir. Zira bu tabir bu hali izah etmiş olmaz. İşte adam bu halinde bir kaç dakika, bir kaç saat ve hatta bir kaç gün insanlar arasında dolaşır ve mutat halde yapamıyacağı işlere teşebbüs eder. Mesela bir subay erlerini önüne katar, Harbiye Nezaretinin meydanına gelir, orada onları dizer ve bu merasim içinde bir hedef üzerine tabancasının kurşunlarını boşaltmağa başlar ve hedefe kurşun izleriyle zamanın Harbiye nazırının ismini yazar. Fakat tekrar mutat haline dönünce bütün bu yaptığı şeyleri unutur ve niçin buraya gelmiş olduğunu bilmez. (44) Şimdi o, bunları hatırlamıyor diye herkesin gözü önünde cereyan eden bu badise inkar edilebilir mi?

Demek bizim bu hayatımızın bazı zamanlarında yaptığımız işleri hatırlayamamaklığımız hayatımızın o kısımlarını inkar etmemize hiç bir hak kazandırmayacağı gibi, geçmiş hayatlarımızda yaşamış olduğumuzu da - onları hatırlayamıyoruz diye - inkar etmeğe kalkışmamız basit bir düşünce mahsulü olur. Kaldı ki ileri de göreceğimiz gibi bazı hususi şartlar altında geçmiş hayatlara ait az çok vazıh hatırlamalar dahi çok defa mümkün olmaktadır.

C – Geçmiş hayatları hatırlamak lüzumlu değildir

Çok kişi der ki: Eğer dünyaya gelmekten maksat görgü sahibi olmak ve bilhassa acı ve ıstıraplı tecrübelerden geçmek suretiyle tekemmül etmek ise her geçen hayatı bütün bilgileriyle, tecrübeleriyle, acı ve tatlı hadiseleriyle unuttuğumuza göre geçmiş hayatların öğretici mahiyeti nerde kalır?  Ve yeni hayatta da hataya düşmemek için onlardan nasıl müstefidolabiliriz?

Böyle bir düşünce sathi ve esassızdır. Enkarnasyon ve reenkarnasyonun gayesini, bilhassa tekamülün manasını ve dünya << tecrübe >> lerinin ne demek olduğunu iyice anladıktan sonra buna benzer suallerin esastan ari olduklarını kolaylıkla kabul etmek mümkün olur.

Evvela unutulmaması lazım gelen nokta, dünyadaki tecrübelerin bir laboratuvar tecrübesinden ibaret olmadığıdır. Laboratuvar tecrübeleri doğrudan doğruya fikirle alakalıdır ve ruhun bilvasıta inkişafına yarar. Fakat buradaki << bilvasıta >> tabirine dikkat etmek lazımdır.

Mesela canlı bir hayvanın beynini açıp teneffüs merkezinin yerini araştıran bir fizyoloji aliminin buradaki maksadı bu merkezin hayattar varlıklardaki faaliyetini görmek ve mütalaa etmekten ibarettir. Keza adrenalin provokasyonu yapan bir doktorun gayesi de hastasında malarya parazitinin olup olmadığını anlamaktır. Fakat dünya icaplarına uygun ilmi hayattaki bu tecrübelerin istihdaf ettiği yukarda saydığımız gayeler ne fizyoloji aliminin, ne doktorun ve ne de hasnın yeryüzündeki varlığının istihdaf ettiği hakiki gayelerin aynı değildir. Belki bu hakiki gayeleri tahakkuk ettirecek olan vasıtalardır. Bu gayeler, laboratuvar tecrübelerinin istihdaf ettiği beynin ihata etme kabiliyetinden dışarı çıkmıyan basit bir bilgiyi değil, ruhun tekamülü için lazım olan görgüyü arttırmağa matuftur. Bu görgünün ve tecrübenin artması, insanın bir çok hadiselerle karşılaşması ve bu karşılaşmadan mütevellit ruha, daha doğrusu ruhla madde arasındaki münasebetlere ait unsurların temin edilmiş olması demektir ki bu unsurların mahiyetleri hakkında bugün biz fazla bir şey bilmiyoruz. Mesela adrenalin provokasyonu yaparken doktor birtakım işler görmek, birtakım diğer hadiselerle karşılaşmak ve bütün bunlar karşısında fikriyle beraber bir sürü duygularını da faaliyete getirmek ve bazı aksülameller göstermek zorunda kalacaktır: Bir hasta ile temasa gelmek, tecrübeyi yaparken iyi veya kötü niyetler kullanmak, bu işin neticesindeki muvaffakiyetten mütevellit akibetlerle karşılaşmak, hastalık veya ameliyat vesilesiyle bir takım kimselerle tanışmak, etrafındakilere iyi veya fena muameleler yapmak... ilh. gibi sayısız bir sürü yeni hadiseler doğacak ve bütün bunlardan doktor ve hatta hasta, ruhlarının görgüsünü arttırmak için ayrı ayrı istifadeler temin edeceklerdir. Fakat bu istifadeler adrenalin tecrübesinden alınan maddi ve tıbbi neticeler gibi basit, gelip geçici ve zahiri değil, derin manalı, ebedi ve kafi derecede basiret sahibi olmadıkça bağlı şuura aksetmiyen bir ruh yükselişi halinde tecelli eder.

Saniyen, dünyada unutulmuş gibi görünen bütün hadiseler en ince teferruatiyle ruha nakşolunmuştur. Madde ile rabıtasını gevşettikçe ruh onları tekrar kendisinde bulur. Bu noktayı ileride tekrar inceleyeceğiz.

Salisen, geçmiş zamanlara ait hatıralar; fikir halinde mevcudolmamakla beraber bir takım insiyaklar, temayüller ve ilcalar halinde tezahür ederek insanın efal ve harekatında hüküm sahibi olan vicdan melekesini inkişaf ettirirler. Bütün bunlardan başka tecribi psikoloji bize, insanda meknuz eski hatıralardan mütevellit bazı ilcaların gayri ihtiyari olarak onun faaliyetleri üzerinde bazı tesirler yapabileceğini gösterir. Bu bahis üzerinde de ileri de durulacaktır.

a – İnsan faaliyetinde; bağlı şuurla mukayyet düşünce
ve muhakeme mi, yoksa iç saikler mi hakimdir?

Acaba insan bir işi yaparken düşüncelerinin mi yoksa iç saiklerinin mi [ 1 ] tesiri altında kalır?. Bu hususta herkesin kendisine mahsus tecrübesi vardır. Ve herkes bilir ki insan bir çok arzularından, insiyaklarından, itiyatlarından – bağlı şuurla sevk ve idare olunmuş iradesine rağmen – ekseriya vazgeçemez.  O halde faal hayatımızda iç saiklerin rolü, bağlı şuurla kaydaltına alınmış olan düşüncenin rolünden daha müessirdir.

Şurası aşikar ki faal hayatta insanı frenleyici rol oynıyan düşünceler, ancak iç saiklerin en kuvvetlileri ile muvafakat halinde bulunanlardır. Eğer bir insanın yüksek duygu ve temayülleri inkişaf etmiş bulunuyorsa o insanın iyi düşünceleri, fena duygu ve temayülleri fazla ise fena düşünceleri daha kolaylıkla gerçekleşir. Mesela, benim canım bir şey yapmak istiyor, bendeki bu istek kuvvetli bir arzu halindedir. Eğer düşüncem bu isteğime uygun ise o işi hiç bir güçlüğe uğramaksızın, tereddütsüzce tatbik sahasına çıkarabilirim. Düşüncem, arzuma uygun değilse ve bu düşüncemi destekliyecek zıt bir temayül ve arzu da bende mevcut bulunmuyorsa, düşüncemin bütün samimi muhalefetine rağmen iradem, arzularımın peşine takılır ve ben bu iç saiklerimin vermiş olduğu istikametteki işi yapmağa teşebbüs etmekten kendimi kurtaramam. Fakat eğer arzularıma muhalif olan düşüncem bende uyuklarken o sırada meydana çıkan diğer muvafık meyiller ve arzularla desteklenmiş bulunuyorsa, bunların şiddeti derecesine göre benim o işi yapmaklığım ya büyük tereddütlerle vukua gelir veyahut o işi yapmam. Bu mülahazayı bazı müşahedelerle takviye etmek isterim:

[ 1 ] Buradaki << iç saikler >> den kasdettiğimiz şey: İnsiyaklar, ilcalar, temayüller, itiyatlar, ihtiraslar... v.s. halinde tebarüz eden, az veya çok şiddette arzularla müterafık, bağlı iradeyi tahrik edici birsürü iç duygularıdır.

1 – İkinci kitabımızda başka bahislerle olan alakası yüzünden yazılmış bir misali burada da okuyucularıma hatırlatacağım.

Yazık ki kendisinden, müsaade almak fırsatını bulamadığım için psödonim olarak D...  harfiyle bahsetmek mecburiyetinde kaldığım süjeye ait bu tecrübeyi [ 1 ] tekrar ele alalım:

Süjeye hipnoz halinde, bay K... nın cebinden mendilini almasını ve kendi cebine koyması telkin ediyor. Kendisinden bu işi yapacağına dair va’dalındıktan sonra hipnoza son veriliyor.

Bu esnada onun hafızasında verdiğimiz telkine ait hiç bir hatıra yoktur. O, yapacağı işi henüz bilmiyor, fakat ahval ve harekatına dikkat edilirse kendisinin şiddetli ve adeta mukavemet edilemiyecek bir duygunun tesiri altında bulunduğunu görmemek mümkün olmuyor. Süje bu esnada durgundur, düşüncelidir. Ve mutlaka yapılması lazım gelen bir işin, bir vazifenin mevut vaktini bekleyenlere mahsus sabırsızlık ve hatta huzursuzluk kendisinde açıkça görülmektedir. Acaba bu hal neden ileri geliyor?

Burada süjenin serbes iradesiyle verdiği bir karar vardır. O da bay K...  nın mendilini onun cebinden kendi cebine aktarma etmektir. Fakat evvelce de kitabımızda serbes irade ile, yani degaje olmuş bir ruh iradesiyle verilen kararların müessiriyetinden ve tahakkuk etmesi lazım geldiğinden bahsetmiştik. Burada serbes iradenin müessiriyeti, şiddetli bir iç saik halinde süjeyi muayyen bir gayenin tahakkuku yoluna doğru tahrik etmektedir. Süjede, yapacağı işe dair düşünülmüş ve muhakeme neticesinde yapılmasına karar verilmiş fikir halinde bir bilgi yoktur. O ancak, iptidada müphem ve vuzuhsuz, fakat mevut vakti yaklaştıkça az çok berraklaşan muayyen bir işin yapılması hakkında şiddetli ve mukavemet edilmez bir arzunun tesiri altındadır ve bu arzunun kendisinde nasıl doğduğundan, ne için o işin yapılmasını istediğinden haberdar değildir. Bununla meşgul olmak bile onun aklına gelmez. O, sadece içinden gelen şiddetli bir dürtüşle, evvela belirsiz bir huzursuzluk halindeki iç saiklerinin gittikçe şiddeti artan ve hedefini belli eden arzular şeklinde kendisini zorla o hedefe doğru sürüklediğini duyar. İşte süjenin bu esnada bütün varlığını işgal eden şey budur.

Bu arzular ve saikler o kadar şiddetli olabilir ki süjenin onlar karşısında mutat şuuriyle düşünebilmesi ve iradesini kullanarak onlara mani olması ve hatta ekseriya buna teşebbüs etmesi bile mümkün olmaz. Zira bu iç saikler iradeyi önüne katıp muayyen hedeflerine doğru sürüklerler. İşte yukarda verdiğimiz misal bunu açıkça gösteriyor.

Buradaki iç saiklerin hakimiyetini o kadar bariz görüyoruz ki bay D… mutat halinde icrasına cesaret edemiyeceği bir işi hiç düşünmeğe bile lüzum görmeden veya imkan bulmadan tereddütsüzce yapıyor. Serbes iradesinin tesiri kalmayınca bu işi yaptığından dolayı kendisini kabahatli ve ayıp bir harekette bulunmuş kimse halinde görerek şaşkınca bir mazeretin, yaptığı işten daha gülünç olduğunu fark edemiyecek kadar pişmanlık duyan süje, bağlı şuur haliyle düşündüğü ve muhakeme ettiği takdirde bu işi asla yapamıyacağını açıkça göstermiş oluyor.

Fakat iyi bir karşılaşma eseri olarak aynı süje ile evvelce yaptığımız başka bir tecrübe, [ 1 ] mevzuumuzun mütalaasını ikmal etmeğe yarıyacak diğer bir müşahede imkanını vermektedir.

Bu tecrübede süjeye, mutat hayatındaki muhit şartları içinde yapamıyacağı bir işi hipnoz halinde telkin ediyoruz.

Süjeden, orada hazır bulunan bir bayanı herkesin karşısında öpmesini istiyoruz.. Bunu şiddetli bir telkin halinde yapmamış olmamıza rağmen süje uyandıktan sonra gene iç saiklerinin tesirinden kendisini kurtaramıyor. Ve evvelce yazdığımız gibi, vakti gelince bu işi yapmakla yapmamak arasında büyük bir ruhi mücadele safhası geçirmeğe başlıyor. Bir taraftan iç saikler kendisini bu işin yapılmasına sevk ediyor, diğer taraftan onun muhakeme ve düşüncesiyle edindiği fikirler bu işin << acayip ve tuhaf >> olduğunu, yapılmasının doğru olmadığını kendisine ihtar ediyor. Ve süje bu fikirleriyle iç saiklerinin birbirine zıt tesirleri altında –oldukça şiddetli– bir ruhi mücadele devresi geçiriyor. Fakat nihayet fikri iradesine hakim oluyor ve bu işi yapmıyor.

Süjeden bu tereddüdünün sebebini ve aklına gelen << acayip >> şeyin ne olduğunu sorduğumuz zaman bunu ifşa etmekten ısrarla çekiniyor ve << hiç bir şey değil >> diyor. Fakat kendisini tekrar hipnoz haline koyunca bütün hikayeyi anlatmağa başlıyor: << Bu işi yapmadım, çünki münasip görmedim. >> diyor.

Okuyucularım yukardaki mütalaalarımızı kabul ettilerse bu hali kolaylıkla izah edebileceklerdir. Buradaki hikaye şudur: Süjeye hipnoz halinde iken layıkiyle telkin verilmediği için uyandıktan sonra hasıl olan iç saikler, süjenin ruhunda esasen yerleşmiş izzeti nefis, saygı, maşeri kayıtlara bağlılık… v.s. gibi diğer saiklere galip bir kuvvette olmadığından uykudaki telkinle husule gelmiş bu iç saiklerin tahakkuk ettirilip ettirilmemesi hakkında harekete geçen muhakeme, ruhta meknuz zıt duygulara dayanarak onları yenmiş ve iradeyi onların tesirinden kurtarmıştır.

II – Aşağıdaki tecrübe gene bu bentteki düşüncelerimizi takviye edecek diğer bir müşahede imkanını bize vermektedir. Bu tecrübe de biraz evvel bahis mevzuu olan bay D… ile yapılmıştır:

Bay D… saat sekizde hipnoz haline getirildi. Kendisine şöyle bir fikir telkin edildi: ( Uyandıktan yarım saat sonra, yani saat tam 8,30 da burada bulunanların karşısında bir göbek atacaksınız. ) Süje bunu müteakip uyandırıldı. Bittabi o, uyutulmuş olduğundan ve herhangi bir fikrin tesiri altında bırakılmış bulunduğundan haberdar değildi. Binaenaleyh kendisinde, muayyen bir saatte, herkesin karşısında göbek atması lazımgeldiği fikri asla yoktu. Psikolojik bakımdan mütalaayı eksik bırakmamak için bay D… nin, kabadayı ruhlu ve tam bir erkek tabiatlı olduğunu burada kaydetmek lazımdır. Bu hususiyetinden dolayı ona, daha erkekçe olan bir zeybek havası oynaması teklif edilmiş olsaydı belki o bunu daha şerefli bulur ve yapmakta güçlük çekmezdi. Fakat ciddi bir maksatla toplanmış bir mecliste, durup dururken ve başka mevzular arasında, birdenbire kalkıp daha ziyade kadınlara yakışan bir oyunu oynamağa başlaması onun kolaylıkla yapabileceği bir iş sayılamazdı.

Fakat uyandığı zaman kendisine telkin olunan fikir hakkında hiç bir bilgisi olmamasına rağmen bay D… büyük bir huzursuzluk içinde göründü. Onun bütün hali kısaca, ( hayatından memnun değil ) sözüyle ifade edilebilirdi. Süjenin huzursuzluğu karnından geliyordu. Sebebini bilmediği halde elini hep karnına götürüyor ve arasıra da << bugün fazla yemişim, karnımda bir ağırlık var >>  diyordu. Bu sırada, mecliste söz bambaşka mevzuular üzerinde dolaşıyor ve asistanlar onun bu hareketine ehemmiyet vermiyormuş gibi görünüyordu. Bununla beraber o, yarı şaşkın bir halde hep kendisiyle ve bilhassa << karnı >> ile meşguldü! Ara sıra birdenbire yerinden fırlıyor, odanın orta yerine kendisini atarak sanki bir oyuna hazırlanıyormuş gibi hareketler yapıyordu. Fakat bir iki saniye sonra ortada dimdik duruyor ve gene elini karnına götürerek karnından şikayete başlıyordu. Her halinde bir huzursuzluk, tatmin edilmemiş bir arzunun müphem fakat şiddetli bir dürtüşü zahir oluyordu. Bu sırada asistanlardan biri kendisine sordu:

— Karnınızda ne var, ne oluyorsunuz?

— Ne bileyim be! canım sıkılıyor, midem dolgun.

Bundan sonra sanki mühim bir işin görüleceği muayyen bir vakti beklemek üzere kendisine sudan bir meşguliyet arayanlara mahsus tavırla duvara yaklaştı, oradaki bir resme bakmağa başladı. Yerine oturdu, tekrar kalktı, gene aynı resme yaklaştı. Fakat kendisinde bir resme bakmaktan ziyade bir işi sabırsızlıkla yapmağa hazırlananların hali vardı. Şurası zikre değer ki o, ne saate bakıyor, ne de saatin kaç olduğunu kimseye soruyordu. Koltukta otururken birdenbire ve adeta bir hırsla yerinden fırladı, odanın orta yerine geldi bu sırada ben gizlice saatime baktım 8,25 i gösteriyordu. O, ayakta dalgın ve düşünceli durdu. Bir şeyi hatırlamak istiyor gibi idi. Elinin işaret parmağını şakağına koydu ve öylece bir müddet düşündü. Saat 8,28 olmuştu. Arkasını tecrübe esnasında oturmuş olduğu koltuğa dönmüştü. O sırada da oraya asistanlardan bir fizik muallimi arkadaş oturmuştu. Herkes onun bu halini sessizce fakat heyecanla takibediyordu. Saat 8,29 a geldi. Ben bay D… in sağ tarafına gelen bir iskemlede oturuyordum, başını bana doğru çevirdi ve dalgın, düşünceli bir tavırla şunları yavaş yavaş söyledi:

— Ben saat tam 8,30 da bir şey yapacaktım, bu çok mühim bir şeyin. Bu neydi?.. aklıma gelmiyor.

Elini alnına götürdü, bir iki saniye bekledi ve birdenbire:

— Hah... dedi, arkamdan birisi göbek dedi, değil mi?

Başını arkasına çevirerek muallim arkadaşa hitaben:

— Göbek at dedin değil mi?  ( Herkese hitaben ) canım göbek nasıl atılır? Ama atayım işte atıyorum ne çıkar! [ 1 ]

Elini göbeğine götürdü ve bir iki defa göbeğini oynattı. Bu anda saat tam 8,30 idi!..

Bay D... bu işi bitirdikten sonra sahne değişti, birdenbire eski neşesini ve tabii halini aldı. Aklında ne göbek atması, ne karnından şikayeti kaldı. Huzursuzluk hali de kayboldu. Hatta verilen telkini dakikası dakikasına yapmış olmasından hayrete düşen asistanların hararetli münakaşaları karşısında o, sanki bunlardan hiç bir şey anlamıyormuş gibi herkese ayrı ayrı, hayret ve merak içinde bakıyordu.

[ 1 ] Halbuki fizik öğretmeni kendisine hiç bir şey söylememişti.

Bu misalde bahsimizi ilgilendiren çok enteresan ve üzerinde durulacak noktalar vardır. Bunları ayrı ayrı ve kısaca tebarüz ettireceğiz:

a – Süje, uykusunda iken kendisine telkin edilen fikir hakkında uyandıktan sonra hiç bir bilgiye malik olmadığı halde - tamamiyle lüzumsuz ve hatta manasız bir iş olmasına rağmen - o fikrin istihdaf ettiği hareketi büyük bir sadakatle yapmıştır.

b – Süje bu işin yapılması mevcudolan ana kadar sebebini asla bilmeden büyük bir huzursuzluk ve hatta sabırsızlık içinde yaşamıştır.

c – Süjenin; post-hipnozik telkin tesiri altında karnı ile meşgul olması, hakikatte onun tevil ettiği gibi çok yemesinden ileri gelmiş değildir. Göbek atma telkiniyle ilgili uzvun karında bulunması ve göbek hikayesine ait içten gelen saiklerin müphem oluşu, bu saiklerin süje tarafından karın rahatsızlığı şeklinde tefsir edilmesine sebebolmuştur.

d – Netekim süje bu işi yaptıktan sonra eski neşesine avdet etmiş; ne karnından, ne de fazla yemiş elmasından hiç bir şikayette bulunmamıştır.

e – Fakat vakti mevudu gelince kendisini dışarıdan kimse teşvik veya icbar etmediği halde süje yapacağı işin mahiyetini hatırlamış ve uykusunda telkin olunan işi tam vaktinde yapmıştır.

f – Süje tam vaktinde göbek atma zaruretini fehmedince kısa bir tereddüt devresi geçiriyor; adeta bu fi’lin icrasına şuuriyle ve muhakemesiyle mukavemet etmiye çalışıyor fakat dakikası gelince mağluboluyor, << göbek atıveririm, ne çıkar? >> diyor ve iç saiklerinin hükmünü yerine getiriyor.

Zira evvelce de söylediğimiz gibi süjenin mutat hali böyle ciddi bir toplantıda durup dururken göbek atmasına müsaade etmiyecek durumdadır. Burada şunu görüyoruz ki süjenin bağlı şuuriyle olan, yani beyin cevherlerinin araya karışmış olmasiyle alakalı bulunan düşünce ve muhakemesi, kuvvetli iç saikleri karşısında mağlubolmağa mahkum kalmıştır.

Bütün bu noktalar gayet açık olarak gösteriyor ki insanın, tesiri altında kaldığı şey, bağlı şuurla ilgili düşünce ve muhakemeden ziyade ruhta meknuz iç saiklerdir. Ve, ya degajman halinde, yahut serbes Ispatyom hayatında verilmiş serbes iradeye muallak kararlardan mütevellit kuvvetli ilcalar ve iç saikler insanı muayyen hedefine sevketmekte ve bağlı şuurla ilgili zıt düşünce ve muhakemelere galebe çalmaktadır.

III – Bn. B... uyutuldu, kendisine: ( Uyandığınız zaman çayınızın içine çok şeker koyunuz! ) fikri telkin edildi. Süje uyandıktan beş on dakika sonra çayını aldığı zaman içine boyuna şeker doldurmağa başladı.

<< – Ne yapıyorsunuz? diye sordular.

<< – Şeker koyuyorum, dedi

<< – Çok şeker koyuyorsunuz.

<< Maatteessüf..

fakat teessüf etmekle beraber o, gene çayına şekeri doldurmakta devam etti. Fakat fincanı ağzına götürünce çayını gayet fena buldu ve şunları söyledi: Ne yapalım, bu bir budalalıktır. Siz hiç budalalık yapmadınız mı? >> ( 64 )

Bu misalde de, evvelce söylendiği gibi süje << budalaca >> bir iş olduğunu bile bile, sebebini düşünmeği dahi aklına getirmeden uyku balinde vermiş olduğu kararı ayniyle yapmıştır. Uyanık haldeki süjenin fikri, misalde görüldüğü gibi, bu kararın tatbiki hususundaki ilcalarına tamamiyle muhaliftir. Buna rağmen ilcaları galip gelmiş ve o, bu << budalaca >> işi yapmak zorunda kalmıştır. Görüyoruz ki insanın bütün  faaliyetinde tahteşşuurun büyük rolleri vardır. Ve bunlar şuurda kalan bilgilerden daha müessirdirler.

IV – Bazı kimseler vardır, bunlar kulaktan dolma yarım yamalak bilgi ile metapsişik tecrübelere kalkışırlar ve bittabi bu teşebbüslerin sonu faydalı olmaz. Mesela bunlar, şumullü pisikolojik bilgiye ve bu bilgi ile yapılmış sistemli mümareseye dayanan telkin ve kendi kendine telkin yapma faaliyetinin gelişi güzel tatbikine kalkışırlar. Fakat çok defa zannedildiği gibi telkin << Ben şöyle yapacağım >>  veya << Sen böyle yapmıyacaksın >> diye kendi kendini veya başkasını sıkboğaz etmek demek değildir.

Burada da gene aynı nokta üzerinde ısrar etmenin sırası geldi: Eğer insan bir şeyin vukuuna veya ademi vukuuna iç saiklerini uydurmağa muuaffak olmadan, daha doğrusu yapılması istediği şeyi kuvvetli, zıt duygu cereyanlarına karşı yalnız fikir baskısı yoliyle kendisine veya başkasına yaptırmak istediği zaman; sadece o işin yapılmasını temin edememekle kalmaz, aynı zamanda bütün zorlamalarına rağmen onun aksi neticeleriyle karşılaşmak tehlikesine maruz kalabilir. Zira kendinden daha kuvvetli zıt duygularla tadiledilmemiş iç saikler; tazyik altında kaldıkça, patlamak kabiliyetini arttıran dinamite benzerler. Maalesef bu hakikati düşünmeden kendi kendine telkinlerde bulunmağa kalkışan kimselerin bir çok tehlikelere maruz kalacağı şüphesizdir. Tanıdığım bir doktor arkadaşı misal olarak göstereceğim: Bu zat telkin bahsine merak etmiş fakat derin tetkika lüzum görmeden kendi üzerinde onu tecrübeye kalkışmış ve ara sıra tutan kalp çarpıntısını bu yoldan tedavi etmeği düşünmüştü. Bunun için sırt üstü yatar ve  << kalbim çarpmıyacak, sıkıntılarım kalmıyacak, iyi olacağım. >> diye kendi kendini zorlardı. Fakat o, böyle yaptıkça hastalığı daha tehdidedici mahiyet almakta gecikmedi, nöbetler daha endişe verici bir tarzda sıklaştı. Burada geçen hadise nedir?

Bu ameliyatta doktor iki unsurun tesiri altındadır: Bunlardan biri, arasıra kalbinin ağrımasından ve rahatsızlık vermesinden mütevellit tahtaşuurunda yerleşmiş duygulardır. Kendisini hasta olduğuna, bu hastalığın iyi olmıyacağına ve belki de kendisini öldüreceğine dair olan bu duyguları iç saiklerden addederiz.

İkincisi ise; doktorun okuduğu kitaplardan işittiği sözlerden kendi kendine telkinle bazı hastalıkların iyi olabileceğine dair edinmiş olduğu fikirlerdir.

Eğer sadece düşünce ve muhakememizin mevludü olan fikirlerle bütün varlığımıza hakim olabilseydik, tek başına bu fikirlerin sevk ve idaresine irademizi bağlar ve düşüncelerimizin gayesini tahakkuk ettirebilirdik. Fakat yukardanberi söylediğim gibi iş böyle olmuyor. Eğer pek kuvvetliyseler iç saiklerimize karşı fikirlerimizi; mukabil duygularla silahlandırıp kuvvetlendirmeden evvel harp meydanına atıldığımız takdirde kati mağlubiyetimizi hazırlamış oluruz. İşte telkin bahsinde, psikolojik esaslı bilgilere kafi derecede vakıf olmıyan dostum, bilmeden bu son durum içine düşmüş bulunuyordu.

Bu nasıl oluyordu?

Hastalığın arasıra kendisini gösteren oldukça şiddetli rahatsızlıkları doktorun tahteşşuurunda; hasta olduğuna, hastalığının vahametine ve iyi olmıyacağına kendisini inandıracak kadar kuvvetli saikler yaratmıştı. Bunlar karşısında yarım yamalak bir bilgi ile fena yapılmış bir telkinin tesiri hiç şüphesiz çok zayıf ve gayri kafi kalırdı. Bu telkinin yerinde ve yolunda kullanılması ve tahteşşuurda yerleşmiş iç saiklere karşı koyacak duygularla takviye edilmiş olması lazımdı. Halbuki doktor böyle yapmıyordu. Onun fikrini üzerlerinde teksif ederek söylediği sözler, bu mukabil iç duygularını hazırlıyacağı yerde bilakis kökleşmiş hastalığının vahametiyle alakalı iç saikleri takviye edecek mahiyette bulunuyordu. Zahiren ve sathi nazarla ehemmiyetsiz görülen fakat telkin işinde çok mühim tesirleri olan bu sözlerin manalarını ve tahteşşuurda yapacağı tesirleri araştıracağız.

Bunlardan yalnız bir tanesini, ilkini tetkik ve tahlil etmek bu hususta okuyucularıma kafi fikirler verebilir. Doktor sırt üstü yatıp az çok izolman veya konsantrasyon baline kendisini koyduğu zaman şunu söylüyordu:

KALBİM ÇARPMIYACAK!

Bu sözün asıl istihdaf ettiği, kalb çarpıntısına mani olmak arzusu ikinci merhaleyi teşkil eder. Bütün beyinle ilgili ruhi hadiselerin akışında muntazam bir sıra ve tertip vardır. Bilhassa kendi kendine telkin işinde bu hal en esaslı bir noktadır. Operatör istesin istemesin, muayyen bir gayeye vasıl olmak için hadiseler arasında geçirilmesi lazımgelen merhaleler, gaye olan son merhaleye varıncıya kadar belli olmıyacak ve hatta bizim ölçülerimizle tesbit edilebilen bir zamana bile sığmıyacak süratle gelip geçebilirler. Bu tıpkı, ne kadar süratle seyrederse etsin, bir merminin  500 metrelik bir yolu katetmesi için oraya gidinciye kadar asgari uzunluktaki bütün mesafeleri mutlaka geçmek zaruretinde kalması hikayesine kaba taslak benzetilebilir.

O halde doktorun bu sözle istihdaf ettiği gayeye varması için evvela birinci merhaleden geçmesi lazımdır. Bu merhale nedir?

Kalbim çarpmıyacak, demek; kalbimin çarpmakta olduğunu peşinen kabul etmiş olmak demektir. Bir hadisenin vuku bulmamasını istemek o hadisenin mevcud olduğunu veya hiç olmasa vuku bulması imkanını kabul etmek demektir. Halbuki burada esasen doktorun tahteşşuurunda bu hadisenin mevcudiyetinden müteyellit bir sürü toplanmış iç duygular vardır ki doktor bu yoldaki  telkinleri ile her şeyden evvel onları takviye etmiş bulunmaktadır. Bittabi bunun neticesi olarak o hakiki gayesinden bilmeksizin uzaklaşmakta ve hastalığının inkişafı lehine olan iç duygularını bu telkinleriyle nemalandırmak suretiyle kendi durumunu daha kötüleştirmektedir. İşte doktorun vahimleşen durumu yukarki mülahazalara göre, bir taraftan bizi bilgisizce yapılmış bir telkinden mütevellit zararlı neticelerin izahına kavuştururken diğer taraftan kuvvetli iç saiklerin şuur, muhakeme ve düşünce ile verilmiş kararlara galip geldiğini de fi’len göstermiş oluyor.

Burada; ( Doktorun kendisine nasıl telkin vermesi lazımdı? ) meselesi üzerinde durmağa kitabımızın mevzuu müsait değildir. Bu bahsi, metapsisik’in tatbiki sahadaki diğer mebahisi gibi ayrıca ve fırsat düştükçe diğer neşriyatla mütalaa sahasına koymağa çalışacağız. Yalnız şimdilik okuyucularıma, bu işin esasına ait ve aynı zamanda içinde bulunduğumuz bahsi de alakadar eden ilk fikri verebilmek imkanı vardır:

Bizim düşüncemize göre, kendi kendine telkinin en büyük muvaffakıyet sırrı, fikren mütemayil olduğu işin vukuuna uygun duygu ve tamayülleri takviye etmekte, bilakis ona aykırı bütün duygu ve temayülleri uyuşturmaktadır. Netekim doktor, kalbim çarpmıyacak dedikçe onun çarptığını kabul etmiş oluyor ve kalbinin çarptığına inanmaktan mütevellit korkusunu kuvvetlendirmiş bulunuyordu. İşte o, bu sebepten dolayı fikrinin karşısında kuvvetli bir muhalefetle çarpışmak zorunda kalarak mağlub oluyordu. Eğer böyle yapacağı yerde usuliyle hareket edip bu korkusuna sebebolan duygu unsurlarını beslememiş olsaydı ve onların yerine aksi istikametteki duygu ve temayüllerini kuvvetlendirmiş bulunsaydı, yani mesela  << kalbim çarpmıyacak >>  diyeceği yerde  << kalbim gayet muntazam ve sakin atıyor >>  diye düşünmüş ve pasif bir ruh haleti içinde iken kendisinde bu duyguyu canlandırmağa çalışmış olsaydı hiç şüphesiz bu işde daha muvaffakiyetli neticeler elde ederdi.

Tahteşşuurun hakimiyetini bu misal bize iyi gösteriyor. Doktorun sarfettiği fikri enerjiye rağmen kalbi daha ziyade çarpmağa başlamıştır. Zira bu hususta kullanılan yanlış vetire yüzünden kırbaçlanarak uyanan korku, hastalık duygusu v.s. gibi iç saikler fikre muarız bir kompleks halinde süjenin hayati faaliyeti üzerine hakim olmuşlardır.

V – P. Janet ile Dr. Powitewicz’ın, süjeleri Lucie üzerinde yapmış oldukları diğer bir tecrübe de bu bahsi aydınlatmağa yarar:

Evvela Dr. Powitewicz kızın karşısına gecerek bir şarkı söylemesini ondan istiyor. Kız şiddetle muhalefet ediyor, doktor israr etmiyor. Fakat kızı alakadar eden bir mevzuu üzerinde hararetli bir mübaheseye tutuyor, bu esnada kızın arka tarafında bulunan P. Janet gayet yavaş bir sesle kıza: ( Haydi, bir şarkı söyle! bir şarkı söyle! ) diyor. Kız hararetli konuşması esnasında bu telkini duymamış veyahut daha doğrusu dikkatini onun üzerinde toplamamış olmasına rağmen mübahasesini derhal kesiyor, Mignon operasından bir şarkı söylemeye başlıyor. Ve şarkıyı bitirince sanki hiç bir şey olmamış gibi evvelce bıraktığı yerden mübahasesine tekrar devam ediyor. Fakat o, hala şarkı söylediğini kabul etmiyor.

Burada Lucie şarkı söylemeğe fikren muarızdır. Şuur sahasında yerleşmiş maşeri kayıtlar ve bağlar buna müsaade etmemektedir. Buna rağmen fikrine takılmadan ruha giren ve fikirden ari ilcalar halinde müessir olan duygular hançeresine, ciğerlerine, adalelerine ve bütün bunları idare eden asabi merkezlere hakim olmuş ve fikri muhalefetine galebe çalarak ona şarkıyı söyletmiştir. Hatta şarkıyı söyledikten sonra şarkı söylediği iddiasına karşı, onun bunu inkar etmesi ve böyle << ciddi >> efendilerin yanında şarkı söylemiyeceğini tekrar beyan etmesi, yapmış olduğu işin fikir sahasında ne kadar uzakta olduğunu göstermeğe kafi gelir. Demek burada da bu işi, fikrin muhalefetine rağmen yaptıran iç saiklerdir.

b – Dünya tecrübelerinde düşüncenin rolü

Kanaatlerimiz hakkında yanlış bir fikre meydan vermemek için burada bir nokta üzerinde durmak isterim. Yukardan beri söylenilen sözlerden sonra akla şu gelebilir: Geçmiş hayatların hatırlanması ve onlardan istifade cihetine gidilmesi düşüncenin ve fikrin işe karışması demektir. Biz dünya hayatında hatırlamanın lüzumsuzluğu ve hatta zararları üzerinde ısrar etmekle tecrübelerin muvuffakiyetli bir surette geçirilmesinde acaba bağlı şuurla ilgili düşünce ve fikrin hiçbir rolü olmadığını mı kabul etmiş oluyoruz? Hayır, böyle bir şeyi düşünmekten çok uzağız. Biz insanız ve her hareketimizden mesulüz. Bu mesuliyetimiz kimseye karşı değil, ancak vicdanımıza karşıdır. Zira kendi harimimizde bulunan vicdan öyle uyanık bir hakimdir ki biz ondan hiç bir maksadımızı gizliyemeyiz.

Fakat vicdanımızın aleyhimizdeki veya lehimizdeki hükümleri, efalimiz hakkındaki iyi veya kötü niyetlerimiz ile mütenasibolarak verilir. Halbuki bu niyetler yapacağımız işler hakkındaki şuurumuz ve bilgimizle alakalıdır. Şu halde mesuliyet ve bilgi, birbirine pek sıkı bir surette bağlıdır.

Ispatyomda çizilmiş bir plana göre yalnız iç ve dış saiklerle körü körüne ancak bir hayvan yaşıyabilir. Zira onun tekamül yolu bu bakımdan insanlarınkine benzemez. Ve bunun içindir ki hayvan, ahval ve harekatından mesul değildir. Ve onu bu hususta mahkum edebilecek hakim bir vicdan henüz kendisinde inkişaf etmemiştir.

İnsanlarda inkişaf etmiş olan vicdan, onların tekamülü nispetinde uyanık bir halde mevcuttur. Şu halde insan dünyadaki hayat tecrübelerini geçirirken fena harekatının hesabını vicdanına karşı vermeğe mecburdur. Bunun için de o; yaptığı, karar verdiği bütün işlerini vicdanının hükümlerine göre ayarlamağa çalışmak ihtiyacındadır. Acaba bu faaliyet ruhun hangi melekesiyle temin edilebilir?.. İşte bu sualin cevabı dikkatimizi, bağlı şuurla ilgili düşünce melekemizin dünya tecrübelerindeki rolü üzerinde toplar.

Dünya tecrübelerini geçirirken insanın, ef’al ve harekatında vicdanına karşı mesul olabilmesi için şuurunu serbesçe kullanarak ilahi kanunlar ahkamınca çizilmiş hayat planiyle iradesini muvafakat veya ademimuvafakat halinde buluddurması lazımdır ki bu da tefekkür yolu ile olur.

Ispatyomda iken çizilmiş, zahmetler ve mihnetlerle dolu müstakbel hayat planını tasavvur ediniz. Bu plana uygun bir takım temayüller, arzular ve insiyaklar yukarda söylendiği şekilde bizi bazı korkunç ve neticesi ıstıraplı teşebbüslere sevkedebilir. Fakat insanlar ne kadar mütekamil olursa olsunlar, yalnız vicdanlarının emrettiği doğru yollara muvafık arzu, temayül ve ilcalarla mahmul olarak dünyaya gelmezler. Bizi selametli bir yola sevkedecek temayüllerimiz olduğu gibi bilakis o yollardan ayıracak temayüllerimiz de vardır. Bu yüzden biz bir takım tezler ve antitezler içinde yuvarlanıp dururuz. Dünyadaki bir insan ruhunda, bu tezlerle antitezlerin çarpıştığı korkunç ve tehlikelerle dolu yer yer harp meydanları vardır. Burada insan ruhunun yapacağı sentez, onun dünya tecrübelerinden ya muvaffakiyetli veya muvaffakiyetsiz olarak çıkmasını intacedecektir. Eğer bu sentez vicdan sesine uygun ise ne ala! Aksi halde insanın yuvarlanmasını mucibolacaktır.  İşte bu kadar mühim olan bu ameliyede bağlı şuurla yapılmış tefekkürün, baş rolü alacağı şüphesizdir. Bu da şu suretle olur: Fikirler, şu veya bu yola müteveccih temayüller ve duygularla müterafık olabilirler. Fikrini bu duygulardan herhangi birisiyle terfiketmek insanın elindedir. Bu tamamiyle iradi bir iştir. Vicdan sesine uyarak, fikirlerini ve bu fikirlere bağlı cehitlerini – onların gerçekleştirilmesinde muvaffak olsun olmasın – iradesiyle kullanan bir insan tecrübelerini muvaffakiyetle ikmal etmiş sayılır. İşte insan için dünyaya girmenin ve dünya tecrübelerine kalkışmanın bütün sırrı buradadır.

Daima söylendiği gibi insan yaptığı işin neticelerinden değil, o işi kendisine yaptıran maksatların iyi veya kötü yollara müteveccih olmasından dolayı vicdanına karşı mesuldür.

c – Vicdanın hükümleri karşısında iyilik ve
kötülük meselesi

Fakat iyilik ve kötülük nedir?

Esasen iyilik ve kötülük bir telakkiden ibarettir. Bizim dışımızda iyilik veya kötülük diye bir şey yoktur. Her hadise iyi veya fena olabilir. Fakat haddi zatında hiç bir hadise ne iyidir, ne de fenadır. İyilik ve fenalık telakkisi insanların bilhassa kesif maddelerle olan münasebetlerinden doğmuştur. İleride başka bir bakımdan bu meseleye tekrar temas edilecektir. [ 1 ] O halde iyilik veya kötülük telakkilerini yaşatan ve onlar hakkında hüküm veren ruh melekesi hangisidir? Evvelce söylediğimiz gibi vicdanımız!.. Vicdanımız, geçmiş zamanlardanberi görüp geçirilmiş tecrübelerle biriken bir duygu ve görgü kompleksiyle zenginleşir. Bu kompleks, içinde yaşamış olduğumuz evvelki alemlerin tabiat kanunlariyle taayyün etmiş hayat şartları karşısındaki reaksiyonlarımızla ilgili olduğu gibi, şimdiki hayat şartlatımız da ancak o kompleksin uzanabileceği sahalara göre ayarlanmıştır. Zira ruhun tekamülü için bu ayarlanma bir zarurettir. İşte bu ayarı, bu akordu bozmağa müteveccih bir hadise vicdan tarafından  << kötülük >>  ile itham edilir.

Bu fikrimi bir misalle izah etmek isterim:

Kuvvetli caniyane ihtiraslarının tesiri altında mağlubolarak evvelki hayatında adam öldüren bir katil tasavvur edelim. Bunun ruhu dünyaya tekrar gelirken, bütün o caniyane ihtiraslarından bir anda kurtulup tertemiz bir melek halinde doğmıyacaktır. Esasen onun dünyaya inmesinin sebebi de kendisinde bu ihtirasları doğuran maddi esaretten kurtulmak için lazım gelen tecrübe hayatını geçirmektir. Binaenaleyh  bir hayat evvel yaptığı kabahatlerin ehemmiyetini anlayıp pişmanlık haline düşünce bu eski cani, kendisini geri bırakan ruhi za’fından biraz daha kurtulmak için lüzumlu birtakım hadiselerin ana hatlarını bir plan dahilinde tayin edecek ve onların tatbikatına geçmek üzere hazırladığı bu plana uygun bir takım yeni saiklerle dünyaya gelecektir.

Demek bu yeni doğan insanda birbirine zıt iki türlü iç saik tebarüz edecektir. Bunlardan birisi daha çok eski hayatlarda geçirilmiş fena tecrübelerin kökleştirdiği ihtiraslara bağlı, ruhun ilerlemesine mani saikler; diğeri ise bunların tehlikesini anlamış, hakiki tekamül ihtiyacını duymuş ve pişman olup hatalarının tamirine karar vermiş bir ruhun bu eski saiklerine karşı hazırlamış olduğu yeni duygulardır. Bunlar   - kendisini evvelki gibi katil fi’line sevk ve teşvik edici imkanları bir dereceye kadar hazırlıyan bazı şartlar içinde - dünyada tekrar yaşarken aklı başında olan insanı desteklemeğe yararlar. Mesela nahvet, egoyizma, izzeti nefis, menfaatperestlik ve nihayet başkalarına zulüm yapmak arzusu gibi katil fi’line sevk edici kökleşmiş çeşitli iç saikleri karşısında, Ispatyomdaki serbes iradenin tesiriyle yeni doğmağa başlıyan merhamet, sevgi, diğerkamlık duyguları bu miyandadır. Ancak, bu sonuncular evvelkilere nispeten yeni olduklarından ve henüz tecrübelerle inkişaf etmemiş bulunduklarından zayıftırlar, cılızdırlar. Eğer dünyada bunlar, vicdanın direktifi altında şuur ve düşünce tarafından sevkedilmiş bir irade ile desteklenmezlerse tek başına evvelki duygulara faik bir müessiriyet gösteremezler ve eski hayatlarda da olduğu gibi şahsın sukutunu önliyemezler. İşte burada; bağlı şuurun, düşüncenin, muhakemenin ve iradenin bu yeni duyguları kuvvetlendirmek ve onların eski itiyatlara galebesini temin etmek hususunda ne kadar ehemmiyetli rolü olduğunu açıkça görüyoruz.

Fakat tekrar mevzuumuza gelelim :

Ispatyomda iken serbes imajinasyon yolu ile ruha nüveleri ekilmiş bu yeni duyguların dünyadaki müeyyidesi vicdandır, demiştik.

Filhakika, onların yer yüzündeki tatbikatında, amalar gibi yürümek ıztırarında kalan insan oğluna vicdan, yolunu göstermeğe yarıyan bir asa vazifesini görmektedir. Onun yürüyeceği bu yollar daha evvelden birer taslak halinde çizilmiştir. İnsan oğlu elinde bu sadık asasına dayana dayana bütün önüne çıkan taşlı, dikenli manialara rağmen taslak halindeki bu yollardan geçerken basacağı yerleri nizama sokmağa çalışarak gayesine yaklaşmış olacaktır. O, ancak bu suretle, kendisini daha büyük iş görümlerine hazırlıyacak olan bu küçük tecrübelerinde muvaffak olabilir. Fakat bu << küçük tecrübeler >> de onun için zor olmakla beraber başarılması imkansız değildir. Yeter ki o, bağlı şuuriyle ve düşüncesiyle buna, yani vicdanının rehberliğine ve seslerine itibar etmek azmini ve cehdini göstermiş olsun!..

İşte dünya tecrübelerindeki faaliyetlerin esaslarına bu yollardan girmiş oluyoruz. Şimdi: eğer insan oğlu daha ayağına takılan ilk manialar karşısında geriler ve bu taslak halinde çizilmiş yollarda yürümesi için lazım gelen azmi ve cehdi göstermekten kaçarsa vicdanının sesi derhal kendisine bu hareketinin yanlış olduğunu ihtar eder. Vicdanın böyle <<  bu yanlıştır! >> hükmünü verdiği bir şeyi biz kötü bir iş olarak tefsir ederiz. Bilakis hiç bir mania karşısında yıkılmıyan bir cehitle elimizdeki asanın gösterdiği yollarda yürürsek o zaman da vicdanımızın huzurunu duyarız ki bu da ruhumuzda bir << iyilik >>  hissi ile kendini gösterir. Demek iyilik ve fenalık mefhumu vicdan ile başlar. Bundan dolayıdır ki vicdan melekesi  henüz inkişaf etmemiş hayvanlarda bizim kabul ettiğimiz manada iyilik ve kötülük mefhumu yoktur. Ve gene onun içindir ki herkesin birbirinden farklı inkişaflar gösteren vicdani duygularına göre ayrı ayrı iyilik, kötülük telakkileri vardır. Hulasa iyilik ve kötülük hakkında verilecek bir hüküm vicdanın herhangi bir hadise hakkında muvafık veya muhalif tavır takındığına göre değişir. Bu fikri de bir misal ile izah etmek isterim:

Henüz beş yaşında olan küçük C… hayatının en büyük zevkini sinekleri tutup eziyetle öldürmekte bulur. Bu küçük ve aciz hayvanların ıstıraplı çırpınışları ona, mahiyeti meçhul zevkler verir. Bu iş zahiren, hiç bir ehemmiyeti olmıyan bir  << çocuk eğlencesi >>  gibi düşünülebilir. Fakat küçük C… biraz daha büyür, on yaşına girer. Onun iptidai zevkleri biraz daha inkişaf etmiştir. Küçük sinek ölümleri onun vahşi ihtiraslarını tatmin edemez olur. O, şimdi köpek yavrularını bağırta çağırta su birikintilerine atarak öldürmekten veya boğazlarını iple bağlıyarak boğmaktan hoşlanır. Bu hal onun için ne kadar eğlenceli bir iştir!..

Diğer taraftan belediye reisi D… de memleketindeki bütün sineklerin ve başı boş dolaşan bütün köpeklerin öldürülmesini emreder. Bu onun görülecek en mühim işlerinden biridir. Zira o, bu suretle memleket halkının sıhhat ve selametini tehdideden bir tehlikenin önünü almış bulunacaktır.

Burada şekil itibariyle aynı olan ve hatta ikincisi birincisinden daha şiddetli görünen iki hadise vardır. Bunlardan birincisi bir ruh za’fının tecellisidir, kainatımızdaki ilahi kanunlara uygun bir vicdanın hoş görmiyeceği hodbince zevklerin tatminine matuf bir harekettir. İkincisi ise binlerce insanın selametini ve saadetini temine matuf, vicdanı hoşnudeden bir iştir. İşte şekil itibariyle aynı olduğu halde vicdan, çocuğun hareketini takbih ederken belediye reisininkini alkışlar. Nitekim C… büyür, kahil bir insan olur. Eğer onun ruhu iyi bir talim ve terbiye sayesinde inkişaf etmiş tefekkür ve cehit gösterme faaliyetlerinden mahrum kalır ve o, zayıf ruhiyle eski temposunda yürüyüp giderse küçüklüğünde başlamış olduğu kötü işlerine bütün hıziyle devam eder. Fakat her yaşın kendisine mahsus bir realitesi olduğunu evvelce söylemiştik. Binaenaleyh ne sineklerin ıstıraplı vızıltıları, ne de köpek yavrularının acı feryatları ve yalvarışları onun kötü ve kaşerlenmiş zevklerini artık tatmin edemez. Ve bu korkunç zevklerin artık tatmini için daha büyük cinayetlerin yapılmasına lüzum hasıl olur! Böylece en yüksek derecesini bulmuş sadistçe duygular ancak insanlara eziyet çektirmekle, hatta bazen de insan kanı görmekle sükunet bulabilir.

Ve bu hal, bir çok ıstıraplı tecrübeler geçirdikten sonra, yakıcı ışıklarını ruhun içinde yaymağa başlıyacak olan vicdanın kendisini toplıyabileceği ana kadar devam eder.

Bu suretle vicdanı kafi derecede inkişaf etmiş bir ruhun yeni bir hayata tekrar indiği zaman bütün eski hayatlarının hadiselerini unutması vicdanının yerine göre yakıcı veya ısıtıcı alevlerini söndürmeğe asla bir sebep teşkil etmez. Ve sırası geldikçe ruh bu alevlerin kızgın temaslarını duymaktan kendisini kurtaramaz. Fakat aynı zamanda bu alevler diğer kötü temayülleriyle mücadele ederken ruhun kullanmak ihtiyacında bulunduğu tefekkür melekesine kuvvetli bir meşale olur. Onun bu alev veya ışık altında fikrini yürütmek için sarfedeceği her iradi cehit, o anda müessir olmasa bile vicdanını daha ziyade inkişaf ettirmekte ve müstakbel hayatını iyi ve vicdanına uygun temayüllerle hazırlamakta muhakkak surette amil olacaktır.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki tefekkür faaliyetinin neticelerini bu zamanın hadiseleri içinde değil, gelecek zamanın hadiselerinde aramalıdır. Yani fikrin tekamüldeki müessiriyeti, kuvvetini bilgiden alarak cezadan kaçmak veya mükafatlara nail olmak gibi maddi ve hesaplı menfaatlere dayanmak suretiyle vaki olmaz. Böyle bir düşünce çok dünyevi ve çok basit olur. Onun hakiki rolü muhtelif hayat tecrübeleriyle biriken intibaların zenginleştirmiş olduğu bir vicdana uymak için gösterilmesi lazım olan cehte istikamet vermesinde ve bu suretle müstakbel hayatın yüksekliğini temin etmesindedir. Şu halde dünya tecrübeleri içinde, insanın göstermiş olduğu muvaffakiyetler bir takım gelip geçici menfaatleri gözeten hesaplara değil, ruhun kendi olgunluğuna bağlı kazançlara dayanır. Görülüyor ki tefekkürün tekamüldeki rolü çok mühimdir; fakat onun bu rolünü, dayak korkusu ile kabahatten kaçan çocuklarda olduğu gibi, eski kabahatleri ve onların ıstıraplı akibetlerini hatırlıyarak ve hesaplıyarak hareket edilmekte değil, o kabahatlerin ve neticelerin çok az olgunlaştırdığı vicdandan çıkan cılız veya gür seslere göre ruhun efal ve harekatını mizamlamak hususundaki faaliyetinde aramalıdır. Bu nokta iyi anlaşılırsa sarp hayat yollarındaki muvaffakiyet imkanları kolaylıkla temin edilmiş olur.

C – Unutmak lazımdır

Unutmanın evvela tabii olduğunu, saniyen dünya tecrübelerinin muvaffakiyetli bir tarzda geçirilmesine engel olmadığını mütalaa ettikten sonra önümüzde tekkiki lazımgelen bir mesele kalıyor ki o da unutmanın lüzumu ve faydasıdır. Evet, geçmiş hayatları unutmak lüzumlu ve faydalıdır. Niçin?

Ruhun dünyaya tekrar gelişindeki gayesini tahakkuk ettirebilmesi için geçmiş hadiseleri unutması lazımdır. Geçmiş hayattaki hadiseleri hatırlamanın birçok bakımdan mahsuru vardır. Fakat bu mahsurlar bazen o kadar ehemmiyet kazanır ki bunlara bakıp, eğer unutma hadisesi olmasaydı ruhun dünyaya tekrar gelmesindeki maksatlar akim kalırdı, diyebiliriz.

Geçmiş hayatları ve o hayatlarda geçen hadiseleri hatırlamanın bir çok noktadan mahzurları zikrolunabilir. Biz bunlardan bir kaç tanesini, misaller göstererek izah etmeğe çalışacağız:

1 – Bir pehlivan güreşine gidersiniz. Bundan maksadınız heyecan duymaktır. Eğer pehlivanların evvelden pazarlıklı olduğunu ve hangisinin mağlup, hangisinin galip geleceğini peşinen bilmiş olsaydınız buraya gelmekteki gayeniz tahakkuk eder mi idi? O zaman sizin için burası sıkıntılı ve manasız bir yer olurdu. Hiç bir heyecan duymadan, maksadınıza ulaşmadan buradan uzaklaşırdınız. Sizi bu tatsızlığa düşüren amil, gelecek işin akibetini evvelden bilmiş olmanızdır.

Keza imtihanda soracağınız suali evvelden kendisine haber verdiğiniz bir talebenin iyi cevap vermesi onun lehine kaydedilmiş bir meziyet sayılabilir mi? Burada, çocuğun muvaffak olmuş sayılmaması gene kendine sorulacak sual hakkında onun evvelden bilgi sahibi olmasıdır.

Mesela bir insanın cesaretini denemek için onu ateşe atar gibi bir cesaret denemesine kalkışsanız; fakat o, evvelden bunun sadece bir tecrübe olduğunu ve ateşe asla atılmıyacağını bilse ateşe atar gibi yaptığınız zaman onun gülmesi ve korku eseri göstermemesi cesaretine ve soğuk kanlılığına delalet eder mi? Şüphesiz hayır. Keza burada da bu tecrübenin akim kalması onun gelecek hadise hakkında evvelden bilgi sahibi olmuş bulunmasından ileri gelir. İşte bütün bu haller tıpkı dünyaya inen bir insanın Ispatyomda iken tasarlamış olduğu  müstakbel dünya hayatına ait hadiselerin planlarını evvelden hatırlamasına benzer.

Yukarki misallerde olduğu gibi, biz de eğer geçmiş hayatımızı ve o hayatta verilmiş olan müstakbel hayatın hadiseleri hakkındaki kararları hatırlamış olsaydık bu dünyadaki tecrübelerimizden bir çoğunun kıymeti kalmazdı ve onları muvaffakiyetli şekilde ikmal etmeğe imkan bulamazdık.

Bir tecrübenin mahiyetini ve devam müddetini evvelden bilip ona mukavemet etmek başkadır, hiçbir şey bilmeden, nasıl neticeler vereceğini tahmin etmeden ve bazen de hadiseleri önleyici, hesaplanmış kaçamak tedbirleri almağa teşebbüs etmeden o tecrübenin icaplarına göğüs germek başkadır. Bu tecrübelerin mahiyetlerini evvelden bilmek, onların istihdaf ettiği gayelere muhaliftir. O gayeler ki herşeyden evvel, ruhun yanılarak, aldanarak ve binnetice birçok defa yuvarlanarak madde aleminde faaliyet göstermesine ve bu faaliyetten mütevellit yeni yeni hadiselerle karşılaşmasına ve böylece görgü ve tecrübesini arttırmak suretiyle madde üzerindeki müessiriyetini inkişaf ettirebilmesine matuftur. Her hadisenin nasıl olup biteceğini evvelden bilen bir insanı, bu gayeye ulaştırmağa yarıyacak neticelerden mütevellit hata imkanları nispeten çok azalmış bulunur ve bu da onun lehinde olmaz.

2 – Dünyada beşeri kanun ve umumi vicdan karşısında cani veya rezil damgasını yemiş bir sabıkalıyı düşününüz. Bu, bilahara pişman olmuş ve cemiyette faziletli bir insan gibi yaşamağa karar vermiş olsun. Acaba o, kendisini tanıyan muhitinde bu kararını muvaffakiyetle tatbik edebilir mi?

Kanun ve cemiyet onu damgalamıştır. Onun bütün hareketleri kaydaltına alınmıştır. Kendisinin her hareketinden şüphe edilir, hiçbir şeyde ona itimadedilmez. Faili meçhul her suçtan ilk mesul tutulan odur. Eski hataları her fırsatta onun yüzüne çarpılır, bir çok teşebbüslerine mani olunur. Hulasa bu  << sabıkalı >> nın emniyet içinde iradesini serbesçe kullanarak namuslu insanlar gibi hayatını kazanmasına imkan verilmez. Bu hal, onun esasen cılız olan ve doğru yolda henüz emeklemeğe özenmiş bulunan ruhunu büsbütün karartır, kuvvetten düşürür.

Bundan birkaç sene evvel bizzat şahidi bulunduğum bir vakayi, iyi bir misal olduğu için burada okuyucularıma takdim edeceğim. Devlet Demiryollarında doktorluk yapıyordum. Bir iş için ekispresin fürgonunda seyahat ederken şu hadise ile karşılaşmıştım: Şef dö trenimiz yolcuların biletlerini kontrol ederken onların arasında, senelerce evvel kendisi henüz bilet memuru iken treninde yankesicilik yaparken yakaladığı ve polise teslim ettiği bir adamı görmüş ve tanımıştı. Adamı fürgona getirdi ve trende bulunan sivil memurlara teslim etti. Memurlar herifi isticvabetmeğe başladılar. O, seyahatinin sebebini anlattı. Hikayesine nazaran bir yerden diğer bir yere zaruri bir maksatla seyahat eden namuslu bir insan görünüyordu. Cebi yoklandı takriben 8-10 lira kadar bir parası çıktı. Şef dö tren bunun her halde yolculardan birine ait olması lazım geldiğini iddia etti. Çünkü o, bir yankesici idi. Adam bunu şiddetle protesto etti: << artık ben çoktanberi o işten vazgeçtim, şimdi namusumla para kazanıyorum, bu para benimdir >> diye çırpınıyor ve parayı nasıl tedarik ettiğini veya kazandığını uzun uzadıya anlatıyordu. Fakat o, bunları söyledikçe herkes kendisiyle alay ediyor, kimse onun sözünü ciddiye almıyordu. Bütün paraları alındı. Biletçiler; yolcular arasına dağılarak parası kaybolan yolcu olup olmadığını tahkik ettiler. Kimse paraya sahip çıkmadı. Buna rağmen << sabıkalı şahıs >>  ilk istasyona kadar nezaret altında tutuldu ve o istasyonda polise teslim edilmek üzere indirildi. Bunu müteakip, şef dö trenden bunun kim olduğunu sordum << Doktor, dedi. Bu adamı ben 20 sene evvel yankesicilik yaparken yakalamıştım. O zamandanberi ona trenimde birkaç defa daha rasgeldim ve her defasında polise teslim ettim >>. Ben tekrar sordum: << Peki, diğer defalarda da gene yankesicilik mi yaparken yakalamıştınız ? >>

<< Hayır, dedi. Fakat bu, sabıkalıdır ve tren halkı için tehlikelidir. Ben kendisine benim trenime binmemesini her yakalatışımda sıkı sıkı tenbih ettiğim halde gene arasıra onu trende görürüm >>.

Burada belki şef dö tren haklıdır ve belki bu adam hakikaten kötü huylarından vazgeçmemiş bir yankesicidir. Fakat olabilir ki bu yoldan ayrılmış ve namusluca hayatını kazanmak çarelerine baş vurmuş bir insandır. Bu mesele orada ne kendisinin birçok sendenberi hırsızlığını yakalıyamıyan şef dö tren için, ne onu tevkif eden polis için malum değildi. Şimdi bir an, bu adamın hakikaten yola gelmiş olduğunu kabul edelim. Ve o, mesela Eskişehirden Bileciğe, ümidettiği bir işi takibederek hayatını kazanmak için bir seyahat yapmak mecburiyetinde kalmış olsun. Eğer onu böyle bütün şef dö trenler sabıkalı diye trenlerine almazsa ve yarıyolda polise teslim edip indirirse zaten binbir müşkülat içinde kazanılan bu hayat kavgasında bu zayıf ruhlu adam canını namuskar yollarda nasıl kurtarabilir? Bununla beraber cemiyet onu böyle bir kaydaltında tutmakta haklıdır. Hatta o, masum bile olsa.

Fakat muvakkat insan cemiyetlerinin yaptığı bu haklı işi ebedi tabiat kanunları başka türlü yapar ve samimi olarak doğru yola girmek istiyenlerin o yolda yürümelerine mani olacak lekeleri onların yüzünden siler ki burada tabiatın kullandığı en mükemmel temizleyici vasıta unutmadır. Dünyada eski hayatların mücrimleri unutulmalıdır. Zira onların selameti ve yükselmesi buna vabestedir.

3 – Dünyada birbirine fenalık yapmış, intikam duygulariyle beslenmiş iki insanı tasavvur ediniz. Bunların tekamülü için her şeyden evvel kendilerini geri duygularla muttasıf ruh zafından kurtarmaları lazımdır ki bu da adavet ve intikam hislerine karşı onların mukavemet etmeleriyle mümkün olabilir. Bunun için bu iki eski düşmanın yeni bir hayatta eski adavetlerini doğuran bütün nahoş hadiseleri unutmaları lazımdır. Zira bir tek hayatın tecrübelerinde ağırlığı altından muvaffakiyetle kalkabilmeleri mümkün olmaz. Esasen ruhların kemalini istihdaf eden tabiat kanunları bunu kolaylaştıracak hiç bir çareyi ihmal etmiş değildir. Netekim bir hayat evvel birbirine kanlı pıçaklı düşman iki kimse bu kanunlardan istifade ederek yeni dünya hayatlarında, mesela iki kardeş olarak yaşarlar. Bu hal, aradaki münaferetin, mütekabilen yapılacak bir takım fedakarlıklarla sevgiye inkilabetmesine yardım eder. Ve tabiat bu münaferetin izalesi için ruhlara böylece yardım ederken bu işi güçleştirecek ve hatta, ona engel olabilecek eski adavetin hatıralarını onlarda yaşatmak istemez. Zira evvelki hayatlarında birbirinin amansız düşmanı olduğunu bütün çıplaklığı ile bilen iki kardeş, aralarında diken gibi duran bu kin ve adavetle dolu hatıralarında yaşarken birbirini nasıl sevebilir? Ve bu anlaşma, bu sevişme ruhların takati dışındaki birsürü engeller yüzünden tahakkuk edemezse onların iki kardeş olarak dünyaya inmelerinin ne kıymeti kalır?

4 – İnsan dünyaya gelmezden evvel buradaki iş planını kendi tekamülüne uygun şekilde Ispatyomda tayin eder. Fakat bu plan tertiplenirken amil olan ruhi halet, dünya maddelerinin içinde düşünen ve duyan bir ruhun haletinden başka türlüdür. Tecrübelerimizin planı bu dünyanın kafasına göre hazırlanmış değildir. Sefil şartlar içinde yaşamak zorunda kalan insan oğulları, Ispatyomda tekamül ihtiyaçlarını duymak ve bilmek imkanlarına malik ruhlar gibi değildirler. Binaenaleyh orada ruhun yaptığı plan, buradaki düşünce ve duygusu ile yapacağı plana uygun düşmez. Aradaki farkı şu ifade ile takribi olarak gösterebiliriz: Dünyaya inmezden evvel ruhun düşündüğü gaye, dünyanın hemen daima acı olan hadiseleri içinde yoğurularak görgü ve tecrübesini arttırmaktır. Halbuki bu düşünce ile dünyaya inince aynı ruhun, yani insanın telakkisi değişir ve gayesini maddelerin amakında ve onlarla kendi arasındaki kuvvetli bağların yalancı zevklerinde arar. Bu hal onun Ispatyomdaki düşüncesinin tamamiyle aksine olduğundan arada husule gelen uçurum onun için bir ıstırap menbaı olur. Maddelere hakim olmak için zahmetler ve meşakkatler içinde onların bağlarından kurtulmağa çalışmakla, dünya zevklerine kapılarak maddenin esareti altında kalmak arasında vukua gelen ruhi mücadele, ıstırap şeklinde kendisini gösteren bir hadisedir.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki duygu ve temayülleri dünyanın avlayıcı ve geçici saadetlerine doğru istikamet almış insan oğlu, eğer Ispatyomdaki serbes şartlar altında tayin etmiş olduğu ciddi bir hayat planını hatırlar ve bilirse onun burada yazılı olan korkunç ve felaketlerle dolu tecrübe hayatına başlamağa asla cesareti kalmaz. Yarın vukua geleceğini muhakkak suretle bildiğimiz bir felaket, ona tekaddüm eden sizin yirmi dört saatlik hayatınızı mefluç bırakmağa kafi gelirken, bütün hayatınız müddetince birinden öbürüne atlıyarak ve belki de hiç fasıla vermiyerek teselsül edecek korkunç ve tahammülü güç acı ve felaketli hadiseleri saati saatine evelden bilmeniz hayatta cesaretle faaliyet ve teşebbüslere girişebilmenize imkan bırakır mı? O halde bunları bilmemek ve sırası geldiği zaman onlarla karşılaşınca arkasından iyi günlerin geleceğini ümidetmek suretiyle tecrübe hayatında lüzumlu olan cesareti kaybetmemek en faydalı bir iş olur ki bu da bu günün hadiselerini neticelendiren geçmiş zamandaki işlerimizi unutmakla mümkün olur.

5 – İzzetinefsin tekamülde müspet rolü olduğu gibi menfi rolü de vardır; fakat yeryüzünde tecelli eden herhangi bir ruhi haletin müfidolabilmesi için ölçü ile ve yerinde kullanılmış olması lazımgelir. Dünyadaki tecrübelerle, bu tecrübeleri alakalandıran ruhi haller iyice ayarlanmış olmalıdır. Bunların aralarındaki nispetlerde vukua gelecek eksiklik veya fazlalık faydalı değil, zararlı neticeler doğurur.

Mesela izzetinefis bir çok yerde insanı büyük hatalardan korumağa vasıta olabilir. İnsan, izzetinefsi sayesinde kendini birçok sukutlardan kurtarabilir, bir çok fena hareketlerden, fena yerlerden uzaklaştırabilir. Fakat onun bu şekilde faydalı olabilmesi bir tek şarta muallaktır ki o da izzetinefis davasının ancak, fazilet sahibi bir insan olabilmek için sarfedilecek cehitere refakat edebilecek nispette ölçülü ve ayarlı olmasıdır. Bunun ölçüsü de insanın şuur ve vicdanı tarafından mürakabe edilir. Fakat bunun yanında, birsürü hodbince ihtiraslara alet olmak, başkaları üzerinde bir tefevvuk ve tahakküm vasıtası olarak kullanılmak suretiyle bu ölçünün dışına çıkan öyle izzetinefis davaları vardır ki sahibini en korkunç uçurumlardan yuvarlamağa bol bol kafi gelir. İnsanın bütün teşebbüslerini kırar, cesaretini yokeder, kardeşleriyle, hemcinsleriyle olan münasebetlerini incitir, cemiyette insanı pasif, çekinilir bir mahluk haline sokar, hatta daha ileri giderek onu serkeş, küstah ve bir cani yapar. Velhasıl insanın tekamülünü iyiden iyiye yavaşlatır. Böyle taşkın bir izzetinefis davası tekamül vasıtası olmaktan çıkar, zehirli bir yılan halini alır ki bunu geri ruhların mümeyyiz vasıflarından addederler. Binaenaleyh bazı kimselerin tefahur yerine kullandıkları: << izzetinefsime pek düşkünüm >> tabiri bir meziyet olmaktan ziyade kusurdur.

Demek izzetinefsin faydalı rolünden istifade edebilmek için evvela onu fazilet yolunda ölçülü olarak kullanmasını bilmek, sonra da eğer bu huy kötü bir şekilde kullanılmağa esasen alışılmış ise onu daha ziyade tahriklerden korumak için hayattaki teşebbüslerde tahammülün  üstünde ağır yükler altına girmemek lazımdır.

İnsan bir evelki hayatında neden muvaffak olamadığının hesabını vermek için değil, muvaffak olması lazımgeldiği için tekrar dünyaya iner. Demek burada tekamül için ona lazım olan şey, geçmiş hayatlarındaki hicabaver hatıralarının her vesile ile yüzüne çarpılması değil, ruhi zaaftan kurtulmasına yarıyacak unsurlarla onun karşı karşıya gelmesidir. Yani o, yeryüzüne ceza çekmeğe gelmez, yükselmek için gelir. Allah dünya hayatını, yapılmış kaba hataların intikamını almak için değil; ruhların yükselmesine, henüz güzelliğini ve iyiliğini tahmin bile edemediğimiz parlak şahikalara doğru uçup gitmesine bir vasıta olarak yaratmıştır.

Bu fikrimizi de bir misalle izah edebiliriz. Evelki hayatının tecrübelerinde muvaffak olamamış, maddi imkanlarını dünyanın aldatıcı zevk ve sefası uğrunda sarfetmiş ve yeryüzündeki hayatın bir gaye olmayıp vasıta olduğunu anlıyamıyarak bu yüzden dünyada birçok fenalıklar, zulümler, işkenceler yapmış veya bunların yapılmasına sebebolmuş bir şefi, bir sahibi tasavvur ediniz. Birinci imtihanından muvaffakiyetsiz çıkan bu ruhun ikinci dünya hayatında hemcinslerine karşı gösteremediği yakınlığı, sevgiyi bu defa göstermeğe çalışacaktır. Birinci hayatında o, kudretli ve kuvvetli bir maddi mevkie sahibolmakla bu işi tecrübe etmişti. Şef olmuştu, hükümdar olmuştu. Fakat bu tecrübeye dayanamadı ve yuvarlandı. Şimdi de tamamiyle bunun zıddı olan bir hayat tarzını tecrübe edecektir. Zira bu yol daha kestirmedir ve evvelkinden daha kolaydır. Binaenaleyh o, şimdi yeryüzüne tahammül edebileceği kadar ağır, kötü ve sefil maddi bir durumda enkarne olması lazımdır. Mesela ağır bir beden illetiyle malul, parasız, yersiz yurtsuz, sefalet ve mahrumiyetler içinde geçecek bir hayat onun aradığı şey olacaktır. Saniyen evvelki hayatında frensiz bir surette inkişafına yol vermiş olduğu izzetinefsini  kamçılayarak tekrar uyandıracak bütün unsurlardan onun uzaklaşmış olması lazımdır. Bu unsurlerdan biri de geçmiş hayatını, ve o hayatında sürdüğü saltanatı ve irtikap ettiği müteazzımane işleri tamamiyle unutmaktır.

Eğer böyle olacağı yerde bu adam ve etrafındakiler geçmiş hayatların bu zalim, iğrenç ve korkunç simasını tanımış olsalardı ne etrafındakiler ona lazım olan şefkati ve tatlılığı gösterebilirlerdi, ne de o etrafındakilerden bunu samimiyetle istiyebilirdi. Ve muhitine, karşı kalbini yumuşatması, insanlara sevgi ve ruh bağlariyle yaklaşması için alil ve merhamete şayan bir halde gelmeğe katlanan bu zavallı ruh, böyle etrafındakilerden merhamet ve şefkat yerine her vesile ile hakaret ve intikamcuyane hareketler gördükçe evvela uyanan sonra da şahlanan izzeti nefsinin ilcasına kapılarak isyan eder ve eğer kendisine gösterilen hakaretleri hiçbir kimseye iade edemiyecek bir durumda bulunuyorsa hayatına hatime vermek suretiyle tecrübesinde gene muvaffak olmadan çekilip giderdi. Halbuki pişman olmuş, yükselmeğe karar vermiş ve bunun için de ağır, feragatli bir hayatı göze almış bir ruhun bu fedakarlığı ve teşebbüsü tabiat kanunları muktezasınca boşa gidemez. İyi maksatlarla yapılmış her cehit insanı muhakkak surette yükseltir ve sevindirir.

6 – Nihayet, çok sevdiğiniz bir insanı; babanızı, ananızı, çocuğunuzu veya sevgilinizi... kaybettiğiniz ilk felaketli saatleri hatırlayınız. O anlarda sizi hiçbir şey teselli edemezdi, hiçbir şeyde arzunuz kalmamıştı. Bütün varlığınız karanlık alevlerin kızgın hararetiyle yanmaktaydı. Gözünüz dünyayı görmüyordu. Varlığınızı yalnız bir şey işgal ediyordu ki o da sevdiğiniz en kıymetli bir şeyi belki ebediyen kaybetmiş olduğunuzu zannetmenin ruhunuzda teselliye yol vermiyen acıları idi. Eğer sevgili unutma vetiresi araya karışmış olmasaydı ve siz o ilk ıstıraplı saatlerinizin duygularını aynı tazeliği ve aynı tafsilatı ile duymakta ve düşünmekte ölünciye kadar devam etseydiniz hayatınızın mütebaki kısımlarında haliniz nice olurdu? Fakat bilmek lazımdır ki bir çok ruhların geçmiş hayatlarında unutulması lazımgelen bu acılardan daha çok büyük acıları veya utandırıcı hatıraları vardır.

Birtek hayatımızda bile birçoğumuzun unutulmasını istediğimiz, bize karşı yapılmış olan veyahut bizim yapmış olduğumuz ne kadar yüz kızartıcı işleri ve hadiseleri vardır!...

Hulasa insanların yeryüzündeki tahammülünü, cesaretini ve yükselme imkanlarını hatıralariyle incitecek olan eski hayatları unutmak lazımdır.  Tabiatta hiçbir şey yersiz ve lüzumsuz değildir. Muntazam  tabiat kanunları altında her şey büyük gayeye, yani ruhların yükselmesi gayesine uygun bir seyir takibeder. Unutma vetiresi de bu kanunların hikmetle dolu değişmez ahkamından olarak kalacaktır..

Share

Bu site özeldir ve ticari amaç taşımaz.

Copyright © Dünya Ana