MUKADDERAT VE İCABAT - Dr. BEDRİ RUHSELMAN - BÖLÜM 23

Share

http://www.dunyaana.com/images/bedri%20ruhselman%204.jpgC – NEFSANİYET VE HOTKAMLIK

Nefis murakebesi mevzuunun daha açık olarak izah edebilmek için bir az daha nefsaniyetle vicdanın birbiri karşısındaki durumu üzerinde durmamız lazım geliyor. Şimdiye kadar gerek tebliğlerden ve gerek tebliğlere istinaden geçen mülahazalardan çıkardığımız manaya göre hayatın ruhi ve maddi faaliyet cephelerinin hudutlarını tayin edecek olan kudret gene bizdedir. Ve bu kudret de vicdanımızdır. Esasen vicdanın karşısında insanı yıkmağa uğraşan unsur nefsaniyet olduğuna göre ve vicdanın da taarruz noktası nefsaniyet bulunduğuna göre doğrudan doğruya vicdanının sesine uyan bir insanın nefis murakebesinde büyük muvaffakiyetler kaydetmemesine imkan yoktur. O halde nefsaniyet nedir?

Nefsaniyet, ruhun maddeye bağlanmasile ruhta maddeye karşı husule gelen bir incizabın tatmini hırsıdır. Görülüyor ki nefsaniyet tamamile maddi bir arızadır ve ruhun maddeye, daha doğrusu bedene olan bağı ile kaimdir. Ruhun madde ile olan irtibatı bir tekamül zaruretinden ileri geldiğine göre, nefsaniyet de ruh için bir mücadele mevzuu haline girer ve ruh tarafından mağlup edilmek suretile ruhi kuvvetlerin dünya hayatı yolu ile inkişaf etmesi lazım gelen kısımlarının gelişmesine hail olma kudretini kaybeder.

Nefsaniyet; hayatta insana yükletilmiş olan birinci vazifenin, yani maddi faaliyetin vasıtalık rolü unutularak gaye ittihaz edilmesi ve bu yüzden de asıl olan ikinci vazifenin, yani ruhi faaliyetlerin felce uğratılması halini neticelendirmeğe doğru ruha istikamet veren ihtiraslar mudilesidir. Nefsaniyete göre gaye, ruhun tekamülü değil maddenin, yani bedenin ne pahasına olursa olsun azami konfor ve istirahatini temin etmektir. Daha doğrusu, ruhun inkişafı için gösterilmesi lüzumlu olan cehit ve gayretlerden, bedenin rahatlığı hesabına kaçınmaktır. İşte onun içindir ki biz dünyada ikinci vazifesini ihmal etmiş bir insana – maddi vazifesinde ne kadar çalışkan olursa olsun – tenbel diyoruz. Çünkü o, asıl vazifesini yapmaktan – bedeni sıkıntıya sokmamak için – kaçınmaktadır. Mesela para kazanmak ancak başkalarına bu yoldan vasıtalı veya vasıtasız olarak, yani ya maddeten başkalarına doğrudan doğruya yardım etmek veya yerinde kullanılacak hayırlı ve tekamüle hadim işlere sarfetmek suretile hizmet etmek gayesine matuf olmak lazım gelirken bilakis para kazanmak için başkalarının elindeki ve avucundaki şeyleride gasbetmeğe kalkışmak nefsaniyetin en koyu tecellisidir. Keza kendi izzeti nefsi kırılacak ve cemiyetteki mevkii sarsılacak, menfaatleri haleldar olacak diye başkalarını kırıp geçirmek de nefsaniyetin koyu misallerinden bir diğeri olur. Bunun gibi kendisine mühtaç olmuş bir insana iyilik yapabilecek durumda olduğu halde bunu bir fırsat sayarak o biçareyi istismar etmeğe kalkışmak da nefsaniyetin en kötü misallerinden birini teşkil eder.

Ve keza başkalarından üstün olmak hevesine düşmek insanlar arasında tefevvuk hissile iftihar etmek, diğerlerini kendinden küçük görmek gene tamamile nefsani bir harekettir. Bu hususta sözü doğrudan doğruya çok kıymetli dostumuz Şihaba bırakıyorum. Orada lazım gelen bütün faydalı bilgiler mevcuttur.   

ŞİHAP: Aralık 11, 1952                                              Medyom: R. Bayer

<< Şimdiye kadar her nokta üzerinde durduk, fakat bu günkü dünya hayatınıza uygun mesai üzerinde fazla zaman sarfetmedik. Bu cihet de ihmal edilmiyecek kadar büyüktür, muazzamdır. Üzerinde durmamız lazım gelir. Büyük bir yolun başındayız. Ve bu yolun da sonsuz olduğuna inanıyoruz. Bu yolda yürüyeceğiz. Azmetmişiz. Esasen azmetsek de yürüyeceğiz, etmesekte yürüyeceğiz. Fakat iman ile yürünen yol başka, imansız olarak yürünen yol başka katedilir. Aralarındaki farkı burda uzun uzadıya izah edecek değiliz. Tekamül yolu budur. Bu yoldan dünyada sizi alakoyan noktalar nelerdir?

<< Bunları muhtelif vesilelerle söyledik. Ve hülasa edebilirsek şöyle demek lazım gelecektir: Hotkamlık ve nefsaniyete zebun olmak, tekamül yolunda adeta sürati sıfıra indirmek demek olur. Şimdi biz bu tekamülümüzü engelliyen, köstekliyen noktaları kısaca şu iki kelime ile hülasa eyleyip geçersek matlup neticeyi elde etmiş sayılmayiz:

<< Hotkamlık ve nefsanitete zebun olmak!... Filhakika bu iki kelimede bir çok hakikatler mündemiçtir. Fakat ne yazık ki bu hilasa sözler insanları tahrik edemez. Ve istenilen neticeyi veremez. Sizden beklenilen, bütün bu gerilikleri, hotkamlığı ve nefsaniyete zebun oluşu tevlit eden hallerin teker teker bulunmasıdır, misallerle ortaya konmasıdır ve her teferrüat üzerinde durulmasıdır. İşte o zaman hotkamlığın ve nefsanityete zebun oluşun zararları aşikar bir şekilde ortaya çıkar. Ve bunlardan sakınmak kolaylaşır.

<< Şimdi burada size sorsak, hotkamlığı bir kaç misalle tarif edin desek ancak bir iki misal aklınıza gelir. Girift misaller ortaya konulamaz. Bir kötülüğü anlamak için ve anlatmak için onun teşhiri lazım gelir. Onu yapmak size düşer. Biz ilk sözlerimizde, ekseriya güzellikten, sevgiden, diğerkamlıktan bahsettik. Fakat aksini o kadar ele almadık. Onu da ele almamız lazım gelir. Ve gelmiş bulunuyor. Bunları bir kaç kelime ile hülasa etmiyelim. Teker teker teşhir edelim. Herkes hissesine düşeni alsın ve ona  göre hareketini tadil, nefsini islah eylesim. Bunlar tatbik edilirse herkes müstefit olacak ve kendisinin bir çok hotkamlığını ve nefsaniyete zebun taraflarını görüp tefrik edecektir. Şimdi ben size nefsaniyete zebun oluş halinden ve hotkamlıktan bir tek misal vereyim, diğer misalleri  siz celse haricinde bulur, istifade edersiniz. Arzu edersiniz neticeleri bana söylersiniz. Konuşuruz, mübahase ederiz.

<< Varlıkların mükerreren dünyaya dönüşünde bir çok gayelerin mevcut olduğu malumumuzdur. Buraya, yani dünyanıza ve dünyalara bir çok işler yapmak, bir çok başarılar elde etmek için inilir, girilir. Bu giriş esnasında ruhlarda bu arzu belirli veya belirsiz şekilde vardır, gizlidir, meknuzdur. Fakat bedene girişten sonra her zaman ayni güzel istekler ve arzular tecelli etmez. Bunlar bedenin, yani nefsaniyetin tahtı tesirinde bazı garip ve acaip şekillerle tecelli eder. Denebilir ki dünyada insanların en geri tarafı, burada iken aldıkları, edindikleri, hissettikleri – tekrar ediyorum – aldıkları, edindikleri, hissettikleri güzel neticeleri, güzel hisleri, bedene girdikten sonra başka türlü, başka şekillerde tezahür ettirmeleridir. Bu güzel istek ve arzular ve başarı gayeleri dünyada – ne yazık ki HEMCİNSİNE KARŞI BİR TEFAVVUK HİSSİLE TEZAHÜR EDİYOR. Hemcinsine karşı tevaffuk – ne pahasına olursa olsun – teafavvuk hissi şayanı kabul değildir. Eğer bu tefavvuk hissi gene diğerkam bir düşünce ile olsa kaabili izah ve mazeret kabul eden bir şey olurdu. Bu hal ekseriya dünyada kendi mesleğinde hiç bir surette başarı göstermiyen insanlarda daha çok aşikar bir şekilde tecelli ediyor. Dünyada bir başarı gösteremiyen insan, meşru yolda bir başarı gösteremiyen insan hemcinsine karşı tefavvuku gayri meşru yollarda arıyor. Bu da gene NEFSANİYETE ZEBUN OLUŞUN BİR NUMUNESİDİR. Bence en kötü nümunesidir. Dünyaya inmekten maksat hemcinsine karşı tefavvuk olmasa gerek. Bunu sizlere bilmem, uzun uzadıya izaha ihtiyaç var mı. Hemcinslerine tefavvuk değil, onlara hadim olmak, faydalı olmak ve bunun içinde kendi nefsinizi ve menfaatlerinizi feda etmek... İşte hemcinsinize tefavvuku bu yolda arayıp görmezseniz matlup olan neticeyi alamazsınız ve bu da nefsaniyete zebun oluşun bir tecellisi olur. >>

Yazık ki bu gün nefsaniyet insanlık arasında o kadar dal ve budak salıvermiş ki bu yüzden bu hakikati görebilecek veya kabul edebilecek insan pek azdır diyebiliriz. İşte gene bu yüzdendir ki dünyanın da mukadderat ve akibeti hiç de insanların yüzünü güldürecek bir mahiyet arzetmemektedir. Bu hakikat hiç olmasa ekseriyet tarafından kabul edilmedikçe insanlığın dünya hayatından huzur ve saadet beklemesi de boş ve vahim ve hayalden ibaret kalır. Hakikatte onun mukadder olan hayatı huzursuzluk, ıztırap, korku, gözyaşı ve ümitsizliklerle dolu olarak geçer. Taki bu iş düzelinciye kadar. Yani insan vicdanını nefsaniyetine hakim durumuna sokuncıya kadar. Burada aklıma gelen bir acıklı hikayeyi arzetmek istiyorum: Bundan bir müddet evvel otobüsle gidiyordum. Yanımdaki sıralardan birinde birisi takriben 6-7, diğeri 4-5 yaşlarında iki yavrucuk oturuyordu. Fakat çocuklar küçük yapıda olduklarından iki kişilik yer onlara çok geliyordu. Tam o sırada yaşlıca bir hanım gelip çocukların yanına dikildi. Çocuklardan büyüğü kenara çekilip yaşlı bayana yer vermek istedi.

Çocuğun bu hareketi üzerine karşısında oturan annesi kaşlarını çatarak ( otur, kımıldama sen de para verdin! ) diye çocuğunu payladı. Çocuk korkarak gene eskisi gibi yayıldı. Şimdi haddi zatında çok ehemmiyetsiz gibi görünen bu küçük hadise bir cemiyetin bünyesini akrep gibi kemirmeğe en müsait durumu hazırlıyacak olan bir ruh halini, yani körpe ve iyiliğe teşne çocuk ruhunda nefsaniyeti teşvik edici kötü bir hareketi göstermiş olmak bakımından birinci planda ele alınması icap eden bir mevzu teşkil eder. Anne ve babalar bu işlerde ne kadar mesuldürler!... O çocukların bütün hayatları boyunca devam edebilecek olan kahredici hotkamlıklarının doğuracağı kötü akibetlerden acaba anne ve babalar hiç bir pay almıyacaklar ve üzülmiyecekler mi? Bunu kendileri düşünsünler.

Nefsaniyetin mühim unsuru hotkamlıktır. Şu halde nefsaniyeti kısa olarak, hotkamca duyguları tatmin etmek hırsıdır, diye tarif edebiliriz. Nefsaniyet hakkında kıymetli ruh dostlarımız bizi muhtelif cepheden tenvir etmiş bulunuyorlar. Evvela nefsaniyetin tarifi şümulüne dahil olan ihtiraslarda bazıları hakkında verilmiş tebliğattan bir kaçını ziktermeği lüzumlu ve faydalı görüyorum. Evvela nefsaniyeti tahrik eden şöhret hırsı üzerinde duralım. Bu hususta Kadri dostumuzun aşağıdaki tebliği bizi kafi derecede aydınlatır:  

KADRİ: Aralık 29, 1947

<< Hayat çok çapraşık yoldur. O yolda yol göstericiler az olduğu nisbette o yol göstericilere uyan insanlar da pek azdır. Daima bir şarlatanlık ve her şeyi üzerine çekmek arzusu insanlardaki şöhret hırsı, bu varlıkları daha karanlık bir izbeye sürüklemektedir.

<< Ne çıkar, ne kadar büyük olursa olsun, ne kadar şöhret kazanmış bulunursa bulunsun en büyük bir ressamı, en güzel bir sanatkarı bile 39-40 sene sonra herkes unutur. Bu mu lazım? Yoksa hiç kimse tanımasın, fakat binlerce ve binlerce sene o herkesi tanısın ve huzur içinde kalsın. İşte iki yol. Yalnız biri peşin, öteki veresiye. Fakat bu öyle veresiye ki bilenler için peşinden daha kıymetli, bilmiyenler için de ödenmesi imkan olmıyan bir bonodur. Sizin de hayatta bu yolu takip etmeniz daha iyidir.

<< Çok tanınan bir insan çok nazar altındadır. Gözden kaçınız. Çünkü o nazarların içinde iyileri ne kadar çoksa kötüleri ondan daha çoktur. Mevki yükseldikçe etrafındakilerin hırsları ve hinayet arzuları artar. Bundan kaçınmak herkes için imkansız bir harekettir. Elde bir şey olmayince, sebebi ve yolu bilinmeyince bunlara karşı koymağa imkan bulunmaz. Mahvolur insan. Huzur içinde görünse bile kalb büyük bir tazyik altında bunalır. >>

* * * 

Bazı insanlar büyük bir hırsla dünyaya sarılırlar. Büyük işlerin başına geçmek isterler. Bunların belki bir kısmı hakikaten nefsaniyetlerini yenmiş, hotkamlıktan kurtulmuş ve vicdanlarını daima kendisine rehber edinmiş kimselerdir. Bunlar hakikaten büyük insanlardır. Zira bütün hayatları kendileri için değil başkalarının saadetini temin maksat ve gayesi uğrunda geçmiştir. Fakat bunların yanında öyleleride vardır ki yüksek mevkileri ancak kendi nefsani ihtiraslarını tatmin etmek için isterler ve bu uğurda bütün varlıklarile çalışırlar. Onların bu maddi ve nefsani endişeleri ruhi vazife ve faaliyetlerini kendilerine tamamile unutturmuştur. Onlar için hayat ebediyen, içinde bulundukları ve kendilerine saadet verdiği zannettikleri şekilde devam edecekmiş gibi gelir. İşte onların felaketli mukadderleri de böylece çizilmeğe ve taayyün etmeğe başlamış olur. Ve bu mukadderin tahakkuk çanı çaldığı anda da onu bundan hiç kimse kurtaramaz. Böyle zamanlarda onun yapabileceği – kendisi için en hayırlı ve gelecekteki iyi mukadderini hazırlıyabilmesine – yararlı iş bu kötü akibetinin yegane amilinin gene kendisi olduğunu şüphe etmeden kabullenmek ve ondan sonra da bunun kendi tarafından vaki olan sebeplerini araştırmağı kendisine en lüzumlu bir iş edinmektir. Yani nefsaniyetinin zulmünü bizzat kendi varlığında duymağa ve takdir etmeğe çalışmaktır. Bunu yapabildiği nisbette o karşılaşmış olduğu kötü akibetlerin yavaş yavaş sahneden silinmeğe başladıklarını ve onların yerlerine huzur ve saadete doğru bir akışın ruhlarında peyda olduklarını görmekte gecikmez ve o zaman hakikatin ne olduğunu bir daha kaybetmemek üzere anlamış ve yakalamış bulunur. Kadri dostumuzun aşağıdaki kıymetli tebliği çok istifadelidir.

KADRİ: Mayıs 3, 1948

<< İnsaniyet büyük bir çığla birlikte yuvarlanıyor. Bu, gittikçe büyüyor. Fakat bir yere saplanacaktır. Bunun istikametinde bulunanlar da o çığla birlikte yuvarlanmağa mahkumdur. Bundan masun kalmak için iki çare vardır. Ya o gelen çığın istikametinden uzaklaşmak, yani dünyadan uzağa kaçmak, yahut sağlam bir yere yapışıp çığın gelip geçmesini beklemek. Ve o tuttuğun yerin kudretine güvenip orada kalabilmek. Bu hareketler sizi ve insaniyeti ancak kurtarır. Diğerleri de çığla birlikte sürüklenmeğe mahkumdur.

<< Siz ki bu kadar zamandır bu işlerle meşgul oluyorsunuz, ahlakın kudreti hakkında bile şüpheniz vardır. Artık diğerlerinin düştükleri uçurumlara gülmek mi, yoksa ağlamak mı lazımdır. İnsanlar o kadar cahil ve etraflarından o kadar bihaberdir ki gözlerinin önünde çakan ışığı bir kandil şeklinde görmekte israr ve ters yollarda, uzun mesafeler katetmekle demgüzardırlar. Yazık insanlara!... Yazık onların felahına yardım etmek emelini taşımıyan, büyük namını taşıyanlara.

<< Bir insan bir tramvay altında çiğnenmek tehlikesine maruz bir çocuğu görür de kurtarmaz mı? Dünyada büyüklüklerile öğünen insanlar yalnız beşeriyete hizmet etmiş ve onların yaşamasına, tecrübe devrelerinin uzun sürmemesine hadim olmuş insanlardır. Hırs, yükselmek kaygısı, kısa bir zaman için de olsa hükümdar olmak hevesi nedense varlıkların gözlerini öyle boyuyor ki yaşanacak zamanın kısalığı bile bu renklerin kuvvetini değiştiremiyor.

<< Yarının ne olacağını bilmediği halde hemcinsine yardım için fedakarlıktan çekinmiyen, iyi hareketlerile başkasının felaketini değil, saadetini hazırlıyan kimse hakiki bir insandır. Bunun dışındaki kötü şeyler, menfaat duyguları bu mahdut zaman karartır.

<< Hayat kısa, hakiki hayatın bir rüyası kadar kısadır. ( rüyada ele geçen servet ve kıymetlerin uyandıktan sonra insana ne faydası vardır! B. R. ) Bir varlığın geçireceği uzun, namütenahi hayata nisbetle, dünyada yaşanılan bir ömür o hayatın bir saniyesi bile değildir. Böyle kısa bir zamanda yapılan büyük işlerdir ki insanlara fazilete giden yolların kapılarını açar, onları saadete sürükler.

<< Bahar insana neşe verir. Ve bir çok hatıraları canlandırır. Yaşillikler, kuşların ötüşü soğuk ve karanlık günlerin sona erdiğinin bir müjdesidir. Bununla beraber, insalar bir manzaraya bakarak bazan acı şeyler de düşünürler. Başka bir baharı daha acaba görebilecek miyim, bu güzel dünya manzaralarını nasıl bırakacağım diye endişeye de düşerler. Bunları hiç hatırlamıyanlarda vardır. Onlar yalnız bu dünya işlerile meşgul olduklarından bu gibi işlerle uğraşmazlar. Fakat ilk hastalandıkları anda, bütün bahar, ayrı ayrı hatırlanan bu acıların hepsi birden onun üstüne yüklenir. Hayatı simsiyah bir zindana döner. Halbuki bunlara karşı evveldenberi her zaman ilgi duyanların mümaresesi artacağından bu gibi baskılardan kendilerini korurlar. Onlar bilirler ki bu dünyanın baharı hakiki hayattaki kışlardan bile daha iyi değildir. Onlar bilirler ki ahlaklı ve faziletli insanların gidecekleri yerler dünyadaki bu güzel baharlarla ölçülemiyecek kadar mükemmel ve çok can alıcıdır.

<< Mahluklar, daima Halıklarına yaklaşmak için ellerinde Ona doğru çırpınan bir kudret taşırlar. O kudret Halıka yaklaştıkça onu geri çevirip mahzun etmezler. Yeter ki Ona yaklaşmak yollarını aramış, bulmuş, hiç olmazsa kalbinden geçirmiş olsun.

<< Allah o kadar büyüktür ki ben bir celsede bunun tarifine imkan olmıyacağını söylemiştim. O kadar rahimdir ki hiç bir kelime ile izah edilemez. Bunu bilen ve inanan ve Onu bir kere candan anan bile korkmasın. Yalnız özlemesini bilsin. Daima kendinden küçüklere yardım elini uzatmasını bilmiş bir varlık olsun, bu bile yeter. Ama bu kadarı size yetmez. Bu ancak kendini bilmiyenlere, aciz ve zavallılara yeter. Siz bu kadar küçük işlerle yetinmeyiniz. Çünkü onların mükafatı ile siz iktifa etmezsiniz. Siz de kendi bilginizi, derece ve kaabiliyetiniz kadar isteyiniz. Ve almağa gayret ediniz. Size ne mutlu ki kendi kudretinizle kendinize yeni bir veçhe verecek bir irade sahibi, karşılığını gözetmeden başkasına mal vermekten çekinmiyen müflis bir tüccarsınız. Dünyada sizinle de alay eden çoktur: Elinize birşey geçmeden kıymetli vakitleriniz ziyaa uğrar, derler. Ne yapalım, dünyada böyle cahillere, aptallara ihtiyaç olacak ki akıllı geçinenlere yol göstersinler. Azim ve kudretinizle her zaman yeni bir kapıyı açacak bir cesaret gösteriniz. Noksan bilginiz size rehber olmuyorsa beklersiniz. Zamanı gelince daha büyük şeylere de ulaşmak imkanını bulursunuz. Temiz kalınız, kendi benliğinizi tanıyınız. İçinizden geçenleri, bir adam gelip de sizin yüzünüze karşı söylemek kudretini gösterse, bu sözlerden yüzünüz kızarmıyacak ise o zaman sevininiz. >>

* * *

Nefsaniyetin unsurlarından biri de başkalarına, amiyane tabiri ile külah geçirmek kurnazlığıdır. Bazı insanlar vardır ki karşılarındakini, hatta yakın dostlarını aldatarak onlardan kendi hesaplarına bir şeyler koparabildikleri zaman bunu kendileri için bir kazanç telakki ederler ve kurnazlıklarile öğünürler. Ve hatta bazan da daha ileri giderek aldattıkları, atlattıkları insanların aptallıkları ile de alay ederler. Bu halin de kökü nefsaniyettedir. Bunlar güya bu kurnazca hareketlerile bazı şeyler – bittabi maddi şeyler – kazandıklarını sanırken ruhi kazançlarından ne kadar büyük şeyler kaybetmekte olduklarını yazık ki görebilecek durumda değildirler. Aşağıdaki tebliğde bu hususta izahat vardır:

KADRİ: Mayıs 24, 1948

<< Sual – Akıl, zeka ve kurnazlık arasındaki farkı bize izah buyurur musunuz?  

<< Kadri – Bunlar insanlar tarafından kendi kudretlerini ölçmek için bulunmuş kelimelerdir. Akıllı insan, doğru yolu bulan insandır. Kurnaz bir insan, cahil bile olsa kendisi için en karlı istikameti seçmesini bilen bir insan demektir. Yalnız akıl, iyi bir yol göstericidir. Fakat yalnız kurnazlık, insanı bir yere kadar ulaştırıp orada eli boş bırakan ve pek sözüne inanılması icap etmiyen bir arkadaştır. Zeka ile akıl birbirine pek karışır. Zeka hem aklı hem de kurnazlığı ihtiva eder. Zeki bir insanda ikisi de içtima halindedir.

<< Akıllı bir insan, zeki ve kurnaz bir insan odur ki kendi gittiği yolu iyi seçip hem dünyada, hem burada istiyeceğini iyi bilen ve bunun için hazırlık yapmış ve yapacak olan insan demektir. Dünyada çok para kazanan, insanları dolandırarak kaşaneler kuran insana da zeki derler. Ama, bunlar çok budaladır. O kadar hazırlığı, yarını bile şüpheli bir hayat için yapıyorlar. Asıl zeka, kendisinin ebedi hayatını hazırlamak çarelerini arayıp bulan adamdır. Sizin bile şimdiki hareketiniz bir az akıllıcadır. Hele zeka derecesine ulaşırsanız o zaman hakiki vaziyeti de anlarsınız. Benim söyliyeceğim bunlardır. Diğerleri dünya işleri ve sizin hareket tarzınıza bağlıdır. Onlar da sizi alakadar eder. >>

* * *

Şimdi nefsaniyet düşkünlüğünün en kötü tezahürlerinden birine geliyoruz. Bu da hasisliktir. Hasislik psikolojisi, hastalık derecesinde ileri bir nefsaniyet kaygısının mevcudiyetini ortaya koyar. Hasis adam, yalnız kendisini düşünen, kendi nefsinin emniyetini ön planda tutan ve esasen bundan başka bir şey tanımıyan ve bunun için de kendisinden bir kıl parçasının bile eksilmesinden mahrumiyet ve noksanlık duyguları vehmederek üzülen biçare bir varlıktır. Bu ruh hali nefsaniyet mücedelesinde insanın karşısına çok kuvvetli ve ciddi engeller çıkaran büyük bir düşmandır. Bundan kurtulmadıkça diğer işlerdeki muvaffakiyet yollarının açılması güçleşir. Ve binnetice bütün işlerdeki muvaffakiyetsizliğin bir amili de olan hasislik, insanı, mukadderatının şekli üzerinde çok büyük tesirler icra edici hareketlere sürükler. Hasislik, dünyaya gelmekle yapmağa mecbur olduğu ruhi vazifelerini – imkan olduğu halde, imkanı yokmuş gibi göstererek – yapmaktan insanı alakoyan nefsaniyet düşkünlüğünün karanlık bir kabus halinde ruha çökmüş bir tezahürüdür. Bunun aksini düşünmek istiyenlerin bu düşüncelerinden bir şey kazanabileceğini zannetmiyoruz. Bu öyle bir kabus ki ölüm zamanı yaklaştıkça, her şeyin bir anda bu dünyada bırakılması zaruretine inanmak mecburiyeti insanın kafasına tokmak gibi inmeğe başladıkça bu kabustan uyanmak onu görmekten daha korkunç ve ıztıraplı bir hal olur. Bu kadar ruh için zehirli olan bir ruh halinin kötülüğü hakkında da ruh dostlarımız elbette bir şeyler söylemiş bulunmaktadırlar. Bunlar büyük ikazlardır, ciddi derslerdir. Ve şaka ile geçiştirilecek sözler değildir.

KADRİ: Ekim 13, 1949

<< İsraf nasıl mazarratlı bir iş ise, yerinde ve zamanında yapılması lüzumlu bir fedakarlıktan çekinmek de ondan daha çok zararlı ve azaba sebep olan bir iştir. Bir şeyi vermek ve ondan hiç bir karşılık beklememek; bir vazifenin ifasile mükellef kılındığın bir zamanda ondan kaçınmak kadar hasisçe bir mana ifade eder.

<< Hasislik, malını sakınmak, mecburi bir hareketin ( başkalarına yapılacak maddi ve manevi yardımlara müteallik, B. R. ) ifasından kaçınmak, bir vazifeyi yerinde ve zamanında yapamamak; ölüm halinde senin eline bakan bir biçareyi görmemezlikten gelmek kadar kötüdür. İnsan bir şeyi vererek, kendisinde böyle bir itiyadın teessüs etmesini sağlar. Bir gün dünya malının hepsini ve bütün varlığını terkedebilmek kudretini kazanmış olur. Bu gün bir parça veremiyen, bütün mevcudunu bir anda feda edemez ki. İşte o zaman en büyük ıztırap da buradan başlar. >>

Ruh tekamülünde, insan nefsaniyetinden kurtularak vicdanının emrine uyması zarureti vardır. Halbuki nefsaniyet düşkünlüğünün bariz bir ifadesi olan hasislik, nefsaniyet mücadelesinin başında gelmesi icab eden bir ameliyedir. Mustafa Molla dostumuzun aşağıdaki tebliği bu noktaya temas etmektedir.

MUSTAFA MOLLA: Nisan 15, 1948

<< Kendini yalnız bilen insan iki nevi ıztıraptan birine müptela görünür. Biri yalnız nefsinin maphesinde kalmış, ikincisi, kendini aşarak başkalarının acılarına deva taşıyabilmek iktidarına vasıl olmuş insan.

<< Hiç düşünebilir misiniz ki insan olsun da insanlık meşalesinden nasibedar olmasın? Böyle bir yolda yürürken elbette sizden daha aciz, daha düşkünlere gerek maddi, gerek manevi halaskar eliniz yetişebilmeli . Ve siz kendi öz benliğinizden başkalarına armağan edebilmelisiniz.

<< HİSSET BİR KAPANIŞTIR. Eğer ruh bir menbaı muzi ise onun üstü ağır bir kapakla kapatılmış ve bir zulmet kuyusu haline sokulmuştur. Buna, insanın kendi maneviyatının intiharı demek daha münasip olacak.

Eğer sizden taşma kudretiniz mevcutsa işte o zaman başkalarına verebilecek nurlarınız var demektir. Her şey isteğin mahsulüdür. Neyi ve hangi hedefi arzu etmişseniz sizin vasıl olacağınız odur. İnsan hayvandan itibaren teselsül ettirilirse görülür ki  hayvan kendinden ötesini düşünmediği halde insan daha ma’şeri ve daha feragatkar ve fedakardır. Bu, insanlığın tahakkuku ve teşhisi adına en büyük bir ölçü olarak ele alınabilir.

<< Bir az dikkat ederseniz hasis insanın şuurunun dahi fevkalade hudutlanmış olduğunu seçebilirsiniz. Onların dünyasında ideal budur. Ve bundan bahsedilmedikçe her şey kıymetten uzaktır. Halbuki hisset bir gayri tabiilik ifadesidir. İnsan muazzam bir kainat içindedir. Ve görebilse anlar ki her şey, her zerre bu dünyada bir şey vermekle mahzuzdur. Güneşin en parlak oluşu en çok verici ve tükenmez bir menba bulunuşu gözlerinizin önünde durur. Böylece mütalaa olunursa hayatınızın çerçevesinde, insanların neden hasta olduklarını anlarsınız. >>

* * *

Nefsaniyetin en kuvvetli unsuru hotkamlıktır. Eğer nefsaniyet vicdan karşısında insanın azaplı mukadderatına yol açan bir faaliyeti intaç ediyorsa bu husustaki en büyük rolün hotkamlıkta olduğunu düşünmek icap eder. Şu halde bir az da bu ruh nakisesi üzerinde durmak lazım gelmektedir.        

İnsanlar kendileri için olduğu kadar başkaları için de çalışmak, yorulmak ve emek sarfetmek mecburiyetindedirler. Hatta şimdiye kadar geçen mülahazalara göre insanın kendisi için çalışması ancak başkaları için çalışabilme imkanlarını temin içindir. Hotkamlık, insanın yalnız kendi iyiliklerini ve maddi veya manevi kazançlarını gaye ittihaz ederek bütün faaliyetini bu nokta üzerinde toplamasıdır. Bilhassa nefsini her şeyden üstün tutan ve kendi menfaatlerinin sağlanmasını gaye edinen bir insan bu gayesinin önüne dikilen bütün engelleri yıkıp geçmek salahiyetini pek haklı olarak kendisinde görebilir. Halbuki bu manada anlaşılan hotkamlığın karşısına dikilecek en büyük engel diğerkamlıktır. O halde hotkam olan bir insanın en büyük düşmanı, huzur ve saadeti için en zararlı gördüğü ruh hali diğerkamlık olacaktır. Binaenaleyh, hotkam olanlar bütün diğerkamca hareketlerden tabiatile nefret ederler ve kaçarlar.

Hotkamlık yeryüzünde en korkunç beşeri felaketlerin müsebbibi olan kötü ruh hallerinin, daha doğrusu ruh nakiselerinin kaynağıdır, anasıdır. Yalancılık, hırsızlık, mürailik, hasislik, asilik, hunharlık, gaddarlık, canavarlık... velhasıl insanın kötü akibetlerini ve iztiraplı mukadderlerini hazırlayıcı bütün kusurlar hotkamlıktan doğar.

Hotkamlık yalnız bir şahsın değil koca bir cemiyetin de bazan yakasına ahtapot gibi yapışır ve o cemiyetin kötü mukadderatını mucip hareketlere onu sevkeder. Bu yüzden o cemiyet içinde saygısızlıklar, sevgisizlikler, itimatsızlıklar, geçimsizlikler, mücadele, münazaa, vuruşma ve kırışmalar eksik olmaz. Cemiyette huzur ve emniyet kalmaz. Herkes kendi canını düşünürken birbirinin gözünü oyar. Fakat bu usul o kadar gene kendi aleyhinde çıkar ki o tek başına kendi canının müdafii olarak kendisini emniyette hissetmek için çırpınıp dururken etrafının, kendi canına kıymak istiyen gene kendisi gibi hotkamlarla dolu olduğunu görür. Binaenaleyh hakikatte hotkamlık hiç bir zaman nefsin meşru bakasını temin etmez, bilakis onu çok büyük tehlike ve zararlarla karşı karşıya bırakır. Diyebiliriz ki hotkamlıkla nefsini en iyi koruyabileceğini sanan insan, cemiyeti kendisine bilmeden düşman yapmakla gene kendi nefsine en büyük fenalığı yapmış olmaktadır.

Her fenalık hotkamlık potasında hazırlanır, hotkamlık beşiğinde uyuklar hotkamlık bataklığında tahammür eder ve hotkamlık dünyasında saltanat sürer. Hotkamlık hakkında büyük ruh dostlarımızın bir çok derslerle dolu tebliğatı vardır. Bunlardan bir kaç tanesini takdim etmeği vicdani bir borç telakki ediyorum. Evvela dostumuz Kadrinin bir tebliğini naklediyorum:

KADRİ: Kasım 29, 1948

<< İnsanlar almaktan, ihtiyaçlarından fazla da olsa verilen her şeyi kabul etmekten uzak kalmamışlardır. Çünkü bu da insanların, dünyaya gelirken beraber taşıdıkları yüklerden birisidir. Daima almak. Halbuki insanlar için herkese dağıtmak hatta manevi kudretlerinden de verebilmek bir insanlıktır. Daima almak değil, aldıklarınızdan ve sizde mevcut bulunanlardan bir kısmını da vermeğe gayret ediniz. Bu, vermekle almak arasında bir müsavatı temin etme vaziyetini ihdas ederse iyidir.

<< İyi insanlar bu dünyada çoktur. Fakat bunların daha üstüne çıkarak etrafa da iyilik saçabilmek lazımdır. Başkalarına yaptığınız hizmetlerle ve onların üzerinde bıraktığınız intibalarla kendi kıymetiniz yükselir. Kazandığınız kalbler sizin yükselmenize vasıta olacak birer kademedir.

<< Temiz bir muhit, iyi niyet, iyi mesai, güzel manzaralı serin bir yer. Fakat ziyaretçileri olmazsa ne işe yarar? Öyle bir yer tasavvur ediniz: Güzel, bakımlı, fevkalade manzaralı olsun. Siz orayi istediğiniz kadar süslenmiş pek güzel şeylerle bezemişsiniz. Fakat günler aylar geçiyor, hiç kimse sizin sarfettiğiniz emeklerinizden istifade etmiyor. Siz de üzülür, yaptılarınıza acırsınız. Demek yalnız hüsnü niyet, kendi hesabına temizlik, iyi harekete azmetmek kafi değil. Onun neşeli ziyaretçilerini de hazırlamak lazım. >>

MUSTAFA MOLLA: Ocak 11, 1948

<< Hayırlı yol daima mütekabil hürmet yoludur. Halbuki cemiyetiniz bundan derin bir cehil ve uslanmaz ihtiraslar zincirinde zebundur. Siz mühtaç olanlar için, sizden bir şey bekliyenler için yaşamasını unuttuğunuz anda ne orada, ne burada şahsiyetiniz bir vehim olmaktan ileri geçemez. >>

KADRİ: Ağustos 16, 1948

<< Bilgi, insaniyete hizmet ettiği zaman büyük bir kıymet arzeder. Bir çok malumat sahibi olan bir insan bunu güzel bir şekilde kullanmasını bilmez, kendisinden başkalarının istifadesini temin edemezse o bilginin kıymeti yoktur. İnsanlar yalnız başına kendi ruh ve bedenlerile bir bilgidirler. Çünkü daima tetkik mevzuu olabilirler. Başkalarını da ayni nisbette tetkik edebilirler. İlmi etrafa şümullü bir şekilde gösterebilmek ve bu kudreti izhar edebilmek esastır. İnsanlar, başkalarının nam ve hesabına yapmış oldukları işlerle öğünürler. Hiç bir kıymet mevcut mudur ki insan onu yalnız kendisine hasretmiş olsun da bundan vicdanen bir huzur duyabilsin ve kendisine bir şeref hissesi ayırabilsin. Bir kere düşünün: daima başkasına yapmış olduğunuz ufak bir hizmet bile sizde bir mahzuniyet tevlit eder. Fakat kendi nefsinize inhisar ettirdiğiniz o kadar büyük işler vardır ki bundan ne siz bir sürur duyarsınız, ne de başkalarına anlatırken gururunuz yükselir. Şu halde yaptıklarınızı şahsınızın değil, başkalarının ondan edecekleri istifadeyi düşünerek tanzim etmeniz kendi lehinize bir hareket olur.

<< İnsanlar yalnız başlarına kaldıkları zaman kendilerinin mesut olmalarına imkan yoktur. Çok evvelki tebliğlerin birinde bahsetmiştim. Bir şehirde tek başına kalmış, bütün servetlere malik olmuş bir insan bunlardan ne bir fayda görür, ne de mesut olur. Onu başkalarınada tattıracak bir zemin ve zaman bulabilir, yaptığı işler etraftan görülürse o zaman mesrur olur. Sporcular da böyle değil mi? Kendi kendine çok hızlı koşan yahut atlıyan bir insan bunu tek başına yaparsa hiç bir zevk duymaz, etraf seyrederse hem kendi, hem civarı memnun ve müteheyyiç kalır. İnsan kendi kudretini etrafa teşmil ederse bu en iyi bir hareket olur. Kapalı cevherler, ışıkları söndürülmüş bir lambadan farksızdır. >>

Aşağıdaki tebliğinde M. Molla, hatta tekamülde müsbet rol oynıyan ıztırabın bile  yalnız hotkamca sebeplere dayandığı takdirde kıymetini kaybedeceğini, fakat buna mukabil diğerkamca, peygamberane denilebilecek surette çekilen ıztırapların ne kadar büyük kıymeti olduğunu çok açık olarak ifşa etmektedir.

MUSTAFA MOLLA: Nisan 4, 1948

<< Mevzuumuz insan ruhundaki azapların çeşitleri ve sureti husullerine dairdir. Öyleki bu hususta siz, hayatı ruzmerrenizde birikmiş iyi veya fena itiyatların dışında da müstakil dünyevi amillerin tesirlerini müşahede edersiniz. Bunlar iki kanalda mütalaa olunabilir.

<< Ruhi ıztırapların birinci amili, en ziyade sizde müessir ve spontane birtakım ruhi telakkiyetın husulü ve reaksiyonudur. Bunu bir az izah etmek gerekir. Bu potansiyel bir birikme, yani sizin gayri meşru aleminizin iktisap eylediği fakat sarahatten idrak edemediğiniz birtakım müessirlerdir.

<< İkinci müessir amiller, bilhassa hayatınız çerçevesinden ruhunuzda tesirlerini gösterir. Açıkçası, birinci hususatı siz haberdar olmadan toplarsınız. İkinci nevi ıztıraplarınız harici ve içtimai amillerden gelir. Her ne yoldan olursa olsun insan ruhunun tezelzüle ve teşevvüşe düçar olması, gayenin hayre müteveccih bulunmasına daima düşmandır. Bu ıztıraplar eğer insani idealler uğrunda meydana gelmemişse.   

<< Eğer bu hususatın iyi mütalaa edilmesi lazım gelirse ıztıraplarınızı iki neve ayırarak mütalaa eylemeniz belki vazıh ittilaınız için hayırlıdır.

<< Bir nevi ıztırap egoist heyecanların tatmin olunmamasından doğar. İkinci şıkkı teşkil eden ıztıraplar nefsaniyetin fevkine yükselmiş, yani << ben >> den ziyade herkese yönelmiş asilane duyguların, istenen neticelere varamamış olmasından mütevellittir, denebilir. Peygamberane ıztıraplar diye de adlandırılabilen bu nevi azapların yüksek insan karakterlerini ifade ettiğinde şüphe yoktur. Kalbiniz ruhani bir alemin nazımı olamazsa da hiç değilse zulmet içinde bir kandil iktidarına vasıl olmağı özliyebilecek bir yüksek isteyişin aşiyanı olabilmelidir.

<< En büyük duygular, en yüksek ıztıraplarla ölçülür. Zira insan ne gülmenin, ne ağlamanın, fakat sadece ruhi ıztırap ve hazlarının susan deryasının amakı ruhaniyetinde meşgul sayılmalıdır. Yoksa harcı alaim bir çok heyecan ifadesi de olsa dökülemiyen acıların ruhlarınız üzerindeki ağırlığı ifade eder ki derin ve kesif yükleri taşıyabilme iktidarına sahipsiniz.

<< Böylece mütalaa ettikten sonra mevzuun daha derinliğine doğru gidebiliriz. Niçin seviniyorsunuz? Niçin meyus oluyorsunuz? Bunların tetkik ve teşhisleri sizin asilane ve gayri asilane telakkiyat ve heyecanlarınızın birer ifadesi, birer ölçüsü makamındadır. Herkes ayni ruhi iktidarın sahibi olamaz. Bu bir iktidarı ruhani demektir ki emeklerinizin, ruhunuzun manevi gölgelerinde biriktirdiği, ışıktan mevcelere bağlıdır. İnsan vardır ki kendi manevi durgunluğunu dahi keşfe kaadir olamaz. İnsan vardır ki tamamen zıddına, nefsinin dışına çıkabilmiş ve kendini unutarak nevi beşerin acılarına müstağrak olmuştur.

<< Bir gölgeyi taşımanın, bir vehme kurban yaşamanın, bir nefse hizmetkar ve zebun olmanın itiyadı sınırlarından öteye koşmanız, elverirse daha da ilerlere varabilme imkanlarını araştırmanız sizin yaratılışınız icabındadır.

<< İnsan o yüzden büyüktür ki kendini ancak bir kişi olmaktan kurtarmak yolunda savaşır ve nefsinin iyi bakımdan meleği, fena bakımdan mücahidi manzarasında görülür. Bu yolların her ikisi de nihayet sizi  hayra çekecek olan rehakar isteyişlerin ve intizarların birer başka tezahürleridir. Asil insan karakteri, bir başkasının saadetinden haz duyabilme karakteridir. Sonra da kendi nefsinin vüsatında başkalarına verebilecek ruhani serveti  olabilenlerdir. Sizi düşündüren sadece şahsi alailikten ibaretse bundan öteye geçebilmenize hangi tarikle imkan görebilirsiniz?

<< Dünyanız bir cesedin, bir sonu gene ayni hudutlar içerisinde, ayni şeylere inkilap etmeğe mahkum bir maddi bedenin gayesi olan bir dünya değildir. Ruhunuz, işte üzerinde insan damgasının taşınmamasına sebep olan en asil ve en ön cepheniz. Onun üzerinde kuracağınız bina ebediyen sarsılmıyacak olan binadır ki gene onun üzerinden daha yukarlara erişebilmek için halaskar haberleri vadeden irtifaları görürsünüz.

<< İllaki << ben >> im ve bütün bu dünya benim şuurumdur, ondan mada hiç bir şey reel olamaz, diyen insan önce düşünmelidir ki bu alemin nizamları arasında kendi şuuru da o nizamların kurucusu tarafından bahşolunmuştur. Yoksa kendi dediğiniz müstakil bir hüviyet mevcut olduğu halde amili mutlak olsaydi kainatın mimarisinde elbette bir taşı bulunmak iktiza ederdi. Bu nasıl oluyor ki bir babanın emeğile büyüdüğü ve gene o babanın yüksek veya yüksek olmıyan huylarını iktisap eylediği için ona hürmetle baş eğer de susan bir namütenahi kudretin icazkar sükunetinde bir sır sezmez. Öyleyse onların düşünceleri kendilerinden öteye ve yukarıya hiç bir ifade sahibi olabilmek iradesini aramamaktadır.

<< Böylece en büyük ıztırap sizin şahidi bulunduğunuz bir çok bedbahtlıkların sahibi kimseler tarafından temsil edilmektedir. Ve bunlar bu acı hakikatin bir an dahi farkında değillerdir. Ruhun ebediyete giden cihetlerine pencerelerini açamamış kimseler bu kadar büyük bir ruhani alem içinde hudut ifadesinden kurtulamamakla elbette acınması lazım gelen bir seviyede kalmışlardır ki işte bu anların amakı vicdanında toplanan zehirler gibidir.

<< Sizin için bir ders olsun diye söylenmiş bir çok ata sözleri vardır. fakat bilir misiniz, bunlar en ziyade işinize yarıyarak size maddi imkanlar vadeden işlerde birer destek olmaktan ileri turulmamakta ve en manevi cephelerile dahi maddi iğtişaşlara birer örnek olsun diye kullanılmaktadır. Samimi olmak için bu gün hiç bir sebep tasavvur edilemez. Demek istediğim şudur:

<< Manen yükselme veya alçalma ne demektir? Bunun üzerinde durmak ve düşünmek adeta müsbet bir zihniyetten uzaklaşmak telakki ediliyor. Bütün böyle gayri edebi ve gayri insani emeller peşinde koşmanın bilinmeden ruhta bırakacağı neticeler elbette ki bir gün vicdanın zehirlerini çoğaltıp insanı başka bir zebun çağa sürükliyecektir. Uykularında rahat edemiyenler, akibetlerini sadece gelip geçici meseleler uğrunda telef edenler... İşte ıztırapların en acı olanlarından bir kaçı. Harici ve içtimai avamilin ruhlarınızda bıraktığı tesirler elbette gözlerinizin önündedir. Onlardan bir intibah dersi almazsanız yaşamanızın hep ayni tempoda devamı demek olan göz yummalarınız size bu dünyada olduğunuzdan ileri bir merhale vadedemez. Sükut mukarrerdir. Yani insan, öyle bir zaman gelecek ki elbette dünya dilile konuşamıyacak ve dünyadaki kötü gidişlere bir düzen vermek iktidarını kendinde bulsa dahi imkanlarını elde edemiyecektir. Bu ise işte daimi azaplarınızdan birinin örneğidir.

<< Dünyada bırakılan en iyi örnek, sizin istikbalinizdeki haleti ruhiyenizin bir ifadesi olmaktadır. Azaplarınız, nefsaniyetinizden daha öteler varabilmeli. Ve siz, başkalarını ihata ve tenvir eyliyen bir güneşin feyzine mazhar olmuşçasına hakim olabilmelisiniz. Keşke nefsimden ziyade başkaları için rehakar olabilsem diyen insan azmi takdise layıktır. >>

Aşağıdaki tebliğinde bu kıymetli dostumuz tamamile bizim de kabul etmiş olduğumuz hotkamlık hakkındaki kanaatlerini çok güzel ifade etmektedir:

MUSTAFA MOLLA: Aralık 2, 1950

<< İnsanların en kötü, en hırpalayici, hatta tek manasile öldürücü halleri iradelerile kendi egoizmalarına kendilerini bağlıyarak kötürüm kalışlarıdır. Sizi bu kadar kesif ve dondurucu bir karanlık dehlizden kurtarmak emelile baş başa çalışmağa davet etmiş isek; başkaları için bu bir vehim, oyuncak veya tehlike diye tavsif de edilse bütün veballeri üzerimize olmak şartile, saadetimizi temin eden bir vesiledir. Fakat, hemcinslerinizi aldıklarınızdan hissemend eylemek en ileri vazifenizdir. Bunu yapabilmek için tenkit tebliğimizi okuyunuz. Ve her ferdin ilkin karanlık cephesile temasa geçmeden onun aydınlığına ihtiyacınız varmış gibi birlikte kendi labirentine ininiz. Zulmetle ilkin o karşılaşınca çaresini sizden sormasa da beklemeğe başlıyacaktır. İşte insanların en tipik halleri.

<< Zihni atalet, görmemezlikten hız alır. Ve kesafeti bu suretle çoğalarak ruhda bir ikinci mezar uçurumu açmağa koyulur. Binaenaleyh kendi havanızı kendiniz bol bol teneffüs edip inşirah ufuklarına doğru kanat açarken geride kalanları unutmayiniz. Hatta son yolcu siz olmağa çalışınız. İrşadın ve tenkidin en faydalısı budur. >>

Ve nihayet gene kıymetli dostumuz Kadrinin hotkamlığa müteallik aşağıdaki sözleri üzerinde derin derin durmak ve düşünmek icap eder.

KADRİ: Şubat 28, 1949

<< Senin tecrüben yalnız senin hayatınla değil, başkalarının hayatı ve onların tecrübelerile de hemahenktir. Sen her şeyi şahsına inhisar ettirirsen buna ne bir ömür, ne de bir kaç ömür kifayet eder. Başkaları namına çalışıp ondan zevk duymağı bir saadet telakki ettiğiniz müddetçe başkalarının ıztırabına ortak olup kendinizi felaketlerden kurtardıkça, başkalarının saadetinden örnek alıp onların bu saadete nasıl ulaştıklarını anlamağa gayret ettikçe sen bir adamsın. İşte insanlığın büyük kıymetleri böyle başlar. Yoksa bir insanla bir hayvan arasında hiç bir fark kalmaz.

<< Bir defa düşünün. Bir hayvan yalnız kendi nefsi ve hayatiyeti için çalışır. Yalnız kendini doyurmak, başkalarının menfaatini değil, yalnız şahsını düşünmek, diğerinin ıztıraplarından değil, kendi ıztırabından üzülmek hassasına maliktir. Demek insan bundan çok başka türlü olacak ki hayvanın yaptığının aksini yapacak ki aradaki büyük fark tezahür edebilsin. Hayatınız böyle geçerse ve böyle geçen gününüzü bir kayıp değil, bir kazanç gibi telakki ederseniz o vakit yaşadığınızı anlarsınız. Yoksa sebepsiz hareketlere, başkasına zarar  verici hadiselere, hatta hiç zarar vermeden dahi başkaları için faydasız geçirilen günlere ne yazık.

<< Hareketinizi daima kontrol edip insan olmağa gayret etmek, yalnız gayretle değil, bunu bilfiil tatbik etmek gibi hareketlerinizi çalışma sahanıza intikal ettirmekle mükellefsiziniz.

<< İnsanlığın daima ilerlemesi yolunda fedakarlıklardan çekinmemeli. Ve insan, hayatını kendisine bir işkence kaynağı değil, bir saadet vasıtası yapmalıdır. Bu hareketleri, elinizde imkan ve vasıta mevcut iken yapınız. Ve hayırlı, uğurlu yerlere emek sarfediniz. Allah da size yardım eder.

Nefsaniyete mağlup olmuş bir insanın görüş zaviyesi daralır. Onun nefsaniyeti ile mücadele etmesi şöyle dursun, hatta binbir dereden su getirerek, bir sürü makul (!) mazeretler de bularak vicdanına karşı nefsaniyetini de müdafaa etmekten geri kalmaz. Zira nefsaniyetini tahrik eden dünya cazibeleri o kadar çoktur ki ve vicdanının emrettiği hakiki vazifeleri o kadar güç gelir ve onun rahatını bozar ki bu hal karşısında o, bundan başka türlü bir şey de yapamaz. Burada sözü gene kıymetli dostumuz M. Mollaya bırakıyoruz:

MUSTAFA MOLLA: Mart 28, 1949

<< Ferdin arzusu, kensi siasını mümkün mertebe iradi bir seyyale ile setrederek üstün olan her türlü nüfuz ve feyz hareketlerini meneder. Bir kere dünyanın bütün boğucu, çekici hallerile hembezm olmağa alışmış bir insan, onun fevkindeki manevi ufuklar ve cihanların temevvücatını asla ahiz ve zepteylemeğe kaadir olamaz.

<< Dünyanın şartlarını göz önüne getiriniz. Sizi ağlarına düşürecek nice tertipli ve suni intizarlarla karşılaşırsınız. Herkes bir ihtirasın pençesinde zebun olmağa müsaittir. Çünkü dünyada bu gibi itici, haydi oraya veya haydi bu tarafa diye kuvvetle cebredici nice gizli kumandalar mevcuttur. Mesela, para ihtirası uğrunda her nevi delaleti kabul ederek sadece maddi kazanç yol ve vasıtalarının yardımını ideal tanıyanlar mevcuttur. Mesela, hırsızlıkla kolay geçinme yolunu arıyanlar vardır. bir başkasını öldürebildiklerine bakılırsa bu delalet gayri kabili mukavemet haller de iktisap ediyor demektir. O halde dünyanızda avlayici, daha doğrusu, sizi, üstün olmağa sevketmek istiyen iradeye rağmen yolunuzdan çevirici nice cazibeler mevcuttur. Bunlarla bağdaşınca elbette bunların fevkinde idealleri kaybedersiniz. Onun için, size daima ruhunuzun üstüne çökmekte olan ve an be an yanmakta bulunan bir kainatı maddiye örtüsünün küllerini biriktiren vasatınızın gafil avlayici, ısıtıcı yorganlarını atınız diyeceğiz. Zira bunlar ancak oralara manevi bakışlar çevrilince görülebilir. Böyle olduğu için de ancak ruhi bir vuzuh başlar. Faraza dünyevi ihtirasların cürufu ve gafleti içinde hemahenk bularak nefsini alkışlamakta olan bir adama yaklaşıp, diğer iyi bir adamın daha hayırlı yollar göstermeğe çalışması onda müthiş reaksiyonlar uyandırabilir. Peygamberler bile büyük mukavemetler gördüler. İsa niçin çarmıha  gerildi? O halde ruh planlarınca veya ilahi evamirin ölçülerini, yani tatbik mesuliyetini taşıyan muvazzah varlıklarca yapılacak her nevi iç tenvirine gözleri hemen kan tutmuş bir insanın vukufu nasıl kaabili tasavvurdur? >>

Fakat insanın, nefsaniyetini tahrik eden bu cazibelerden kurtulması çok zordur. Esasen evvelki bazı tebliğatta da yazıldığı gibi bunlardan birdenbire ve büsbütün kurtulmak cihetine de gidilemez. Burada tedric esastır. Adım adım yürümek fakat asla durmamak ve ihmalkarlık yapmamak lazımdır. İnsanın nefsaniyetinden kolaylıkla feda edebileceği bir çok şeyler de vardır. İşte bunu yapmaz, ihmal ederse yerinde kalır ve muvaffak olamaz. Buna mukabil bu kolaylıkla terkedebileceği itiyat ve cazibelerden her gün küçük bir miktarını bırakmağa alışırsa günün birinde evvelce kendisine terkedilmesi gayri mümkün görünen en büyük kusurlarını bile ortadan kaldırmış ve kötü itiyatlarından tamamile kurtularak vicdan hürriyetini tamamen kazanmış olduğunu hayret ve sevinçle görür. Sözü büyük dostumuz Mustafa Mollaya bırakıyoruz:  
     
MUSTAFA MOLLA: Aralık 22, 1948

<< Hayat bir otorite değildir. Yani ellrinizi kollarınızı bağlıyan bir sılta değildir. Önünüzde namütenahi imkan ve vasıtalar mevcuttur. Cemiyetten tabiata, tabiattan cemiyete ardı arası kesilmiyen müemadi akışlar devam etmektedir. Kendinizi tabiat ve cemiyet aynasında görünüz. Daha önce anlattığın gibi, eğer bir nizamı umumide, bu küllü ahenktarda bir ruh ve mana sahibi iseniz biliniz ki hiç bir cehit dahi sarfetmesiniz size bilinmiyen yollardan ve bilinmiyen alemlerden namütenahi bildirmeler akın etmektedir.

<< Siz kendi benliğinizi o kadar çabuk öğrenebilseydiniz onun kemalini bir hamlede iktisaba kaadir olabilirdiniz. Halbuki insan, merhaleden merhaleye bir namütenahi koşuş mahlukudur. Onun bütün mücadelesi haddi zatında kendi nefsine yönelmiş bir iktisabı servet, bir vuzuhu tam, bir kıymeti ilahi demektir. İnsanın, aynaya bakınca gördüğü yüz hareketlerindeki vuzuh ve mana kadar kendini cemiyet ve tabiat müvacehesinde de manen temaşa eylemesi mümkündür.

<< Bir günlük hayatınızın hatırasını o günün son saatinde tekrarlayiniz. ( Bundan sonraki murakabei nefis bahsinde tafsilat vardır B. R. ) ikinci bir günlük faaliyetin muhasebesini de bir gün evvelki gibi tekrarlayiniz. Ve nihayet bir kaç gün sonra hayatınızın kadrosundaki faaliyetleriniz sizin manevi portrenizi tersim eyliyecektir. Ancak bitaraf bir tetkik yolu ile kendi iç ve dış yapınızın mahiyetini böylelikle tesbite bir derece kaadir olabilirsiniz.

<< Bizim mütemadiyen ve israrla verdiğimiz bu tebliğlerden kasıt zaten sizi sizin için vazıh kılabilmekten gayri nedir? Nereye gidiyorsunuz? Nerelere kadar gidebilmek kudretini haizsiniz? Yoldaşınız ve yükünüz nelerden ibarettir? Bunları her zaman göz önünde bulundurarak ruhunuzu, dünyanızın mahdut cehitlerindeki mahdut zaviyeli durakları ( maddi faaliyetin gayeleştirilmesi B.R.) için inkisama mahkum kılıp bütünlüğünden mahrum etmiyesiniz.

<< Dava öyle karışık ve karanlık bir alemi izan davasıdır ki gerçekten en büyük hadise insanın varlığında dönüp dolaşan muhteşem iradenin ve isteğin cevaplarına kaadir ve hakim bir raddeye vasıl olabilmektedir. Nefsinizi, körlüğünde ve muvakkat endişelerin aldatıcı ve gelip geçici cazibesinde mahkum ve bi kadrü kıymet bir hale zebun etmeyiniz. Zira insan hür yaratılmıştır. Ve irade, her istenenin seferber olma kumandasını derhal ifaya mecburdur. Siz de kendinizi en devamlı ve en ulvi olana  doğru çevirmeğe çalışınız. İnsan bir gün belki arzın mihverini değiştirmeğe muvaffak olabilir, fakat asla insiyak ve ihtiraslarının kırbaçlayici ve zebun edici kör iptilalarından tamamen kurtulamaz. Cehitler ve bütün bu faaliyetlerin nansibi, en az kendimizden bir karanlık parçayi söküp atabilmek ve onun daracık menfezlerinden ilahi nur ve feyzin inşiaatını temin eylemektedir. >>

Maddi ve nefsani ihtiraslar insanı, olduğu yere mıhlar, atıl ve tekamül babında hamle hareketlerini tahdit edici hallerin zebunu kılar. İstikbalini kurtarmak ve kendisine iyi mukadderler hazırlamak istiyenlerin buna çok dikkat etmesi lazımdır. İnsana saadet buralardan gelecektir. Allahın büyük lütuflarının kapısı budur. Dışarda başka ellerde değil.

MUSTAFA MOLLA: Mart 13, 1948

<< Olduğunuz derecenin en üstünde bulunmanıza lüzum yoksa zaten bulunduğunuz yerde durmanız elverirdi. Bir taş, bir hakimiyet ve hatta bir istek izhar edemediği gibi siz de böyle endişelerden vareste kalabilirsiniz. Demekki insan olmanın şartları tahakkuk edince insan hüviyeti nasibinin fevkine doğru çıkmağa hakikaten müstenit yaratılmıştır.

<< İhtiraslarınızın zincirinde zebun olmanız da ayni yolda, ayni mihver etrafında dönüp dolaşmanızdan başka şey ifade etmiyeceğine göre de bu ihtiraslarınız gene taştan ve diğer cansız mevattan en az ileri bir tarafınızı bile isbata vesile olamaz. İhtiras, merhaleler vadetmediği sürece kördür. Olduğu yerdedir. Ve bir adım ilerisine düşmandır. Çünkü değişen halet, kısır kalmağa mahkum cephenin tamamen zıddına bir inkişaf seyri demektir. O halde siz de ihtiraslarınızı ona göre ayarlıyacaksınız. Olduğunuzdan ileri varmağa medar olmıyacak işler ve arzularla vakit geçirmiyeceksiniz. Zira bu kaybedilmiş zaman sizden sorulacaktır. Ve bu sorulduğuna göre bir zaman sonra gene bizzat kendiniz böyle bir netice karşısında boş bıraktığınızı ikmale mecbur kalacaksınız. >>

* * * 

Şimdi nefsaniyet ilcalarının en kötü ve zararlı tezahürlerinden birisini ele alıyoruz. Bu da samimiyetin yokluğunu ifade eden mürailiktir. Mürailik, bütün zararlı ve kötü nefsaniyet ve hotkamlık tezahürlerini, kısmen teşvik eden, kısmen de maskeliyen, çok fena bir silahtır. Mürailiği kısaca: duyduğundan, bildiğinden, inandığından, benimsemiş bulunduğundan ve olduğundan başka türlü görünerek nefsani bir neticeyi, hotkamca bir menfaati elde etmek gayretidir diye tarif edebiliriz. Mürailik, diğer tabirle samimiyetsizlik öyle bir hastalıktır ki onun zararı, en başta ferdi olmakla beraber bir o kadar da ma’şeridir. Mürai insan kendisine olduğu kadar münasebet halinde bulunduğu insanlar üzerinde de bazı nahoş tesirlerin vukua gelmesine sebebiyet verebilir.

Mürailik ya bizzat kendi nefsine karşı yapılır veya başkalarını aldatmak için yapılır. Kendi nefsine karşı yapılan mürailik, nefsaniyetinin sarbestliği lehine olarak kendi kendisini aldatmanın açık bir ifadesi olur. Bunun doğuracağı neticeler ise şimdiye kadar öne sürülmüş mülahazalardan kolayca anlaşılır. Vicdan ilahi irade kanunlarının ruhta perde perde açılan bir makesidir dersek, nefsaniyeti de insanın kötü ve ıztıraplı, meşakkatli akibetlerine yol açan bir şeytana benzetirsek nefis mürakebesi mahkemesinde nefsaniyeti vicdan hakimine karşı maskelemiye uğraşarak  mazur göstermeğe çalışan mürailiğin zararlarını birer birer bulup ortaya koyabiliriz.

Mürailik başkalarına karşı da yapılır dedik. Bu takdirde insan; karşısındakinden bazı şeyler koparmak ve buna mukabil o anda kendi kıymetini inkar etmek, hakiki hüviyetini saklamak ve bunu da ancak gene nefsaniyeti uğrunda yapmak durumuna düşmüştür.

Samimiyetsizliğin en zararlı bir nefsaniyet unsuru olduğunu söylemiştik. Bu sözümüz belki bir az kapalı kalmıştır. Üzerinde durduğumuz takdirde bu sözün doğruluğunu tasdik etmek hiç de güç olmaz. Nefis murakabesi mahkemesinde vicdanın sert hükümleri karşısında hiç bir şey gizli tutulamaz. Bununla beraber insan nefsini vicdanının hükümlerine iradesile tamamen terk ve teslim etmek istemez ve nefsaniyetinden hiç bir fedakarlığa katlanmazsa o zaman kendi nefsine karşı, daha doğrusu vicdanına karşı samimiyetsizlik silahını kullanmaktan çekinmez. Ve güya bu kötü silahla vicdanının temiz ve hiç bir mania karşısında gerilemiyen hükümlerini iptal edebileceğini sanır. Filhakika bu sayede vicdan sesi yavaş yavaş işitilmez olur. Ama bu, vicdanın hükümlerinin iptal edilmiş olması demek değildir. Ancak bu hükümler imhal edilmiş bulunur. Ve zamanı gelince eskisinden daha çok şiddetli olarak meydana çıkar. Bununla beraber o, meydana çıkıncıya kadar, kendi nefsine karşı yapmış olduğu mürailiği ile insan, kendi kendini böylece aldatarak evvelki nefsani hareketlerine daha diğer bir çoklarını da ekler ve nefsaniyetinin azgınlığını arttırdıkça arttırır. Ancak kötülük namı altında ne varsa o, gene kendi nefsine karşı olan samimiyetsizliği ile, binbir mazeret bularak, bin bir dereden su getirerek hepsini mazur görür ve nisbi bir huzur, daha doğrusu vicdanının süzgeciden geçmemiş, nefsaniyetinin serbestliğini hissetmekten mütevellit bir avunma hali içinde uyuştukça uyuşur. Nihayet buna günün birinde kendisi de o kadar inanmağa başlar ki yalnız kendisinin yaptığı yetmiyormuş gibi, itiyat edindiği kötülükleri çeşitli fazilet vehimleri ile maskeliyerek başkalarına da aşılamağa başlar. Bu suretle bazan o, saf, muhakemesi kıt, tecrübe ve  görgüsü eksik kimselerin dalaletini de mucip olabilir. Bu hallerin her biri onun ruhunda bir yara açmağa kafidir. İşte bu yaraları derinleştiren unsur insanın nefsine ve muhitindekilere karşı göstermiş olduğu samimiyetsizlik, daha doğrusu mürailiktir.

Samimiyetsizlik insanlar arasındaki dostluğa, sevgiye ve mütekabil itimada engel olan bir kusurdur. Zira mürailikte gizli duran gaye nefsaniyet olduğuna göre, nefsaniyet de diğerkamlıkla bağdaşamıyacağı için, diğerkamlığın mühim bir tezahürü olan fedakarlık; samimiyetsizlikle, mürailikle birarada bulunamaz. Halbuki sevgi her şeyden evvel fedakarlık, yani hiç bir karşılığı beklenmeden başkasına karşı kendinden bir şeyler vermek esasına dayanır. Kıymetli dostum Kadri, samimiyetsizliği bu cepheden ele alarak şunları söylemektedir.

KADRİ: Mart 15, 1951

<< Samimi olmıyan bir insanla dost olmanıza imkan yoktur. Zira dostluk için şart, fedakarlık yapmaktadır. Gayri samimi bir insan ise fedakarlık yapamaz. Fedakarlık yapamayince dost da olamaz. Şu halde tekamül etmek için kademe olan fedakarlığı, dostu için bile yapmaktan çekinen bir insan bir adım geri, onu yukarı çıkaran basamağın altındadır. >>

Kıymetli dostumuzun burada tebarüz ettirdiği mühim nokta samimi olmıyan bir insanın tekamülünün arzu edildiği şekilde vuku bulmamasıdır. Bu çok doğru bir sözdür. Tekamül bir yükseliştir. Hotkamlıkla yükseliş, insanlar için tabii bir yol değildir.

Samimiyetsizliğin bir çok amillerinden birisi ve en mühimi, insanın kendi iç nurunu, öz varlığını mümkün mertebe tanıyamamış olmasıdır. Bunu bize ruh dostumuz Mustafa Molla şu tebliği ile açıkça söylüyor:

MUSTAFA MOLLA: Mart 16, 1951

<< Samimiyetsizliği doğuran avamil, insanın kendisine karşı vazıh olmamasından başka bir şey değildir. Kendisini his ve idrak etmek ise vereceği karara göre ayarlanmış olmanın bir şiarıdır. Bu merhaleye vusul şarttır. Aksi takdirde bir bocalama ve binnetice yolunda bulunanları teşviş adeta mukadder bir hale gelir. >>       

Bundan başka samimiyetsizlik hakkında bütün diğer temasta bulunduğumuz kıymetli ruh dostlarımızda samimiyetsizliğin kötülüğünden ayrı ayrı ve muhtelif yönlerden bahsetmişler ve bahsetmektedirler. Bunlardan biride Şarlot’tur. 
  
ŞARLOT: Mart 17, 1951

<< Samimiyetsizlik yalnız başkasını aldatmakla kalsa... Fakat maalesef iş bu kadarla bitmiyor. Bu samimiyetsizliği ikinci bir huy edinen insanlar kendi kendilerini aldatma yoluna bir çığır hazırlıyorlar. Bu hazırlık ise tekamülü yavaşlatacak kadar gerilik teşkil eder. >>

Yukarda serdettiğimiz mülahazalar Şarlot’un bu kısa fakat veciz sözünün manasını izaha kafi gelir.

Şu halde ileride tatbikatından bahsedeceğimiz nefis murakabesini yaparken muvaffakiyetimize engel olan düşmanların, yani bütün nefsani duyguların elebaşlarının samimiyetsizlik, mürailik olduğunu ve nefis mürakebesi sırasında sureta insanın izzet menfaatlerini koruyan bir siyanet meleği gibi ortaya çıkarak insanı vicdanın, hatta mürakabei nefis mahkemesinin huzurundan uzaklaştırmağa çalışan zehirli yılanın da gene bu mürailik olduğunu asla hatırdan çıkarmamalıdır.

Demekki muvaffakiyetli bir nefis mürakabesi ancak insanın – neticesi ne olursa olsun – kendi kendisine karşı tam manasile samimi olması ve nefsaniyetin tesiri altında kalarak hareketlerini asla eğip bükmeden, dosdoğru, olduğu gibi mürakabei nefis mahkemesinin huzuruna çıkarması ile mümkün olabilir.

* * *

Nefse hakimiyet insan için çok lüzumlu bir haldir. Zira nefse hakimiyet olmadan vicdanın zalimane hükümlerinden bir insan kendisini kurtaramaz. Ve bu sözün de – herkesin anlıyabileceği şekilde – kısası şudur: Azap ve işkence çekmekten yakasını sıyıramaz. Bu da mukadderdir. Peki diyelim ki böyle oluversin, bütün hayatımız boyunca azap ve ıztırap çekip duralım ne çıkar! Hayır bu hal de böyle, azabı bizim sineye çekivermemizle ebediyen uzayıp gidemez. Yani azaba katlanmakla nefsimizin islahı cihetine gitmek cehtini göstermekten kendimizi ebediyen muaf tutamayiz. Zira nefsini islah tekamül için zaruridir. Ve bu zaruretin icabatı nefse hakim olup vicdanı tatmin etmedikçe tahakkuk edemez. Kadri dostumuzun aşağıki tebliğinde bu bapta kıymetli sözler vardır:

KADRİ: Temmuz 19, 1948  

<< İnsanlar bir devir içinde geçirdikleri hayatlarını bilselerdi ve buna muktedir olabilselerdi bir çok hakikatlerin kühnüne daha açık olarak aşina çıkmış bulunurlardı. O zaman hareketlerile, şimdiki bilgisiz zamanlar içindeki gibi başı boş dolaşan serserilikten çıkarak, neticeli ve kıymetli ölçüleri daima insanlar ellerinden hazır bulurlardı. Bir devre bir asırdan uzun bir kıymettedir. Bir hayat, bir devre değildir. Ruh alemi de böyle muhtelif devrelerden terekküp eder. Bir varlığın dünyada geçirmiş olduğu bir veya bir kaç hayat şekil itibarile bir devreye ayrılır. Diğer alemlerde geçen müddetler de böyle devrelerle ölçülür. Her devre bir asırdan çok bir zaman sürer. Ruhların kudret derecelerine göre bu devreler bazan kısalır, bazan uzar.

<< Ruh aleminde yaşanılan zamanla da böyle devrelere taksim edilmiştir. Her devre ayni mıntakada, derece itibarile birbirinden daha yüksekte bulunur. Bunların hitamında diğer yeni bir devrenin faaliyeti baş gösterir. Bu devrelerin birbirine olan münasebeti, iki hayat arasındaki değişik şekiller gibi bir yakınlık göstermez. Yani dünyada bulunan bir insan yeni bir devreye geçerken aşması mecburiyetinde bulunduğu büyük bir mesafe vardır. Fakat bir varlık ayni bir devre içinde ikinci bir hayata hazırlanıyorsa bunun yapmak mecburiyetinde bulunduğu hareket, bir devre atlamasına nazaran büyük bir fark arzeder. O bakımdan, devreler arasındaki bu ayrılıktır ki insanın o yeni devre için iyice yuğurulmasını ve orası için lüzumlu kudreti iktisap etmesini icap ettirir. Ancak bu sayededir ki o yeni devrenin gayri kabili tahammül gibi görünen büyük tesirlerine mukavemet edebilir. İşte bu akşam yeni bir mevzua temas etmiş oluyorsunuz. Daima hayatta bulunanların kendisini bir yukarı devreye atlatabilmek için hazırlıklı bulunmaları ve buna uygun şerait içinde yetişmeleri lazımdır. BUNLARIN BAŞINDA NEFSE HAKİMİYET GELİR.

<< Arzu daima insanı içinden vuran gizli bir düşmandır. Onun hareketlerine boyun eğmek elindeki silahi teslim etmek demektir. İlk mukavemet böyle başlar. Bundaki yükseliş diğer devreye hazırlık için lüzumlu bir kudret olarak ruhta toplanır.

<< Şu halde sizin de ilk iş olarak arzularınıza hakim olmak metanetini elinizde bulundurmanız lazımdır. Evvela küçük işlerden başlıyarak bu kudreti gittikçe yükseltmek ve bir mümarese şeklinde, büyük bir müşkilata uğramadan temin etmek mümkündür. Bu şekilde, insanlar diğerleri üzerinde de farklı bir tekamül hamlesi kaydetmiş olurlar.

<< Nefsine hakim bir insan, daima diğerlerinin yanında üstün kalır. Bu da pekala yapabileceğimiz bir iştir. Her yeni devre için lüzumlu bir takım kıymetlere ihtiyaç vardır ki bunlar yavaş yavaş elde edilecektir. İşte ruh kudretlerinin derecesine göre bazıları bunu bir kaç gelişte, bazıları daha az bir zamanda ikmal eder. Hazır bir duruma geldikten sonra diğer devreye atlıyabilir.>>
   
Ayni dostumuzun aşağıdaki tebliği vicdan karşısında nefisle arzunun durumunu açıkça anlatmaktadır.

KADRİ: Mayıs 13, 1947

<< Vicdan, arzu, nefis gibi hassalar ruhun önüne dikilmiş birer engeldir. Arzuyu ve nefsi vicdan köstekler. Bunların hangisi daha kuvvetli gelirse o, öbürküsünü atlatır. Ve fırlar gider. Diğeri arkada bakakalır. Bunlar ruha verilmiş birer hassadır. Ve ruh bu hassalara uymakla da mükelleftir.

<< Ruhta bir çok feveranlar, isyanlar meydana gelir. İşte bu isyanı bastıran taraf ruhta ya bir muvaffakiyet, ya bir çöküntü bırakacak olan taraftır. İşte bu da menfi veya müsbet tecrübelerin birer ana hattı olur. >>

Nefse hakimiyet tekamülü hızlandırır. Esasen biz de bu nokta üzerinde bunun için duruyoruz. Yoksa tekamül tabi bir yoldur. Varlıklar tekamül için yaşarlar. Ve bu tekamülün daha ileri gayeleri bizim aklımızın erebileceği şeyler değildir. Fakat bu tekamül bütün varlıklarda görebileceğimiz ve inandığımız bir haldir. Yalnız tabii tekamül, yani insanın kendisini koyuvererek, hiç bir cehit sarfetmeden ve tekamül yolundaki icapları düşünmeden yaşaması takdirinde gene vaki olan tekamül batidir. Ve zahmetlidir. İşte biz insan kardeşlerimize, tebliğata dayanarak  öğrendiğimiz bu hakikati bütün açıklığı ile arzetmeği bir borç bildik. Ve onun için bunları oldukça tafsilatile yazıyoruz, yani yukardan almış olduklarımızı veriyoruz.

BEDRİ RUHSELMAN

Share

Bu site özeldir ve ticari amaç taşımaz.

Copyright © Dünya Ana