RUH VE KAİNAT - Dr. BEDRİ RUHSELMAN - BÖLÜM 20

Share

http://www.dunyaana.com/images/bedri%20ruhselman%203.jpgMUTAT HAYATTAKİ ARIZİ BAZI ŞUURSUZLUK HALLERİ

1 – Uyku Hali

Reenkarnasyon meselesindeki maksatlara uygun görünmiyen hallerden bire de uyku, çocukluk ve delilik gibi hayatın şuursuzca geçen bazı tezahürleridir. Mademki dünyaya birtakım tecrübeler geçirmek için geliyoruz ve bu tecrübelere şuur ve irademizle girişmek zorunda kalıyoruz, o halde neden dünyada atıl, şuursuz ve << ölü >> gibi bazı haller başımızdan geçiyor? Yukarı mütalaalara göre bu haller esnasında dünya tecrübelerinin muattal kalması icabetmez mi?. O halde araya neden bu boşluklar giriyor? Evvela uyku halinin reenkarnasyonizma fikrine aykırı olup olmadığını tetkik edelim:

Her şeyden evvel şunu hatırlatmak isteriz ki ruhun maddi esaretten kurtulmuş veya hiç olmazsa Ispatyomda tecelli etmiş olan serbes şuur hali kitabımızda bağlı şuur diye vasıflandırdığımız, dünya maddelerinin imkanları ve baskıları arasında tezahür eden mutat şuur halinden bambaşka bir şeydir, denecek kadar geniş ve şümullüdür.

Şimdiye kadar muhtelif bahislerde sırası geldikçe söylendiği veçhile, beyin gibi dünya maddelerinin her an değişebilen ve herhangi küçük bir hadise ile arızaya uğrayabilen fani, gayrı sabit unsurlarına merbut  << bağlı şuur >> hali, ruhun ebedi varlığiyle kaim umumi şuur haline hiçbir vakit miyar olamıyacağı gibi herhangi bir arızadan dolayı bağlı şuurda husule gelecek değişmeler de serbes şuur üzerinde müessir olamaz. Şunu da hatırlatmak lazımgelir ki: bir defa madde dünyasına adımını atmış olan insan ilk adımından itibaren fasılasız bir surette devam eden tecrübelerine başlamış bulunur ve bu tecrübelerin inkıtaı onun dünyadan ayrılacağı ana kadar devam eder. Yer yüzünde insanoğlunun geçirdiği hiçbir dakika boş değildir. İster uyusun, ister çocuk halinde bulunsun veya deli olsun, hasta olsun o, mütemadiyen muhitinden tesirler alır ve tesirler onun ruhunda görünen veya görünmiyen birçok intibalar husule getirir. Bu hususta tecribi ve marazi  psikoloji bize pek zengin misaller vermektedir. Esasen biz de evvelce degajman ve unutma bahislerinde bu hnsusta bazı misaller vermiştik. Hatırlama bahsinde de diğer misaller vereceğiz.

Burada mütalaayı kolaylaştırmak için evvela tabii uyku hali üzerinde duralım.

Zahiren ruhun bütün maddi faaliyetleri durmuş gibi görünen tabii uykuda bir çok ruhi melekeler - hatta bazen, uyanık haldekinden fazla olarak - faaliyet halinde bulunur. Bu hususta yapılmış dikkate şayan tecrübeler vardır. Bu tecrübelere temas etmezden evvel herkesin bildiği bir hadiseyi burada hatırlatmak isterim. Malumdur ki insan istediği saatte ekseriya uyanabilir. Bir istatistiğe göre, ( 67 ) insanlar vasati 12 dakikalık bir hata ile bu işi muvaffakiyetle yapabilirler. Ve bu hata daima mukarrer saatten evvel uyanmak suretiyle tecelli etmektedir. Bizzat yapmış olduğum şahsi tecrübelerim sırasında bu noktaya ait ve bazı diğer bakımlardan da şayanı dikkat bir müşahede ile karşılaştım; ruhun muhtelif melekelerinin uyku esnasındaki faaliyetini gösteren bu müşahede bence çok öğretici mahiyettedir. Müşahedem şudur:

Bundan bir kaç sene evvel Demir Yolları İdaresinde vazifedar bulunuyordum. Bilecikte idim. Bir gün İstanbulda bulunmaklığımı mutlaka icabettiren mühim bir işim çıkmıştı. Bu işimi görebilmek için o gece İstanbula doğru saat üçte geçecek olan ekspres trenine yetişmeliydim. Yalnızdım ve beni o saatte uyandıracak itimada değer bir kimse yoktu. Böyle hallerde arasıra yaptığım gibi, saat 2’de ( trenin hareketinden bir saat evvel ) uyanmak karariyle, mutadım üzere saat 22 de yattım. O zamana kadar yapmış olduğum tecrübelerimin neticelerine güvenerek mutlaka vaktinde uyanacağıma kani bulunuyordum. Derhal uyumuşum. Bir rüya görmeğe başlıyorum; güya uyanmışım. Fakat uyandığım zaman saat 3 olmuş. Aklıma dün akşamki kararım ve bu gün İstanbulda görülmesi lazımgelen mühim işlerimin altüst olduğu fikri geliyor. << Eyvah! diyorum. Treni kaçırdım. Dünkü telkinlerim beni aldattı. Trene bol bol yetişmek için saat 2 de uyanmağa karar vermiştim. Halbuki şimdi bir saat geç uyanmış bulunuyorum. Tam trenin gelme vakti… Ama neyleyim!?... Ben kalkıp hazırlanıncaya kadar o gelip gidecek. >> Yatakta başımı kaldırıp pencereden dışarı bakıyorum [ 1]. Filhakika tren istasyondan hareket etmek üzeredir. Fena halde canım sıkılıyor. Bir telkin ile uyanabileceğime dair olan kuvvetli itimadım yüzünden benim için adeta hayati bir ehemmiyeti haiz olan İstanbuldaki işlerimi kaçırdım, diye üzülüyorum. Hiddet ve ümitsizlikle karışık birtakım sıkıcı duygular içinde tekrar uyumağa karar veriyorum. Fakat tam bu sırada kim olduğunu teşhis edemediğim ve çok iyi tanıdıklarımdan, hatta dostlarımdan biri olduğunu zannettiğim birisi peyda oluyor ve bana şunları söylüyor:

[ 1 ] Yattığım odanın pencereleri tren durak yerine bakıyordu ve buradan, uzaktan trenin gelişi de görülebilirdi

<< Uyuma ve üzülme, hiçbir şey kaybetmiş değilsin. Bir saat sonra tren gelecek, onunla gidersin. Fakat seni o trenin içine almıyacaklar. Bununla beraber sen gizlice arkada bir vagonun içine gireceksin ve karanlık, dar bir yerde gideceksin >>.

Bu sözlere inanmıyorum ve kendikendime şunları söylüyorum:

<< Bu zat beni üzüntüden kurtarmak için böyle manasız ve saçma tesellilere kalkışıyor. Zira bu, son trendir. Bundan sonra gelecek olan yedi treni benim işimi görmez…. Saniyen, ben tren adamıyım, her zaman her trenin neresine olursa olsun binmek hakkımdır. Kim beni trene almamazlık yapabilir? >> ve uyumak üzere gözlerimi kapıyorum.

İşte tam bu sırada hakikaten uyandım. Gördüğüm ruyanın canlı tafsilatı ve tesirleri bana o kadar işlemişti ki, ilk zamande rüya görmüş olduğuma veya şimdi uyandığıma inanamadım. Kandimi muayene ettim, fakat şimdi hakikaten uyanık bulunuyordum. Hemen saatime baktım. İkiye beş vardı. Derin bir nefes aldım. Demek işlerimin doğurduğu heyecanla ben bu gece bir kabus geçirmiştim ve bu kabusta olduğu gibi, akşamki telkinlerim hiç de boşuna gitmemişti. Treni kaçırmamıştım. Zira onun gelmesine daha bol bol bir saat vardı. Henüz bu düşüncelerim bitmemişti. Birdenbire odamın içerisi aydınlandı ve istasyona gürültü ile bir tren girdi.

Herhalde bu, sık sık gelip geçen marşandizlerden birisi olacaktı. << Bol vaktim var >> düşüncesinden mütevellit tenbelce bir hareketle başımı kaldırıp istasyona baktım. Bir de ne göreyim, istasyonda duran tren yolcu treni değil mi?.. Halbuki bu saatlerde ancak bir tren vardı, o da benim beklediğim ekspresti. Hemen deli gibi yataktan fırladım. Henüz giyinmeğe başlarken tren hareket etti ve aldığı yolcuları ile beraber İstanbula doğru uzaklaşıp gitti.

Ne olmuştu?.. Nasıl oldu da 3 de kalkması lazımgelen bu tren bir saat evvel, yani 2 de hareket etti? Biraz sonra meseleyi kendi kendime izah ettim: O sıralarda saatimin yelkovanı gevşemiş bulunuyordu, arasıra biraz ileri veya geri kayar ve umulmadık zamanlarda vakti yanlış gösterirdi. Demek gene bu mel’un yelkovan bir saat geri fırlamıştı ve 3 yerine 2 yi gösteriyordu. İhtimalki ben akşamki telkini de bu yanlış ayara göre verdiğim için ona göre uyanmıştım. Yani bu saate göre tam vaktinde uyanmıştım, fakat hakikatte bir saat geç kalmış bulunuyordum. Bu defa canım hakikaten çok sıkıldı. Ve şimdi işlerimin cidden altüst olduğunu düşündükçe ruyamda iken peyda olan ve hala üzerimden tesiri silinmemiş bulunan üzüntüm bir kat daha arttı ve adeta saatimi parçalıyacak gibi oldum. Fakat artık iş işten geçmiş ve herşey olup bitmişti. İstemiye istemiye saatimi düzelttim, yani 3 yaptım ve yattım. Artık sabaha kadar deliksiz bir uykuyla uyuyarak iyice gerilmiş olan asabımı teskin etmek lazımgeliyordu. Uyumak için kafamdan bütün parazit fikirleri koğdum ve uyudum. Ne kadar zamanın geçtiğini bilmiyorum. Uykumun içinde iken sanki birisi beni uyandırmak için dürter gibi oldu. Bu duygu ile uyandım ve etrafıma baktım. Kimse yoktu. Hiç yeri olmıyan bu uyanış, henüz yatışmayan sinirlerimin gerginliğini arttırmaktan başka bir işe yaramamıştı. Fakat gene sebepsiz bir duygu ile pencereden dışarı baktım. Demiryolunun nihayetlerine doğru gözüm kaydı. Uzaktan İstanbul istikametine doğru gelmekte olan bir trenin ışığı görünüyordu. Acaba bu bir marşandiz mi idi? Gayri ihtiyari olarak istasyona baktım. Bir iki yolcu duruyordu. Saatim 3,55 idi. Artık ne olursa olsun, hiç bir şey düşünmeden yataktan fırladım, yarımyamalak giyindim. Esasen akşamdan hazırlamış olduğum çantamı yakalıyarak kendimi istasyona attım. Fakat ben bütün bu işleri yapıncaya kadar tren istasyonunu yapmış ve İstanbul istikametinde ağır ağır yol almağa başlamıştı. Bu, benim beklemekte olduğum ekspresin ta kendisi idi. Hemen vagonlardan birinin basamağına atladım. Kapısı kilitli idi. Oradan tekrar hızla yere indim ve diğer bir vagona atladım. Onun da kapısı kilitli idi. Gece olduğu için ortada kimse görünmüyordu. Hava soğuktu ve ben böyle basamakta takriben bir saatlik mesafe olan müteakip istasyona kadar gidemezdim. Bu sırada tren istasyondan çıkmıştı ve süratini gittikçe arttırıyordu. Ben tekrar yere indim, güç halle ve pek tehlikeli bir vaziyette en arkadaki vagonlardan rasgele birinin basamağına kendimi atabildim. Eğer bunun da kapısı kilitli olsaydı tekrar yere atlıyamıyacak ve orada gitmeğe mecbur kalacaktım. Zira tren adamakıllı süratlenmiş idi. Bereket versin bunun kapısı kilitsizdi. Derin bir nefes aldım ve içeri girdim. Fakat burası vagon sahanlığı idi ye iç kapıları kilitli bulunuyordu. Dar ve karanlık olan bu yerde gitmek basamakta gitmekten daha çok konforlu olduğundan, bu hal beni müteessir etmedi. Bilahara bulunduğum bu vagonun lokanta vagonu olduğunu öğrendim. Kondüktörler buraya uğramadığından ve ben de istasyonlarda çok az duran trenin tevakkufu esnasında inerek tekrar tehlikeli bir oyuna girişmek istemediğimden büyücek bir istasyona gelinciye kadar orada seyahati göze aldım. Ve sabaha karşı İzmite yaklaşınca lokantanın garsonları uyandı bende bu dar yerden kurtuldum. Bilahara bütün mesele anlaşıldı: Benim saatim doğru idi. Ve zannettiğim gibi yelkovanı geri gitmemişti. Ancak, akşam saat 19 da Bilecikten geçmesi lazım gelen bir yolcu treni kaza neticesinde taahhura uğramış ve saat 2 de gelebilmişti. İşte benim ekspres zannettiğim ve lüzumsuz yere saatimi onun vüruduna göre bozduğum ilk tren bu idi. Asıl ekspresde tam vaktinde, yani saat 3 de gelmiş bulunuyordu. Demek ben evvelce bu taahhurdan haberdar olmuş bulunsaydım saat 2 de ilk uyandığım zaman tam vaktinde hareket edecek ve hiç bir telaşa lüzum kalmadan rahat rahat trene yetişecektim. Bunun tersine olarak da eğer ilk tren geçtiği zaman, treni kaçırdım diye hiç uyanmadan yatmış olsaydım beyhude yere ekspresi kaçırmış bulunacaktım! Şimdi bir çok bakımdan dikkate değen bu hadisenin bazı noktaları üzerinde durmak isterim:

1 – Akşam yatarken vermiş olduğum karar mucibince saat 2 den beş dakika evvel uyandım. Bu hal şimdiye kadar yapılmış olan bir çok müşahedelere uygundur.

2- Uyandığım zaman yataktan kalkıp hazırlanmaklığım lazım gelirken  gecikmiş bir yolcu treninin tesadüfen [ 1 ] tam o dakikada gelişine bakıp aldanarak, tahteşşuurumla dosdoğru yapmış plduğum bir işi şuurumla bozmuş ve saatimin yanlışlığına hükmederek tekrar uyumağa karar vermiştim. Buraya kadar olan şeylerde fevkaladelik yoktur. Bununla beraber burada da izaha mühtaç olan meseleler yok değildir. Mesela akşamdan (...) saatte uyanmak üzere yapılan telkinle insan, hangi ruhi mihanikiyetin tesiri altında o saatte uyanabiliyor? Eğer uyku esnasında ruh atıl ve camit bir halde bulunuyorsa bu faaliyet nerden geliyor?  Saniyen, burada şaşmadan zamanı tayin eden kimdir ve bu nasıl mümkün oluyor? Geçen bahisleri hatırlıyan okuyucularıma bu husustaki meseleler yabancı gelmiyecektir.  Fakat burada şu noktayı ehemmiyetine binaen katiyetle ifade etmeği  zaruri görürüm:  Bu  mesele ruhun varlığını ve devamlı faaliyetini nazarı itibara almıyan herhangi bir fikir sahibi için kabili izah değildir. Zira burada, yalnız nebati bir hayatta yaşıyan bedenin ataletine mukabil beşeri hayatın bütün zaruretlerini en ince teferruatına kadar takibeden ve tahakkuk ettirmeğe çalışan bir faaliyet göze çarpmaktadır. Ve bu faaliyet dünyadaki işlerin ehemmiyet ve zaruretini bilen ve uyumıyan bir varlığa aittir ki bu da ruhtur. Ruhun bedenle münasebeti az çok gevşemiş halindeki faaliyeti, mutat haldekinden şüphesiz daha kudretlidir. Netekim bu misalde ben boyuna saate bakmama rağmen gene yanılmaktan kendimi kurtaramadığım halde uyku halimdeki faaliyetimle bu işi daha mükemmel yapmlş bulunuyorum.

Fakat aşağıdaki noktalar bu misali daha esrarengiz bir hale sokmaktadır:

3 – Akşam yatarken 2 de uyanmaklığım hususunda vermiş olduğum telkinin tahakkuk etmesi, yani benim matlup saatte uyanabilmekliğim eğer otomatik bir mihanikiyetle vaki olsaydı tekrar uyuduktan sonra ve bilhassa sabaha kadar deliksiz bir uyku ile uyumak hususunda vermiş olduğum karar üzerine trenin hareketinden altı dakika evvel uyanmamaklığım icabederdi. Klasik müşahedelere uygun olan bu hal burada otomatik bir hareketi değil, muayyen bir maksat uğrunda sarfedilmekte bulunan bir cehdi gösterir. Bu cehit benim o sıradaki bağlı şuurumun aksi istikametinde cereyan etmekte idi. Zira benim her şeyden ümidini kesmiş ve uyumağa karar vermiş bağlı şuurumun bu hareketine mukabil gene bende bulunan ve trene beni yetiştirmeğe çalışan bir varlığın faaliyeti devam etmektedir. Bu hal, insanın uykusu esnasında atıl olmadığını ve muhitiyle münasebetleri hakkında bilgi sahibi bulunduğunu ve hatta birtakım faaliyetler gösterdiğini isbat eder.

4 – Arada geçen ruya hadisesi de ayrıca kıymeti haizdir. Ayniyle tahakkuk eden diğer ruyalar görmüşümdür. Fakat bu kadar canlı, tafsilatlı bir ruya ile karşılaşmadım. Bu ruyanın bazı hususiyetlerini ayrıca tebarüz ettirmeği faydalı buluyorum:

a – Filhakika aynen rüyada gördüğüm gibi ilk gelen treni kaçırdım.

b – Ruyada birisi bana başka bir trenin geleceğini ve ona yetişebileceğimi söylüyor, ben ikinci trenin olmadığına kani bulunarak buna inanmıyorum. Halbuki hakikatte mutadın hilafına bu hal de vaki oluyor. Hatta bu hal o zaman bence o kadar ihtimalden uzak bulunuyor ki ben saatimi bile değiştirmek ihtiyacını duyuyor ve ruyaya ehemmiyet vermiyor ve << uyuma! >> diye yapılan ihtara da kulak asmıyarak uykuya dalıyorum.

c – Ruyamda trene alınmıyacağım ve arkada karanlık ve dar bir yerde seyahat edeceğim bildiriliyor. Ortada o zaman buna hiçbir sebep göremediğim için buna da kulak asmıyorum. Fakat hakikaten bir saat sonra beklemediğim bir tarzda bütün tren kapılarını kapalı buluyor, bin müşkülatla ve tehlikeler içinde kendimi arka vagonlardan birine atabiliyor ve karanlık, dar bir yerde ayakta uzunca müddet seyahate mecbur kalıyorum. Bütün bu akla gelmiyen işler bir saat evvel ruyada bana bildiriliyor.

Bu hadiselerde tebarüz eden nokta, bağlı şuurumuzun dışında faaliyet gösteren basiretli bir varlığın mevcudiyetinin ifadesidir. Binaenaleyh uykuda insan dışarıdan göründüğü gibi bir ölü halinde değildir. O, – hatta gelecektekiler de dahil olduğu halde – hadiseler karşısında uyanık haldekinden daha hassas bir durumda bulunmaktadır. Hulasa insan uyurken dünyanın kuyudatından azade kalmış değildir.

Bu misalden sonra diğer araştırıcılar tarafından toplanmış ve tetkik edilmiş bu meseleye dair bazı misaller daha vereceğim. Bunlar uyku esnasında vücudümüze ynpılan tesirlerin ruhumuzda husule getirmekte oldukları intibaları ve hatta imajları gösterirler. Ve bu hal uykudaki bir insanın dünya ihtizazlarından müteessir olduğunu sarahatle bize anlatır.

I – Uyuyan bir adamın burnunu ve dudaklarını bir tüy parçasiyle gıcıklıyorlar, bu anda adam derhal şöyle bir ruya görmeğe başlıyor:

Onun yüzüne işkence maksadiyle ziftten bir maske geçirmişlerdir. Yüzüne iyice yapışmış olan bu maskeyi birdenbire çekip çıkarıyorlar, fakat maske ile beraber dudaklarının, burnunun ve bütün yüzünün derisi de kalkıyor. ( 68 )

II – Uyuyan birisinin ensesini hafifçe çimdikliyorlar. Bu esnada o, ruyasında çocukken kendisini tedavi eden bir doktorun ensesine pehlivan yakısı yapıştırmakta olduğunu görüyor. ( 68 )

III – Uyumakta olan bir insanın kulağının dibinde çelik bir bıçakla bir maşayı birbirine sürterek gayet hafif bir ses çıkartıyorlar. Adam ruyasında şunları görüyor: çanlar çalınmakta ve kendisi 1848 haziran vakasında yaşamaktadır. O, bu vakanın bütün tafsilatını görüyor. ( 68 )

IV – Burnuna bir kolonya şişesi yaklaştırıldığı zaman uyuyan adam kendisini Mısırda, Kahirede bir lavantacı dükkanında görüyor ve orada bir sürü maceralar geçiriyor. ( 68 )

V – Bu guruba sokulabilen şahsi bir ruyam da vardır: Bundan 19 sene evvel Kastamonuda bulunurken bir gece, birinci cihan harbinin acı günlerinden birini ruyamda görüyorum. Davullar çalınıyor ve 314 lülerin askere davet edildikleri ilan olunuyor. Fakat bu davul sesi bana o kadar acı geliyor ki onu sanki beynimin içinde gümbürdüyor zannediyorum. Bizi palas pandıras yakalıyorlar ve burada tafsilatına lüzum görmediğim bir çok maceralar içinde harp meydanına götürüyorlar. Fakat bütün bu hengamede davulun sesi susmuyor. Bundan başka harp meydanına geldiğim zaman bu muziç ses şimdi de mütemadiyen patlıyan bir top sesine inkilabediyor. Bu ses harp meydanının diğer bütün gürültülerine hakimdir. Nihayet bu melun sesin azabı içinde uyanıyorum, fakat uyanırken ve uyandıktan sonra da o sesin aynı ritimle devam ettiğini duyuyorum. Yalnız bu defa o ne bir davul sesidir, ne de top sesi. Sadece tokmağiyle vurulmakta olan kapının sesidir.

Bu ruyalar basit oldukları kadar bu bahsimizi aydınlatıcı mahiyettedirler. Fakat bunların yanında daha karışık öyle ruyalar vardır ki bunlar bizi bilgi sahasında daha ilerilere  götürürler. Biz bunların mütalaasiyle fikir gibi bir takım yüksek ihtizazlı amillerin [ 1 ] de uyumakta olan insanlar üzerinde intibalar ve imajlar tevlidedebildiklerini anlarız. Aşağıdaki ruya buna güzel bir misal olur. Bunu Paris Hastaneleri Cerrahi Dr. Aime Guimard aşağı yukarı şu ifade ile anlatıyor:

<< Bir Eylül akşamı her vakitki gibi yatağa girmiştim. Saat on bire doğru, tahammül edilmez bir diş ağrısına yakalandım. Bu hal sabahın ikisine kadar devam etti. O günlerde mide kanseri ameliyatına dair yazmakta olduğum bir kitabın son bahsine ait planı da bu ağrılar arasında mütemadiyen düşünüyordum. Fakat bu düşüncem arasıra ağrının şiddetlenmesiyle inkitaa uğruyor ve o zaman yarın sabah erkenden komşum olan diş hekimi Mr. Martial Langrange’e gidip dişimi çektirmeği düşünüyordum. İşte bütün uykusuzluğum esnasında düşüncem bu iki nokta üzerinde toplanıyordu...

<< Sabahın saat onuna doğru diş hekiminin bekleme salonuna girdim. O beni görünce; ( işte bu tuhaf! ) diye bağırdı. ( Bütün gece sizi ruyamda gördüm ) dedi. Ben şaka tarzında cevap verdim. ( Ruyanız benim araya karışmamla inşallah müziç olmamıştır ). ( Bilakis, dedi gördüğüm ruya, ruya değil kabustu. Ruyamda mide kanseri olmuşum, siz de mütemadiyen benim karnımı yarmakla meşguldünüz! ) >> Doktor uzun zamandanberi diş hekimi ile görüşmediğini ve onun bu kitaba ait hiç bir bilgisi bulunmadığını ilave ediyor. ( 15 )

Burada cerrahın kafasından geçen ameliyat vetiresine ait fikirler gayrı ihtiyari olarak dişçiye intikal ettirilmiş ve o sırada bedeni uyuşuk, uyku halinde bulunan diş hekiminin yarı serbesleşen perisprisi bu fikirlerin kolaylıkla tesiri altında kalmıştır. Biz bu nevi tesirlerin beden üzerindeki tezahürlerine o kadar inanırız ki eğer bu şartlar altında gönderilen fikirler biraz daha yoliyle sevk ve idare edilmiş olsalardı ve süje de daha derin bir degajman halinde bulunsaydı diş hekiminin midesinde hakikaten bir takım marazi teşevvüşler bile meydana gelirdi diyebiliriz. [ 1 ]. Zira Metapsişikte yapılmış diğer tecrübeler bu halin daha kuvvetli misallerini bize vermiştir. Netekim tahayyülün yaratıcı kabiliyetleri ve dedublumanın ilk bakışta gayrı tabii görünen varyeteleri hakkında evvelce söylediğimiz sözler de bu fikirlerle bizi tenis etmeğe yaramıştır, sanırız.

Keza bazı ruyaların tetkikiyle, insanın uyku halinde de gündüzki işleriyle meşgul olduğunu daha iyi anlamış oluruz. Bu nevi ruyalardan da birkaç tanesini okuyucularıma taktim ediyorum:

1 – << Epeyce sene evvel Hudson’da büyük ve güzel bir evi olan bir dostum tarafından davet edilmiştim. Bir aralık orada bulunan diğer misafirlerle beraber bir kır gezintisine çıktık. Bütün kırları dolaştık. Bu gezinti en aşağı bir saat kadar sürmüştü. Eve döndüğümüz zaman bence kıymetli bir hatırası olan altın kol düğmelerimden birisinin gezinti esnasında düşmüş olduğunu gördüm... Bunun ne vakit ve nerde kaybolduğunu bilmiyordum... Hava kararmıştı. Mevsim de sonbahar olduğundan yerler kuru yapraklarla örtülü bulunuyordu. Bu yüzden düğmeyi aramak için çıkmağa lüzum görmedim. O gece ruyamda bir duvar kenarındaki asmanın üzerine kurumuş bir salkım üzüm görüyorum. Asmanın altındaki toprağın üzeri kuru yapraklarla örtülü. Ve bu yaprakların altında altın kol düğmem parlıyor. Ertesi gün uyandığım vakit dünkü gezintimiz esnasında böyle asmalı bir duvarın yanından geçtiğimizi hatırlayamadım. Arkadaşlardan sorduğum zaman onlar da bunu hatırlıyamadılar. Kimseye söylemeden birgün evvel dolaştığımız yerleri tekrar görmek için sokağa çıktım. Dümdüz gidiyordum. Karşıma birdenbire bir duvar çıktı. Üzerine bir asma ağacı yaslanmıştı. Bunun manzarası tıpkı ruyamda gördüğüm gibi idi... Altında gene ruyamda gördüğüm gibi kurumuş yapraklar vardı. Müsbet düşünen kafamla kendimi gördüğüm ruyaya göre hareket eden bir budala yerine koyuyordum. Bunun için adeta kendi kendimden utana utana yaprakların yanına yanaştım. Ve onları karıştırdım. Biraz sonra altın düğmenin parlaklığı gözüme çarptı. O, ruyada gördüğüm gibi yaprakların altında duruyordu. >> ( 69 )

2 – Borockelbank çakısını kaybediyor, her tarafı beyhude yere arıyor fakat bulamıyor. Ruyasında çakısının bulunduğu pantolonunu ve cebini görüyor. Filhakika çakı orada bulunuyor. ( 70 )

3 – Dante’nin oğlu Jaques Alighieri, babasının Divine Comediae unvanlı eserinin parçalarını toplarken bu parçalara ait 13 şarkının kaybolduğunu görüyor. Ve onları bir türlü bulamıyor. Bu halden müteessir olan Jaques bir gece hakikaten harikulade bir ruya görüyor. Bu ruyada babası beyazlar giyinmiş ve başı da fevkalade bir nurla sarılmış olduğu halde kendisine görünüyor. Hayatında iken oturduğu odaya oğlunu götürüyor. Ve oradaki gizli bir dolapta aranılan şarkıların bulunduğu yeri ona gösteriyor. Ertesi günü Jaques ruyada gördüğü yeri arıyor ve şarkıları orada buluyor.

4 – << 1870 tarihlerine doğru köprüleri ve büyük şoseyi tetkik etmekle tavzif edilmiştim. Arasıra bu havalide vukua gelen seylaplar köprülerin durumunu tehlikeye sokuyordu... Senelerdenberi bu işlere nezaret etmeğe o kadar alışmışım ki bu yüzden bende hasıl olan itimadınefisle hiçbir yerde tehlike görmüyor ve müsterih bulunuyordum... Fakat, bir gece ruyamda köprülerden birinin gayet açık ve canlı bir tablosunu görüyorum... Bir ses bana şunları söylüyordu:  ( git bu köprüyü tetkik et! ) Bu ihtar üç defa tekerrür etti... Ertesi sabah atıma binerek takriben altı mil kadar uzakta bulunan mezkur köprüye vardım. Köprünün durumunda hiçbir fevkaladelik yoktu. Fakat ruyanın üzerimdeki tesiri o kadar şiddetli idi ki bu hal beni çok dikkatli bir muayeneye mecbur etti. Suyun içine girdim, ve hayretle gördüm ki su içindeki temeller cereyanın tesiriyle adamakıllı aşınmış ve incecik bir hale gelmişti. Hemen o günden itibaren tamire başlamasaydık bu köprü yıkılacektı. Ve şu da muhakkak idi ki eğer ben o ruyayı görmeseydim bu köprünün tamiri yapılmıyacaktı. Çünkü diğer köprüler arasında bu köprünün temellerinin bu hale geldiği benim aklımdan bile geçmemişti. ( 69 )

Fakat uyku halinde ruhun dünya işlerine ait alakası ve faaliyetleri bazı şartlar altında o kada ileri gidebilir ki bunları uyanık halde iken ancak metapsişikte kullanılan prosedelerle veya telestezik kabiliyetlerin yardımiyle müşahede etmek mümkün olur. Ruhun bu faaliyetlerine ait elimizde bir çok misaller vardır. Bu faaliyetler bağlı şuurda istikbale ait hadiseleri ihbar edici ruyalar halinde tecelli eder. Bu yolda çalışan alimler bu nevi ruyalara << telepatik ruyalar >> demişlerdir. Biz kitabımızın hacmi müsaade etmediği için bunlardan ancak bir tanesini okuyucularımıza takdim edeceğiz:

<< 1895 senesi başlangıcında Rus bahriyesinde yüksek bir memurun zevcesi madam Lukawski, bir gece kocasının inlemeleriyle uyandı. Kocası uykusunda şöyle bağırıyordu: << İmdat! Beni kurtarınız! >> aynı zamanda boğulmak üzere bulunan bir adam gibi çırpınıyordu. O, ruyasında müthiş bir deniz kazası görüyordu. Uyandıktan sonra karısına anlattı. Büyük bir geminin güvertesinde idi. Bu gemi birdenbire diğer bir gemiye çarparak batıyordu. O, kendisinin denize fırladığını görüyor ve bir yolcu ile beraber canını kurtarmağa çalışıyor, fakat dalgalara gömülüyordu. Karısına bu ruyayı anlattıktan sonra şunları ilave etti : << Ben şimdi inandım ki benim ölümüm denizden olacak. >> O, buna o kadar kani olmuştu ki sanki son günleri gelmiş bir insan gibi işlerini tertiplemeğe başladı. İki ay geçti ruyanın tesiri zayıfladı. Fakat Karadenize gitmek için kendisine nezaret tarafından bir emrin gelmesi işleri tekrar canlandırdı.

<< Petersburg garında karısından ayrılırken Lukawski şunları söyledi:

<< Ruyayı hatırlıyor musun? >> - << Yarabbi, niçin onu bana soruyorsun?>> - << Zira ben geri dönmiyeceğimden ve tekrar görüşemiyeceğimizden eminim. >> Madam Lukawski onu teskin etmeğe uğraştı. Fakat o, sesindeki derin bir hüzünle: << Sen ne istersen söyle! Kanaatlerim değişmiyecek, ben sonumun yakın olduğunu duyuyorum. Onu kimse menedemiyecek... Evet, ben gemiyi, güverteyi, müsademe anını, paniği ve sonumu görüyorum... Onların hepsi tekrar gözümün önünde canlanıyor. >> Kısa bir sükuttan sonra ilave etti: << Benim ölüm haberim geldiği zaman ve sen de matem elbiseni giydiğin zaman nefret ettiğim uzun siyah peçeyi koymamanı rica ederim. >> Madam Lukawski cevap vermeğe muktedir olamadı ve hıçkırmağa başladı. Trenin düdüğü haykırarak hareket zamanını haber verdi. Lukawski karısını sevgi ile kucakladı. Ve tren kayboldu.

<< Madam Lukawski iki haftalık sonsuz bir endişeyi müteakip Karadenizde Wladimir ile Sineus isminde iki geminin müsademe ettiğini gazetelerde okudu. Ümitsizlik içinde Odesadaki amiral Zelenoi’ye kocasından bir haber almak için telgraf çekti. Ve şu cevabı aldı: << Kocanızdan şimdiye kadar hiç bir haber alınmadı. Fakat şurası muhakkak ki o, Wladimir’de idi. >> Ve bundan bir hafta sonra kocasının ölüm haberi geldi. Kaza esnasında Wladimir’de M. Henicke isminde bir yolcu, bir can kurtaranla denize atlamıştı. O sırada M. Lukawski de suya düşmüştü. Cankurtarana doğru döndü. Henicke onu görünce << ona yapışmayınız. İki kişiyi kaldırmaz, ikimiz de beraber boğulacağız! >> diye bağırdı. Fakat buna rağmen M. Lukawski ona saldırdı. Ve yüzmek bilmediğini söyledi. Bunun üzerine Henicke: << O halde tutunuz ben iyi yüzücüyüm. Kendimi kurtarırım >> dedi fakat tam bu sırada büyük bir dalga geldi ve onları ayırdı. M. Henice kendisini kurtarabildi fakat Lukawski mukadderatına doğru yürüdü. >> ( 124 )

Bu ruyalar insan ruhunun uyku esnasında da dünya işleriyle, hatta uyanık haldekinden daha basiretli bir surette alakadar olduğunu açıkça gösteriyor. Demek insan, uyurken de dünyada yaşamaktadır ve dünya tecrübelerinden ayrılmış değildir. Fakat bu hal, uyanık haldekine nispetle başka bir tertipte vukua gelmektedir. Bununla beraber şunu da unutmıyalım ki uyku hali dünya tecrübelerinin selameti için başka bir bakımdan zaruridir.

Tabii uyku halindeki durumu bu suretle tesbit ettikten sonra biraz da suni uyku halinden bahsedelim:

Bu hususta yapılan tecrübeler bahsimizin mütalaasına yarıyacak kıymetli bilgiler vermektedir. Hipnoz halinde iken süjeye verilen telkinlerin bilahara süjenin ahval ve harekatı üzerinde ne kadar hakimane roller oynadığına dair evvelce bazı misaller vermiştik. [ 1 ] Burada bir kaç misal daha vererek onları takviye etmek istiyoruz. Bunları evvelkilerle karşılaştırarak tekrar gözden geçirmek faydalı olur. Zira evvelki misaller şimdiki bahsimizi de aydınlatıcı mahiyettedir.

Tabii uykuda olduğundan daha çok ileride bir kabiliyetle, hipnoz halindeki süjeler uykularının bir çok safhalarında dışarıdan tesirler alırlar ve o tesirlerin intibalarını ruhlarında taşıdıklarına dair bazı tezahürler gösterirler.

1 – Mlle Celine ilmi bir heyet karşısında somnambül haline konuyor; bu halinde iken o, tıpkı bir hekimin yaptığı gibi asistanlardan bir çoklarını muayene ediyor, hastalıklarının teşhisini koyuyor ve etyolojileri, tedavileri hakkında mütalaalar yürütmeğe başlıyor. ( 3)

Tabii somnambülizma halinde bulunurken bazı kimselerin fevkalade işler yaptıklarını çoğumuz bilir. Bunlardan da vereceğimiz bir kaç misal işimize yarıyacaktır:

2 – Bir hizmetçi olan Gassendi gece karanlıkta üstü sürahi ve bardaklarla dolu bir tepsiyi başının üstüne koyarak gayet dar bir merdivenden hiç bir arızaya uğramaksızın inip çıkardı. ( 3 )


[ 1 ] ( Hipnozun fenomenik tezahürleri ), ( geçmiş hayatları hatırlamak lüzumlu değildir. ) ve  ( dedubluman hadisesinin tecribi müşahedesi ) bahislerine bakınız.

3 – Bir somnambül, gözleri kapalı olduğu halde yazı yazardı. Fakat onun bu yazıyı görebilmesi için mutlaka şamdanını yakmağa ihtiyacı vardı. Oda diğer lambalarla iyice aydınlanmış olduğu halde dahi o – yazabilmek için – gene şamdanını yakmalı idi! Etrafında bu hadiseyi seyredenler yazısını yazarken şamdanını söndürdüler. Somnambül göremez oldu ve yazısını yazamadı. Ancak şamdanı tekrar yakıldıktan sonra yazısına devam etti. ( 3 ) Unutulmasın ki bütün bu hadiseler esnasında onun gözleri kapalıdır.

4 – Başka bir somnambül gece yarısı yatağından kalkıyor, birkaç potrel ile ayakta duran tehlikeli ve yüksek duvarlardan ibaret bir harabeye gidiyor ve bu yüksek duvarların üzerinde, sanki geniş bir caddede geziniyormuş gibi emniyetle, dolaşıyor.  ( 72 )

5 – 24 yaşında bir genç kadın şiddetli asabi bir buhran neticesinde hastalanıyor. Bu hastalıktan sonra kendisinde tabii bir somnambülizma hali teessüs ediyor. Marazi uykusunun her başlangıcında evvela korkunç ihtilaçlar geçiriyor. Bir müddet sonra da somnambülizma hali başlıyor. Fakat bu hal başlayınca o tamamiyle değişiyor ve faal bir hayata giriyor. Artık ne ihtilacı, ne ıstırabı, ne de diğer rahatsızlıkları kalmıyor. Bu sırada kitabını okuyor, iş işliyor ve bilhassa şayanı hayret bir süratle dikişler dikiyor. Gözleri yarı kapalıdır. O, bir buhran içinde bulunduğunu o zaman biliyor ve bu buhranın ne kadar devam edeceğini, gelecek buhranın ne vakit başlıyacağını ve o zaman  kendisine karşı nasıl hareket edilmesi lazımgeldiğini doğru olarak söylüyor. Bu buhranlar bazen bir kaç saat, bazen de bir gün kadar sürüyor. Fakt uyandıktan sonra hasta hiç bir şey hatırlamıyor.

6 – Somnambül eczacının hali metapsişikte klasik bir misal olmuştur. Bu zat uykusu halinde gündüzki gibi işlerine devam etmekte ve reçetelere bakarak ilaçları hazırlamaktadır. Hatta bir gün doktor, eczacının bu halinden şüpheleniyor ve kasten zararlı bir reçete yazarak diğer reçetelerin arasına karıştırıyor. Kendisi de eczanenin bir yerine saklanarak eczacının bu reçeteyi nasıl karşılayacağını tetkika koyuluyor. Eczacı mutadı üzere gene uyku halinde olduğu halde eczaneye geliyor ve reçetelere bakarak birer birer ilaçlarını yapmağa başlıyor. Sıra mahut reçeteye gelince hayretle duruyor ve kendi kendine: << Acayip, bunu doktor nasıl yazmış? Yarın doktora göstermeliyim >> diyor ve onu bir tarafa ayırıyor.

Bütün bu misaller tetkik edilirse uykunun yalnız bedene aidolduğu ve hakikatte ruhun uyanık bulunduğu ve hatta bazı şartlar altında bedeni tıpkı uyanık halindeki gibi de kullanabildiği anlaşılır. Burada insanı aldatan nokta şudur: uyku halinde iken yapılan işlerden ve alınan intibalardan kimsenin haberi olmaz ve bunlar nihayet ve bazı şartlar altında müphem ve çok defa dikkat nazarını çekmemiş bir ruya halinde mutat şuura aksetmiş olsalar bile, akademik düşüncelere kurban giderek hakiki kıymetleriyle bir tetkik mevzuu olmak istihkakını kaybetmiş bulunurlar.

Fakat unutmanın tabii bir vetire olduğunu ve hatta dünya tecrübeleri için lüzumlu bulunduğunu bilen bir metapsişikçi başka türlü düşünür. Onun bu düşünüşünü destekliyen kuzvetli sebepler de vardır ki bunların bir an evvel akademik birer mevzu olmasını o, bütün samimiyetiyle temenni eder.

Hulasa, uyku halinin dünyadaki tecrübeleri geçirmek fikriyle uyuşamıyacağını düşünemeyiz. Zira uyku hali de dünya tecrübeleri içinde ve başka bir tertipte cereyan eden ruh faaliyetinin tezahüründen başka bir şey değildir.

2 – Çocukluk hali

Şimdi çocukluk haline gelelim: Dünyaya gelmekten maksat ruhun tekamülüdür. Bunun da manası; maddeler aleminde insanın, görgü ve tecrübesini arttırmasıdır. Ruhun aktif durumu zaruri olarak onu bu yola sevkeder. İnsanın, sonu gelmiyen maddeler kainatında şümullü bir meleke ve rusuha sahip bulunması için evvela vasıtalarını ona göre hazırlamış olması lazım gelir.

Ispatyomdaki bir ruh, yeni tecrübelerine başlamak ve bu tecrübelerinde muvaffak olmak kararını ne kadar kuvvetli bir irade ile vermiş olursa olsun, eğer dünyada bu tecrübelerinin tahakkukuna lazım olan şartları hazırlamamış bulunursa bu işinde muvaffak olamaz. İşte dünyada geçirilmesi zaruri olan çocukluk devresi de tabiat kanunlariyle, yani ilahi kanunlarla taayyün etmiş bu muvaffakiyet şartlarından birini teşkil eder. Farzedelim ki bir ruh dünyaya gelir gelmez hemen kahil bir insan bilgi ve zekasını iktisabetmiş ve kahil bir insan gibi efal ve harekatını sevk ve idare edebilecek bir duruma girmiş bulunsun. Yani o, iptidai hiç bir hazırlık devresi geçirmeden dünyanın en ağır ve karışık tecrübelerine, doğar doğmaz hemen başlamış bulunsun. Acaba bu şartlar altında  bur ruh bütün tecrübelerinde daha mı iyi muvaffak olabilirdi? Bu fikrin münakaşasına bir misal vermekle başlıyalım: Geçmiş hayatında canavar ruhlu olan bir insan bu dünyaya geldi. Onun bu enkarnasyonundaki gaye, ruhunun sert taraflarını yumuşatmak, sivri köşelerini yontmaktır. Henüz cılız ruhunun eski za’fiyle yer yüzüne inen bu insan, eğer kendisine lüzumlu olan çetin ameliyeyi kolaylaştıracak iptidai bir hazırlık devresinden geçmezse bu ameliyeyi muvaffakiyetle ikmal etmek şöyle dursun, ona başlıyamaz bile.

O, henüz acemisi bulunduğu dünya işlerinde muvaffakiyetle yürüyebilmek için bir müddet kendisinden daha tecrübeli insanların vesayetine mühtaçtır. Bu insanlar, en evvel onun aile yuvasını dolduranlar arasında bulunur. Fakat haşin bir ruhun bu vesayetten istifade edebilmesi için onun kart bir ağaç halinde değil, eğilip bükülebilen bir filiz halinde dünyaya gelmesi lazımdır. Bu hal gelecek ağır tecrübeleri karşısında tutacağı yolun ilk istikametini çizer. Ve bu istikamete onun çok büyük ihtiyacı vardır. İnsanlar çocuk terbiyesi yolu ile adeta insiyaki olarak bu mühim ihtiyacı karşılayacak çarelere başvurmuşlar ve vurmaktadırlar. Çocuklukları esnasında bütün ruhlar, kendilerinden daha görgülü insanlar arasında yumuşak bir ağaç gibi eğilip bükülerek hayatın çok ağır ve güç tecrübelerine hazırlanırlar. Bu hallerinde iken ruhlar, ileride kendilerini bekliyen ağır tecrübe hamulelerini yüklenmezden evvel onları taşıyabilecek ve onlara karşı tahammüllerini arttıracak kuvveti kazanmış olmalıdırlar. Bu da münasip tektirlere, tevbihlere, cezalara veya şefkat ve sevgi ile yapılacak nasihatlere ve kendilerine gösterilecek iyi numunelere muhatap olmakla ve onlardan azami derecede faydalanabilecek bir pasitive halinde az çok bir müddet geçirmekle mümkün olur. Bu hal dünyaya gelişteki maksatlara aykırı değildir, bilakis tamamiyle uygundur.

İşte bu bakımdan ana ve babanın birinci derecedeki, terbiyecilerin de ikinci derecedeki aktif rollerinin ve mesuliyetlerinin ehemmiyeti derecesini taktir etmek kolaylaşır. Keza şundan şüphemiz yoktur ki bir ruhun dünya tecrübelerinden muvaffakiyetli veya muvaffakyetsiz olarak Ispatyoma dönüşündeki iyi veya fena akibetlerinden o ruhu bilhassa çocukluk çağında yetiştiren kimselerin de derece derece hisseleri olacaktır. Ana, baba çocuklarına yalnız kuru lafla değil, daha ziyade ahval, efal ve hareketleriyle iyi misaller göstererek tesir ederler ve onlar tabiatın kendilerine tevdi etmiş olduğu bu büyük vazifelerini bu yolda yapmakla mükelleftirler. O zavallılar ne kadar bedbaht ana ve babadırlar ki kendi fena misalleriyle yetiştirmiş oldukları bir insanın bütün hayatınca vuku bulacak seyyiatının neticelerinden Ispatyomda hissement olurlar! Bu sözün ciddiyetini anlamak için alim olmak lazım gelmez. Maalesef !... evlada intikal eden ve evlat tarafından en mukaddes bir vedia gibi masumane bir taassupla muhafaza edilen nice zararlı ve fena itiyatlar ve telakkiler veyahut da dünya hayatını gaye ittihaz etmiş zevkperestlerin yavrularına verdiği manasız ve kötü misaller vardır !... Bizce bu hakikati açık ve uyanık bir gözle görebilen bir terbiyecinin, nasihatlarını dünyaya işittirebileceği gün gelinceye kadar yeryüzünün yüzü gülmiyecektir.

Aile kucağı, gelecek korkunç ve ağır tecrübelerle dolu hayat mektebinin ana sınıflarıdır. Tecrübelere başlamak ve onlarda muvaffak olmak için lazım gelen iptidai unsurlar bu sınıflarda temin edilir. Ve insan burada öğrendiği şeylere dayanarak hayatın dolambaçlı yollarında  yuvarlanmadan yürümek imkanını elde etmiş olur. Buna nazaran çocuklukta öğrenilecek bir çok şeyler vardır ve bunların öğrenilmesi ancak çocukluk realitesi içinde mümkün olur. Bu yaşlarda bilgi edinilirken öğretiliş ve öğreniliş halleri  birbiriyle o kadar ayarlanmıştır ki bizim zekamız ve şuurumuz buradaki ahengi kavrıyamaz. Ve biz ilk çocukluk halindeki masumane pasivitenin yüksek maksatlara matuf olan tecelliyatını ve onun manalarını ilk nazarda anlıyamayız.

Çocukluk hayatı bize göründüğü gibi boş ve beyhude değildir. Burası ruhun, insanlık aleminde tutacağı yolu kati olarak tayin ettiği bir dörtyol ağzıdır. Binaenaleyh bu hayatta da ruh aktiftir. Fakat onun aktivitesi bizim kaba şuurumuzla pasif görünen bir hal arzeder. Mamafi bazı nadir hallerde, çocukluk hayatında iken de şuurun dünya maddeleri içinde inikasını bize gösteren misallere rasgelmemiz mümkün olabiliyor. Bunlardan bir tanesini okuyucularıma veriyorum; Bu misal, görünüşte hayatın tamamiyle şuursuz bir devresine ait bir hatırlama vakasını bize anlatıyor ki bu da meşhur müteferkir Tolstoi’nin kendi hayatından ve biraz kısaltılarak, kendi kaleminden alınmıştır: ( 111 ).

<< . . . Elim, ayağım sımsıkı bağlanmış bir halde. Kollarımı kurtarmak istiyorum, muvaffak olamıyorum. Bağırıyorum, ağlıyorum. Bağırmaktan ben de hoşlanmıyorum. Buna rağmen kendime tutamıyorum. Yanımda birisi var. O, bana doğru eğilmiş olarak duruyor. Bütün bu işler yarı karanlık bir halde cereyan ediyor. Benim feryatlarımdan müteessir olan iki kişinin daha orada bulunduğunu hatırlıyorum. Onlar müteessir olmakla beraber beni bağlarımdan kurtaramıyorlar. Çözülmeği çok istiyorum. Buna muvaffak olamadığımı görünce daha ziyade haykırıyorum. Fakat henim böyle bağlı kalmaklığımın lazım geldiğini yanımdakilerin halinden anlıyorum. Ama ben buna hiç lüzum görmüyorum. Ve bunu da onlara anlatmak istiyorum. Bunun için, keskin keskin haykırıyorum... Etrafımdakilerin beni böyle haksız yere bağlamalarından şikayetçi değilim. Zira onlarda benim bu halimden müteessir oluyorlar. . .

<< Bilmiyorum acaba bu bağlar henüz meme emerken bağlandığım kundak mı idi, yoksa bir yaşına girdiğim zaman sivilcelerimi koparmamak için kollarıma tatbik ettikleri bağlar mı idi? . . . Burada emin olduğum bir şey varsa o da bu duygunun bende en eski bir duygu olmasıdır… Bende derin intiba bırakan şey o zamanki feryatlarım ve ıstıraplarım değildi, bir takım duyguların karışıklığı ve birbiriyle çarpışması idi. >>

Böyle hatıralar mutat değildir. Fakat mevcudolanlar da çocukluk hayatının ehemmiyeti hakkında bize fikir vermeğe kafi gelir. İleriki bahislerde mütalaa edeceğimiz ekminezi hadiselerine ait misaller de ruh hayatında çocukluğun bir boşluk teşkil etmediğini bize anlatacak noktaları ihtiva etmektedir.

3 – Diğer şuursuzluk halleri

Şuursuzlukla müterafık olan bütün hastalıklarda da  hal aşağı yukarı uyku halinde olduğu gibidir. Evvelce harbiye nezaretinin önünde endaht talimi yapan saralı bir subaydan bahsetmiştim [ 1 ]. Bunun gibi birçok akıl hastaları hamle esnasında yaptıkları işlerden haberdar bulundukları gibi hamlelerinin gelmekte olduğunu da bilirler. Ben bir akıl hastanesinde çalıştığım sırada bir delinin etrafındakilere << yanımdan kaçın nöbetim geliyor >> diye bağırdığını tesbit etmiştim. Esasen bu nöbetlerin bazıları şuur, bazıları irade, bazıları muhakeme v.s. noksanlığından mütevellit efal ve harekatla vasıflanır. Gene aynı müessesede Konyadan gelmiş azgın ve nöbet üstünde bir manyakın müşahedesini almıştım ve müşahedeyi alırken ondan epeyce küfürler de işitmiştim. İki gün sonra aynı hastayı yemekte gördüm. Nöbeti geçmiş ve sakinleşmişti. Bana sıkılarak ve kızararak:

<< affediniz, size münasebetsiz hareketlerde bulundum, elimde değildi >> diye özür dilemişti. Keza pek azgın ve mütecaviz, nöbet halindeki bir manyak en ağıza alınmıyacak küfürler ve ithamlarla beni telin ettikten birkaç gün sonra nöbeti geçince bilhassa özür dilemek üzere odama kadar gelmiş ve bütün söylediği sözlerin hatırında kaldığını, fakat kendini tutmak için iradesi elinde olmadığını binaenaleyh kendisini affetmemi ve bunun için kendisinden << intikam >> ( ? )  almağa kalkışmamamı benden istemiştir. Özür dileme şeklinde vuku bulan bu sözlerde, hasta bir dimağın bozuk tezahürlerine rağmen, şuursuzluk içinde görünen bir nöbet esnasındaki halatın ruhta bıraktığı intibalara ait ifadeler sarahatle okunmaktadır. Gerek böyle akıl hastalıkları ve gerek koma, senkop… v. s. gibi diğer şuur ziyaiyle müterafık hastalıklar hakkında söylenecek sözler uyku bendinde söylenmiş olanların hemen hemen aynı olduğundan burada sözü fazla uzatmağa lüzum görmedik.

Bütün bunlardan çıkan neticeye göre dünyaya inmiş bir ruh hiçbir zaman dünyanın tecrübelerinden kendini kurtaramaz. Bu hal ancak onun definitif olarak dünyadan ayrılması ile mümkün olur ki bu definitif ayrılışa biz ölüm deriz. Tabii ve suni uyku halleri, senkoplar, komalar ve bütün marazi ve fizyolojik şuursuzluk halleri perisprinin bedenle olan münasebetlerini ne kadar gevşetmiş olursa olsun insanı dünyadan ayırmış değildir. O, gene bu dünyanın realiteleri içinde yaşar ve Ispatyomda iken tertibetmiş olduğu plana muvafık hayatına devam eder.

Share

Bu site özeldir ve ticari amaç taşımaz.

Copyright © Dünya Ana