ALLAH - DR. BEDRİ RUHSELMAN - BÖLÜM 6

Share

http://www.dunyaana.com/images/bedri%20ruhselman%205.jpgMUTLAK KAVRAMI HAKKINDA

Beşeri idrakle, Mutlak hakkında bir şeyler söylemek gerekirse, önce O’nun hiçbir şeyle, hiçbir tarzda ve yolda ilgi ve kıyas kabul etmediğini, O’na hiçbir kıymetin takdirinin söz konusu olmadığını düşünmek ve kabul etmek gerekir. Bu düşünce üzerinde durdukça insanın duygularında bir kapsam genişlemesi baş gösterir. Ve bu kapsam genişlemesi ile orantılı olarak insanda Allah’a doğru bir yönelme, bir kendini verme ve yükselme kudreti meydana gelir. Ve bu kudret meydana geldikçe de ilahi duyguların kalpteki izleri derinleşmeye ve derinleştikçe şuurlanmaya başlar.

Kıyas ve bağıntılı olunmak veya olunmamak ne demektir?

Kendisinden gayrı olanla bağıntı ve kıyas kabul etmenin, bir insan düşüncesiyle bulunabilen ölçülerinden bazılarını arz ediyoruz:

1) Bağıntı ve oran kabul eden, orantılı olan her şey bir sıfat taşımakla illetlidir. Yani o şey, kesinlikle birbirine göre derecelenmiş farklarla başka şeylerden ayrılan, birtakım özelliklerinden ya biriyle veya ötekiyle nitelenmeye mahkumdur. Mesela bir taş parçası görecelidir. Çünki onda; büyüklüğe oranla küçüklük, beyazlığa oranla siyahlık, yumuşaklığa oranla sertlik gibi birbiriyle kıyasen değer kazanan sayısız özellikler vardır.

Bunun gibi bir insan dediğimiz zaman yaşlılık, gençlik, basitlik, olgunluk, güzellik, çirkinlik, akıllılık, budalalık gibi birbirine oranlanabilen sayısız nitelikler onda vardır. Böylece tamlık, irade, kudret, bilgi, tahayyül, sevgi gibi bütün manevi kavramlar da görecelidirler. Çünki bunlar da birbirlerine göre değişen derece farklarıyla kıyaslanırlar. Yani azlık, çokluk, basitlik, mükemmellik, yüksellik, alçaklık, şu veya bu gibi birçok nüanslar ve farklarla birbirlerinden ayrılan özelliklere göre bunlar değerlenirler.

2) Göreceli olan her şey, zıddıyla veya benzeriyle değer kazanır.

Örneğin, kainatta tek bir tondaki kırmızı renkten başka hiçbir renk olmasa, yani bütün kainat baştan başa belirli bir tondaki kırmızı renkle boyanmış olsa, ortada renk kavramı diye bir şey kalmaz. Yine dünyada fenalık diye hiçbir şey olmasa, yani iyilik kavramı ile kıyas edilecek zıt veya benzer başka bir kavram bulunmasa, iyilik diye bir kavram düşünülemez. Bunun gibi, birbirinden farklı olgunluk dereceleri bulunmasa, olgunluk ve tekamül kavramları da ortada kalmaz. Madem ki bir renk, bir iyilik, bir kemal (olgunluk, tamlık) kavramı vardır o halde bunlar görecelidirler. Daha doğrusu bunların değerlerinin anlaşılabilmeleri ancak bu göreceli durumlarıyla mümkündür.

3) Göreceli olan her olay, her şey, her varlık, kendisine bağlanan ve kendisiyle kıyas (karşılaştırma) kabul eden diğer olaylar, varlıklar ve objelerle kıymetlenir ve özellik kazanır. Örneğin bir bulut ancak suya, havaya ve diğer binlerce eşyaya göre buluttur. Yani onun bulut olma özelliğini biz ancak diğer varlıkların ve eşyanın özellikleri karşısında değerlendirebiliriz. Eğer bütün kainat ve her şey buluttan ibaret olsaydı, bulutun idrak edilebilecek hiçbir özelliği kalmazdı. O halde özellik alan, nitelenen her olay, her şey, her varlık görecelidir (nispidir).

4) Göreceli olan her şey, her olay, her varlık başka bir şeyde, bir olayda, bir varlıkta bulunan özelliklerin birçoğunun kendisinde bulunmayışı ile illetlidir. Örneğin insan dediğimiz zaman, taşta olan tam bir durağanlık, duygusuzluk, idraksizlik gibi birtakım özellikler ve haller onda yoktur. Bunun gibi gül ağacında olan yapraklar ve çiçekler de onda yoktur. Yine, kedi de olan biçim ve şekilden de o mahrumdur. Hatta diğer insanlarda bulunan zeka, anlayamamak, cesaret ve korkaklık gibi ruh halleri veya beden şekilleri de kendisinde aynı derecede ve tarzda bulunmaz. Ve hatta kendisinin çeşitli zamanlardaki ruhsal bedensel halleri bile birbirine uymaz. Demek ki, göreceli olan hiçbir şey kusurdan ve eksiklikten kurtulmuş değildir.

5) Göreceli olan her şey, başka bir şeyde de bulunan özelliklerin, kendisiyle kıyası mümkün bir veya birkaçına sahiptir. Örneğin taş serttir, demir de serttir. İnsan canlıdır, hayvan da canlıdır. İrade kuvvetlidir, hafıza da kuvvetlidir. O halde göreceli olan her şeyin kesinlikle bir veya birkaç yönden, kendisinden başka şeylerden birçoğuna benzeyen tarafları vardır.

6) Göreceli olan her olay, her şey, her varlık, diğer olayların, şeylerin ve varlıkların; kendisi üzerinde az çok bir değişiklik meydana getiren tesirlerinden kurtulamaz. Bu değişiklikler doğrudan doğruya olsun veya vasıtalı olsun muhakkak meydana gelir. Çünki değişme ile birlikte olan teessüriyet (tesir alma) hali, göreceliliğin bir gereğidir. Örneğin bir taş parçası zamanla rüzgarların veya suların tesiri altında yontulur, şeklini değiştirir veya erir gider. Bir insan ruhu, ne kadar yüksek ve evrimleşmiş olursa olsun, çevresinde bulunan birçok insanların, varlıkların ve olayların tesiri altında bilerek veya bilmeyerek kalır. Ve bu tesirlerin şekillerine, derecelerine göre, onun varlığında zamanla birtakım değişmeler meydana gelir.

Dünyalar birbirine tesir eder, birbirleri üzerinde birçok değişmeler meydana getirirler. Atomlar birbirine tesir eder ve birtakım belirtilere sebep olurlar.

O halde göreceli olan hiçbir şey yoktur ki, kendisine tesir eden ve bu tesirin sonucunda kendi varlığında değişmeler meydana getiren başka bir şeyin tesirinden kurtulmuş kalabilsin.

7) Göreceli olan her şeyin, her olayın ve her varlığın varoluşu, ancak yokluk fikrine göre varlık değerini kazanır. Yani herhangi bir şeyin var olması, yokluğuna göredir. O şey, var olabildiği gibi yok da olabilir. Elimde tuttuğum şu kalem var derken, onun elimde olmaması imkanı da bu varlık kavramında dolaylı olarak saklıdır. O halde varlık yokluğa göre, yokluk da varlığa göre değer kazanan iki kavramdır. Var, başka türlü düşünülemez. Eğer kainatta yokluk kavramı zihinlerde bulunmasaydı, varlık kavramı da söz konusu olamazdı. O halde göreceli olan her şey, kendi hakkında, varlık ve yokluk kavramlarının çarpışmalarına hedef olmaktan kurtulamayan birer imkan sembolüdür.

8) Göreceli olan her şey değişmeye mahkum kılınmıştır. Yani onların hiçbir zaman ebediyen aynı halde kalacağı düşünülemez. Bizim için hiç değişmez gibi görünen bazı şeylerin de bu görünüşleri de zahiridir (sanaldır). Ve ancak bizim değerlendirmemize sığabilen zaman kısalığının bir sonucudur. Kainatta hareket var oldukça ve hareketler birbirinin tesirlerinden bağımsız kalmadıkça, kainat parçalarının değişmezliği söz konusu olamaz. Aslında kainat, bir bakımdan da bir olaylar mudilesidir (zor ve karmaşık işler) ki bu olaylar, ancak varlıkların, hareketlerle kaim olan (ortaya çıkan) karşılıklı tesirlerine ve alış verişlerine bağlı bir haldir. Ve bu da kainatta, sebep sonuç prensibi gibi çok geniş kapsamlı bir yasanın icabı ile belirlenmiştir. O halde göreceli olan hiçbir şey bu sebep sonuç prensibinin kapsamı dışına çıkarak ebedi bir değişmezlik hali göstermez. Zaman değişir, insan değişir, mekan değişir, olaylar değişir, kainat değişir, her şey değişir, her şey görecelidir.

Bu düşüncelerden sonra karşımıza şöyle bir soru çıkıyor: Şimdiye kadar söylediğimiz illetleri (eksiklikleri) acaba Mutlak hakkında, Allah hakkında düşünebilir miyiz? Bunlardan bir tanesini bile Allah hakkında düşünmek O’nun nispiliğini (göreceli olduğunu) kabul etmek, Mutlaklığını ve sonunda Allahlığını inkar etmek olur. Ve bunu yapan insanın Allah’ı da sonunda; yaratılmış, yaratık bir puttan ibaret kalır. O halde:

Mutlak hiçbir sıfatla eksiltilemez. Bu nedenle onun hakkında beyazlık, siyahlık, yaşlılık, gençlik, olgunluk ve olgunlaşmamışlık gibi hiçbir sıfat söz konusu edilemez.

Mutlak, hiçbir şeyle benzerlik ve zıtlık kabul etmez. Bu nedenle onun karşısında itibar kazanabilecek hiçbir kıymet, hiçbir konu düşünülemez.

Mutlak, eksiklik ve tamamlık kavramlarından uzak ve arıdır. Çünki eksikliği ve tamlığı da O yaratmıştır.

Mutlak hakkında ilgisi ve kıyası söz konusu olmayan hiçbir tesirlinin, O’nun üzerinde herhangi bir tesiri de düşünülemez. Çünki bütün tesirler ve o tesirlerin göndericileri, O’nun emirlerini taşıyan yasaların egemenliği altındadır. Ve O’nun tarafından yaratılmışlardır.

Mutlak hakkında, beşeri kudretle anlaşılabilen, yokluğa kıyaslanacak bir varlık kavramı söz konusu olamaz. Ve bunun içindir ki, O’nun varlığını hiçbir yaratık idrak edememiştir, edemez ve edemeyecektir.

Mutlak hakkında değişmek, başka türlü olmak, yükselmek, alçalmak ve tekamül etmek gibi kavramların hiçbirisi düşünülemez ve söz konusu edilemez.

Bu noktaya gelince, bazılarının aklına şöyle bir fikir gelebilir: Peki ama, Allah hakkındaki bu düşünceden sonra O’nun varlığına dair söylenebilecek hiçbir söz, düşünülebilecek hiçbir kavram ve konu kalmıyor. Böyle şey olur mu? Elbette olur ya! Ve elbette öyle olacak! Onun içindir ki, Allah’ın varlığı hakkında insan ruhundan yükselebilecek en açık ve düzgün tavır O’na karşı duyulan sonsuz bir sevgi ile dolu hayranlık duygusu içine dalarak susmaktır, deriz.

İşte kısır bir insan ağzıyla Mutlak hakkında söylenebilecek bir söz, O’nun hiçbir kul tarafından ebediyen anlaşılamayacak varlığının sonsuzda birini bile açıklamaya yetmeyecek kadar sıfır derecesinde küçük ve sönük kalır. Ne yapalım!.. Belki bu sözlerden de bazı şeyler anlayacaklar veya hiçbir şey anlamayacaklar bulunabilir ve elbette bulunacaktır. Aslında o büyük Tanrı’yı anladım diyebilen kim olmuş ki, O’nun hakkında aciz bir insan ağzıyla söylenebilmiş bu kadar küçük bir sözden de hiçbir şey anlayamayanlar bulunmuş olmasın!...

Spatyomdan bizleri aydınlatıcı değerli bilgiler veren ileri düzeydeki ruh dostlarımızın da hiçbirisi Tanrı hakkında, arz ettiğimiz bu çok sınırlı ve O’nun ilahi kudretiyle asla orantılı olmayacak kadar küçük görüş açımızdan daha geniş bir alan içinde, dünya dilimiz ve anlayışımızla bizlere bir şeyler vermek ve anlatabilmek gücünü gösterememişlerdir. Çünki bizler bundan ilerisini anlayabilecek durumda bulunmuyoruz. Bu nedenle bu güçsüzlük, onlardan çok bizim beşeri yetersizliğimizin bir sonucudur.

Böyle olmakla beraber, onların bu husustaki bilgilerinin de, ne kadar yüksek durumda bulunurlarsa bulunsunlar, Mutlak karşısında bir sıfırdan ibaret kaldığını ve kalacağını unutmamak gerekir. Çünki Mutlak, Mutlak’tan başka bir kavramla açıklanamaz ve kıyaslanamaz. Halbuki Mutlak’tan başka bir Mutlak kavramı söz konusu olamaz.

O halde, tekamül dereceleri ne kadar ilerlemiş olursa olsun, ne kadar yüksek ideal kemal (olgunluk ve tamlık) derecelerine ulaşmış bulunurlarsa bulunsunlar ve beşeri bütün idraklerin ne kadar üstüne çıkmış olurlarsa olsunlar, ruhların ve bütün varlıkların Mutlak hakkında, kendi düzeylerine göre ve kıyasla anlayışları farklı birer değer olduğu halde, Mutlak karşısında bu değer –kendi ifadelerine göre de – sıfır noktasını aşmayan bir acizliğin göstergesi olmak mahkumiyetinden kurtulamayacaktır. Bu hal, bizim de kani (kanaat sahibi) olacak kadar akıl erdirebildiğimiz bir hakikattir. Nitekim çok kıymetli bir ruh üstadımızdan almış olduğumuz aşağıdaki tebliğ, bu hususta okuyucu dostlarıma açık fikirler vermektedir.

Üstad:  (3.5.1936)

B.R.- “Mutlak, bir realite midir?”

Üstad- “Deminki sözlerimden anladığınız gibi, bizim bildiğimiz realite görecelidir. Mutlak Realite, Yaradan hakkında düşünülebilir.”

B.R.- “ O halde bizlerin nispi realitemizin Mutlak Realite karşısındaki kıymeti nedir?”

Üstad- “Sıfır… Oran kabul etmez.”

B.R.- “Nispi (göreceli) realitelerin yüksele yüksele günün birinde Mutlak Realiteye yaklaşması mümkün olacak mı?

Üstad- “Hayır… Yaklaşmak deyimini yakınına varmak anlamında anlıyorsanız, hayır.”

B.R.- “Nispi realitenin Mutlak Realiteye ulaşması hiçbir zaman mümkün olmayacak mı?”

Üstad- “İlahilik kazanmak olur.”

B.R.- “İlahilik kazanmak olur, demek bu işin hiçbir zaman mümkün olmayacağı mı demektir.”

Üstad- “Evet.”

Üstad’ın bu tebliğinden on üç yıl sonra, başka bir çevrede ve önceki medyomla hiçbir bağlantısı, ilişkisi ve tanışıklığı bulunmayan başka bir medyom aracılığıyla ruh aleminden aldığımız başka bir tebliğde de aynı ifadeleri görüyoruz.

Mustafa Molla:  (27.9.1949)

“Ruhların izafiliği (göreceli oluşları) onların Mutlak olmadıklarını kendiliğinden ispat ediyor.

Yoksa Mutlak olmak için Yaradan olmak lazımdır.”

Şimdi tekrar Üstad’ın başka bir tebliğinde geçen bu hususla ilgili bazı kıymetli sözleri naklediyoruz.

Üstad:  (10.5.1936)

B.R.- “Veritelerin Mutlak Realite karşısındaki kıymeti nedir?”

Üstad- “Mutlak Realite’ye yaklaşmanın imkanı olmadığını söylemiştim. Yalnız, o yöne yönelmiş olarak gelişme söz  konusu olabilir.”

B.R.- “Mutlak Realite’ye nispetle izafi realitelerin birbirine göre kıymeti nedir?”

Üstad- “Söylediğim gibi, Mutlak Realite’ye nispet olunacak (benzetilip oranlanacak) izafi realite yoktur. Bundan dolayı O’na göre kıymet izafe edilecek (katılacak) bir konu bulunamaz.”

Üstad dediğimiz ve kendisine çok güvendiğimiz bu varlık, medyomlarımız aracılığıyla ruh aleminde temasta bulunduğumuz varlıkların bizce en ileride olanlarından birisidir. Bu kıymetli varlığın bile, Mutlak karşısında kendisini ne kadar küçük ve söz söyleyemeyecek derecede aciz durumda gördüğünü, gene kendisinin aşağıda naklettiğimiz çeşitli tebliğleri bize birer ibret dersi verecek şekilde göstermektedir.

Üstad:  (24.5.1936)

B.R.- “Maddelerin gerek aşağıya, gerek yukarıya doğru mutlak bir son noktası var mıdır?”

Üstad- “Mutlaktan söz etmeyin. Benim iktidarım Mutlak’la ilintili değildir.”

Üstad:  (6.2.1936)

B.R.- “Mutlak sıfır var mıdır?”

Üstad- “Evvelce söylediğim gibi Mutlak’tan söz etmeyiniz. Bu gibi, maddi alemin idraki dışında kalan konular tarif edilmekle bir fayda sağlanamaz.”

Üstad:  (12.7.1936)

B.R.- “Maddelerin yoğunluk ve akıcılık halleri arasındaki ilişkiyi sağlayan izafi midir, mutlak mıdır?”

Üstad- “Mutlak’tan söz etmemenizi evvelce söylemiştim. Hepsi izafidir.”

Üstad:  (19.9.1936)

B.R.- “Absolü (Mutlak) ne demektir?”

Üstad- “O’ndan söz etmemenizi rica etmiştim.”

BEDRİ RUHSELMAN

Share

Bu site özeldir ve ticari amaç taşımaz.

Copyright © Dünya Ana