MUKADDERAT VE İCABAT - Dr. BEDRİ RUHSELMAN - BÖLÜM 18

Share

http://www.dunyaana.com/images/bedri%20ruhselman%201.jpgMUKADDERAT – İCABAT VE TEKAMÜL

Dünyada daima kötü işler yapmış, başkalarının ızdırabına, azabına, göz yaşlarına kendi kötü hareketlerile bile bile, istiye istiye sebep olmuş bir insanın elbette karşılaşacağı neticeler kendisi için sevinçli olmıyacaktır.

Güldüren güler, ağlatan ağlar. Bunun aksini düşünmek çırılçıplak ateşe giren bir adamın ateşin içinde latif ve hoş bir serinlik bulacağını beklemesine benzer.

Bir sinek kanatlarının ihtizazlarını, bir mikrop vücudünün atom hareketlerini dahi hesaba katan kainatın büyük ve şaşmaz nizamı ve bu nizamı temin eden ilahi irade kanunları, bir insanın yaptığı iyi veya kötü hareketlerini dahi hesaba katan kainatın büyük ve şaşmaz nizamı ve bu nizamı temin eden ilahi irade kanunları, bir insanın yaptığı iyi veya kötü hareketlerini şümulü dahiline alamıyacak durumdamıdır? Böyle bir şeyi nasıl düşünebiliriz? Herhangi bir varlık, muntazam ve birbirine – hiç bir varlığın akıl erdiremiyeceği tertiplerle – bağlanmış kanunların icapları dahilinde cereyan etmek zaruretinde kalan koca kainatın içinde nizam harici, ona buna kafa tutan anarşist bir kanser hücresi gibi nasıl yaşıyabilir ve faaliyetini hangi kaynaktan alabilir?

İnsanlar dünyada yapmış oldukları hiç bir hareketlerinden gayri mesul değildirler. Yani hiç bir insanın, hiç bir hareketi neticesiz kalmaz ve yaptığı işin saiki olan iyi veya kötü niyetine göre iyi veya kötü akibetinden kurtulabilmesine imkan olmaz. Bu hakikati kavradıktan sonra insanın dünyadaki vazifeleri ve işleri hakkında göstereceği faaliyetlerin hakiki hedeflerini araması ve o hedefe kendisini götürmeğe yarıyacak vasıtaları görebilmesi lazım gelir. İşte bu vasıtaların başında tekamül gelir.

Fakat ne yazık ki yaptıkları işin ne için olduğunu araştıranlar ve bulduklarını zannettikten sonra da o işin peşinde koşmak için gayret sarfedip vasıtalar arıyanlar pek azdır. İşte bunun içindir ki insan tekamülünde çok hızlı çok kıymetli ve lüzumlu olan dünya nimetleri, putlaştırılmış ve hakiki gayeye bunların birer vasıta  oldukları unutulmuş ve bu yüzden de dünyanın içi, birisi sönmeden yüzlercesi parlıyan kızgın ateşlere sahne koca bir cehennem halini almıştır. Ve ne yazık ki bundan kimsenin sadece haberi yok değil, çok kimsenin henüz haberdar olmağa bile niyeti yoktur! Fakat bundan daha acısı şudur: insanların kendi nefsaniyet düşkünlüklerile mütemadiyen körükledikleri bu cehennem ateşinin azaplı neticelerinden bizzat kendilerini değil, kendilerinden başkalarını ve bu da olmazsa ancak adalet ve iyiliğin mutlak kaynağı olan Allahı mesul gösterircesine her şeyi Onun yaptığını öne sürerek varlıklarını ve vicdanlarını nisbi bir huzura kavuşmağa çalışmalarıdır. Fakat ne yazık ki halin böyle süni ve nisbi huzuruna kavuşmak için bir insanı istikbalin bu kayıtsızlık yüzünden yeni hazırlanmakta olan ıztırap ve azaplarına düçar olmaktan asla alakoyamaz. Hele bu kayıtsızca hareketler, sinsiden sinsiye kötülüğü hissedilerek yapılıyorsa!...

Her insanın dünyada yapmış olduğu işlerin daima iyi veya kötü bir neticesi mevcuttur. Bu hakikat evvelce bahsettiğimiz illiyet prensibinin tekamül babındaki zaruretlerini bize öğretir. Tekamül yolunda yürürken hiç bir hareketin ve isteğin neticesiz kalmıyacağını spatyomdan kıymetli tebliğlerile bizleri aydınlatan bütün ruh dostlarımız müttefikan beyan ve ilan etmektedirler. Bunun aksini hiç bir ruh şimdiye kadar bir defa bile söylememiştir. Okuyucularımın çok iyi tanıdıkları muhterem Kadri dostumuzun bir tebliğini naklediyorum:

KADRİ: 12 – 4 – 1948

<< En küçük bir hareket bile birkaç sene sonra muhakkak eserini gösterecek mühim bir işin başlangıcını teşkil etmektedir. Hiç bir kuvvet dünyada ne sebepsiz, ne de maksatsızdır. Bir tek adım atılırken dahi bunun bir gün mutasavver bir kaderin tecellisi için sarfedilen bir emek olduğunu kabul etmek lazımdır. Bu kadere ( yani ilahi irade kanunlarının icabatına B.R ) giden yollardaki çiçekleri çiğniyerek atlamak, yahut yanından dolaşıp biraz zahmet ihtiyar etmek sizin elinizdedir.

<< Ne olursa olsun, hüsnü nüyetin, insanların felahı ve necatı için en kıymetli ve en kestirme bir yol olduğuna inanmak icap eder. Hüsnü niyet olunca kin ve intikam ortadan kalkar, kötülük maksatları tamamen silinir. Yaptığınız işin neticesi bazı icaplarla kötü de olsa o zaman siz bu işten her zaman kendinizi tebrie etmek imkanını kazanmış olursunuz. Kıymetli varlıklar doğruların yardımında bulunmaktadırlar. İnsanlar, hareketlerinin mükafatlarile hemahenk, kötü işlerindeki cezaları ile de müşterektirler. >>

Keza ayni temanın güzel bir varyasyonunu da kıymetli dostumuz Mustafa Mollanın aşağıdaki tebliğinde görüyoruz:

MUSTAFA MOLLA: 2 – 2 – 1948

<< İhda olunacak her saat, geçmiş saatlerin mahiyetine bağlıdır. Verilebilecek, yahut daha doğrusu kazanılacak alem önceden istenmiş, tayin olunmuş bir merhaledir. Öyle ise her isteğin ardından bir ufuk, her ufkun ardından bir yeni feza belirtmektedir.>>

Yukarki yazıların kıymetlerini okudukça anlamak ve anladıkça derinleşmek ve derinleştikçe de daha iyi takdir etmek imkanı hasıl olur. Gene ayni dostumuzun başka bir tebliğinde de şu fikirleri buluyoruz:

M. MOLLA:

<< Siz buraya ( yani spatyoma B.R ) her şeyinizle gelirsiniz. Yani iyinizde kötünüz de beraberinizde… Bundan anlayiniz ki olması mümkün olduğu kadarsınız. İsteğinizi hayatınızda iken tayin ve tesbit ediyorsunuz. Burada da ona göresiniz. >>

Evvelce illiyet prensibi üzerinde dururken insanın hayatında saatlerce ifade edilebilen kısa bir zamanın bilançosunu yapmıştık. Ve orada hadiselerin birbirine nasıl bağlandıklarından ve bunların ancak bizim idrak edebileceğimiz illet ve neticelerinin küçük bir kısmından bahsetmiştik. Şimdi o bahsin insan tekamülündeki tatbikatına ait kısmının devamını buradaki satırlar teşkil edecektir.

Bir haftanın, bir ayın veya senenin hayat blançolarını ve onların binlerce çeşit içinde değişen arazlarını mütalaa etmeği okuyucularımıza bırakarak şimdi bütün bir ömrün, yani bir dünya hayatının bilançosuna atlıyorum. Bir dünya hayatı bir sabahın doğuşu gibi başlar, bir günün batışı gibi söner. Bu bir görünüştür. Ve bir oluşun dünya realitesine göre idrak ve fehmolunan tezahürüdür. Demekki bu görünüş yalnız dünyada yaşamağa mahkum olanlar içindir. Yoksa dünyanın ve güneşin dışındaki bir seyirci için ne doğan var, ne de batan. Yani ne tulu’ , ne de gurup… Fakat mademki insan dünyada bir müddet yaşamağa mahkumdur, orada yaşadığı müddetçe elbet onun da böyle tulu’ ve gurupları olacaktır. Fakat bu onun için nasıl bir zaruret ise hayatının tulu’ ve gurubu da öylece zarurettir. İşte doğum ve ölüm tezahürlerile vasıflandırılan bu hayat güneşinin dünyadaki doğuş ve batışı arasındaki mesafeyi, bir günün doğuşu ile batışı arasındaki mesafenin doğurduğu hadiselerden daha çok şümullü ve mütenevvi hadiseler doldurmaktadır.

İnsan nasıl sabahleyin gözünü açıp da aklını başına topladığı zaman o gün yapacağı işlerin muvaffakiyetini özler ve bunun çarelerini düşünür ve araştırırsa onun gibi hayata gözlerini açmış bir insanın da aklı başına gelince dünyada geçireceği bir ömrün en muvaffakiyetli ve istifadeli şekilde geçmesini istemesi ve bu uğurda lazım gelen vasıtaları elde etmeğe çalışması icap eder.

Hayatta görülecek işler pek muhtelif ve mütenevvidir. Bunların hepsini değil bir kısmını bile burada sayıp dökmeğe imkan yoktur. Fakat esasen buna lüzum da kalmıyor. Buradaki mütalaamıza bir mevzu olarak bunlardan bir tanesini ele alalım yeter. Bir çocuk evvela ailesinden birtakım şeyler öğrenmek zorunda ve ihtiyacındadır. Aile bunu bilerek veya bilmiyerek yapar. Eğer bilerek, yani illiyet prensibinin icaplarını az çok kavrıyabilmiş bir anlayiş seviyesine yükselerek yaparsa netice mükemmel olur. Yani o çocuk, ilerdeki dünya hayatının kendisine yükliyeceği ağır yükleri taşıyabilecek kudretlerle ve hayat sürprizleri karşısında insanlık ve vicdan vazifelerinden ayrılmıyacak, yıkılmıyacak bir azim ve imanla mücehhez olarak yetişmiş bulunur. Bu hal bir ailenin istikbalini kurtarmak istediği yavrusuna bırakabileceği en yüksek ve en tükenmez bir mirastır. Acaba kötü bir terbiye ile beraber ayni zamanda çocuğuna milyonlar bırakmış bir babanın serveti bunun milyarlarda birine bile tekabül edebilir mi?

Şu halde ailenin vereceği ilk terbiye o insanın dünyadan edineceği istifadelerin bir illetidir. Ve bunun da bir sürü neticeleri vardır. Bu neticeler çok muhtelif olabilir. Yüksek, temiz, diğerkam hisli ve düşünceli ailenin çocuğu yüksek ruh melekelerini daha küçük yaşlarından itibaren ailesinden alacağı telkin ve göreceği misallerle iyi yollarda inkişaf ettirmek imkanlarını bol bol kazanır. Bu suretle inkişaf etmiş olan  kudretler çocuğun ilerde karşılaşacağı çetin hayat tecrübelerinde en büyük yardımcısı ve müstakbel hayatını da muvaffakiyetle hazırlıyabilmesinin en emin vasıtası olur. Buna mukabil eğer o aile kötü hotkam ve geri duygu ve düşüncelere, nefsani arzulara mütemayil ise ve çocuğuna söz ve hareketlerile bu nevi duygu ve düşüncelerin kötü telkin ve misallerini veriyorsa iş evvelkinin tamamile aksine neticeler verir. Yani çocuğun hayırlı ruh melekelerinin inkişafı yerine nefsani ve hotkamca duygu ve düşünceleri onun varlığında yer eder ve ilerde karşılaşacağı çetin hayat şartları içinde kendisini gösteren hayat imtihanları sırasında lüzumlu olan silahlardan onun mahrum kalmasını mucip olur. Fakat şunu da hemen ilave etmek isterim ki çocuğun buradaki akibeti ona keyfi bir muamele yapılarak herhangi bir kudret tarafından zorla tatbik edilmiş bir kader değil, onun – evvelce izahını yaptığımız gibi – gene kendi kötü hareketlerile geçirmiş olduğu eski hayatının neticeleridir. Ve bu da bu bakımdan elbette ilahi bir kaderdir.

Bazı anneler ve babalar vardır ki dört yaşındaki yavrularının üzerlerine bir kovboy elbisesi giydirip, bellerine kocaman bir tahta tabanca takıp ( aferin oğlum kovboyluk sana ne güzel yakıştı ) diye arkalarını da okşıyarak güya onları kahramanlığa teşvik ettiklerini ve cesarete, secaata alıştırdıklarını sanırlar. Bütün iyi niyetlerine rağmen bu anneler ve babalar tabiatın kendilerine emanet ettiği ve himayelerine mühtaç bıraktığı ve nihayet bütün mesuliyetlerini üzerlerine yüklediği yavrularının ruh kudretlerini, yani insanlık hislerini böyle bir << kahraman >> ruh yetiştirmek vehmine kapılarak felce uğratmakta olduklarını ve böyle yapmakla da çocuklarının yüksek tekamül yollarındaki ilerleyişlerini kösteklediklerini ve onların gelecek hayatlarını bedbahtlığa sürüklemekte olduklarını bilirlerse dünyamız bundan çok büyük şeyler kazanmış olur.

Kötü muhitlerin tesiri altında yetişmiş böyle bedbahtların uzun seneler sonra yani bir sürü yollardan ve ameliyelerden geçerek elbette gene temiz ummanlara varması mukadder olan fakat şimdiki halile sadece kirli bir su birikintisinden ibaret bulunan bu kötü başlangıçlarının o temiz ummana ulaşıncıya kadar geçeceği bütün mecraları burada takip etmeğe ne imkan, ne de lüzum vardır. O halde bunları bir tarafa bırakarak büyük ve engin denizlere yakın dümdüz, berrak yollardan geçen temiz akışlar üzerinde duralım ve mesela insanlığı seven, ailesine, muhitine, dostlarına, kardeşlerine, arkadaşlarına, yakınlarına, uzaklarına ve bütün insanlara, hatta hayvanlara ve nebatlara varıncıya kadar her varlığa karşı şafkat, muhabbet duygularile bağlanan, kalbini en küçük bir varlık için her türlü yardımı yapmak ihtiyacı ile dolduran ve bütün bu hareketlerile Allaha yönelen, onun sonsuz kudretlerinin namütenahi tezahürlerinden nimetlenmek zevk ve saadetini kendine gaye edinen bir insan varlığı meydana getirmeği esas tutarak çocuğunun ilk terbiyesini bu yollara sürükliyebilecek kudretli bir ailenin hayatını ele alalım. Böyle bir ailenin çocuğu ilahi yollarda elbette diğerine nazaran çok hızlı ölçülemiyecek kadar verimli bir yürüyüşle mesafeler katetmek kolaylığına – ailesinden almış olduğu bu ilk terbiyenin yardımı ile - kavuşmuştur. İşte evvelki çocuğun tekamül yolunda nefsaniyetini ezebilmek için çektiği sıkıntılar, ve önüne çıkmasından menedemediği manialar ve güçlükler yanında bu ikinci çocuğun rahatça, maniasız, engelsiz ve adeta tabii bir yürüyüşle, hiç bir zahmet çekmeden – evvelki ile ölçülemiyecek bir hızla – ilerlemesi elbette keyfi bir imtiyaz halinde ona verilmiş bir şansın veya rastgele bir kör tesadüfün eseri değil, adaletsizce dağıtılmış bir kaderin de eseri değil, fakat o ailenin kendi iradesini iyi yollarda kullanıp ve nefsaniyet düşkünlüğü içinde lakayt hareketlerle çocuğuna kötü telkinler ve misaller vermekten çekinip iyi yetiştirmek gayret ve faaliyetinin güzel ve tabii bir neticesidir ki bu çocuk da evvelki hayatında sarfetmiş olduğu tekamülü yolundaki cehit ve gayretlerile esasen böyle bir aileden gelmek ve bu kolaylığa nail olmak hakkını kazanmıştır. İşte böyle bir istikamete çevrilmiş illetler elbette iyi neticeler verecektir. Bunlar iyi mukadderler ve iyi akibetlerdir.

Burada akla şu sual gelebilir: Peki amma bu birinci çocuğun kabahati ne idi ki böyle beceriksiz zavallı bir aileden geldi de ikinci çocuk gibi aklı başında, yüksek bir aileden gelmedi. İşte bu da yukarda biraz çıtlattığımız gibi, sebepsiz ve illetsiz bir kaderin tezahürü değil, o çocuğun geçmiş hayatında yapmış olduğu bazı işlerin, ve şimdiki ana ve babasının da büyük bir imtihana tabi tutulmalarının gayet tabii bir neticesidir. Bu kötü zincir böylece devam edip gider, bakalım onu kim koparacak, daha doğrusu onun istikametini kim değiştirecek. İşte bu işi başarabilen insandır ki bir kahraman olmak vasfına liyakat kesbetmiş ve hem kendisini, hem de etrafındakileri ve belki de beşeriyeti kurtarabilecek bir kudret kazanmıştır.

Böylece iyi bir insan yetiştirmenin çok karışık yollarındaki sayısız hadiseler ve tekamül vasıtaları arasında, hemen hemen hepsi denecek derecede bir çok kısmı insanın şuur ve idrakine sığmıyan illetler, neticeler sımsıkı bağlı oldukları halde birbirlerini kovalayıp dururlar. Ve hiç süphe yoktur ki bütün bu illetleri ve neticeleri hazırlıyan gene insan oğludur. Ve işte ilahi adaletin de insan kafasının alamıyacağı şümul ve vüsat içindeki sonsuz tezahürlerinin çok küçük bir numunesi de budur.

Demekki, bir anlık, bir saatlik, bir günlük, bir haftalık, bir aylık, bir senelik ve nihayet bir ömürlük hayatın sayısız hadiseleri vardır. Ve bu hadiseler gene çeşitli illet ve neticelerin nizamı altında vukua gelir. Bu illet ve neticeler insan kafasının almıyacağı şeylerdir. Bütün bu olaylar ilahi irade kanunlarının ahkamı altında şaşmadan akıp gider. Bu bir hakikattir, ve kafasını iyice yorarak işletmiş, bu husustaki tecrübelerini ilerletmiş varlıklar bu hakikat ne kadar bedihi ve aşikar ise henüz bu işleri düşünebilmeğe vakit bulamamış insanlar için de anlaşılabilmesi o kadar güç ve kafa yormağa değer bir mevzudur. Esasen şu da vardır ki hangi hakikatin peşinde koşulursa koşulsun, müfekkireyi çelik düşünce mengenesinden o yolda geçirmedikten sonra insanın aradığı hakikate varabilmesi de mümkün değildir. Bununla beraber hakikat aşkı kuvvetli bir illet olarak insan ruhunda meknuz bulunmaktadır. Onu söndürmeğe hiç bir varlık muktedir değildir. Çünkü o, ilahi bir illettir, yani mukadderdir. Değiştirilemez. Şu halde bu gün şu veya bu sebepten bir illetin neticesi tezahür etmiyebilir. Fakat ergeç bu netice, yani insanın hakikat araştırma yolundaki faaliyeti kendisini gösterecektir ve o zaman insan ilahi yoldaki yürüyüşlerine, yani tekamülüne evvelki ile ölçülemiyecek bir süratle atılmış olacaktır. Ve bu da bir kaderdir. Çünkü illiyet prensibinin bir icabıdır.

Bu hakikate ermiş, tabiatın bu büyük ilahi kanununa boyun eğmesini öğrenmiş her insanın yaptığı her işte elbette bir talih, bir saadet ve bir isabet olacaktır.

Büyük dostumuz Kadri bu hususta şunları söylüyor.

KADRİ: 17 – 6 – 1949

<< Sarf edilen emeklerin mahsulü, ona verilen kuvvetle mütenasip bir şekilde neticelenir. Hiç bir emek mahsulsüz ve neticesiz kalmaz. Şayet bu netice az olursa bu azlık, yapılan himmetin eksik kalmasından, yahut bulunduğu muhite uygun olarak seçilmemiş bulunmasından ileri gelir. Bu sebepler aranır ve bulunursa ya kuvveti arttırmak, ya muhiti yapılan emeğe uygun düşecek bir yerde hazırlamak daha iyi netice verebilir.

<< Dünyada hiç bir şeyin neticesiz kalmıyacağına inanmış olan insanlar daima yaptıkları işi düşünerek boşuna bir emek haline inkilap etmemesi için kuvvetlerini verimli bir sahaya hasrederler ve hem etraflarını, hem kendi emeklerini şuurlu bir duruma sokmak suretile ellerinin boş kalmamasını temin ederler. Bunun için insanlar kendi muhitlerine en müsait olacak tarzda kendi hareketlerini tanzim ile mükelleftirler. Bundan aldıkları neticelere göre ya şeklini, ya istikametini tebdil ederek ve daima islaha doğru adımlar atarak hem etraflarını müstefit etmeği, hem de istikbale giden yollarını temizlemeği dünyada iken başarmış olurlar.>>

Şimdi mademki dünya hayatımız illet – netice rabıtalarile birbirine bağlı birtakım hadiseler içinde geçmeğe mahkumdur, o halde dünyada geçireceğimiz hayat tarz ve şekli ile ruh kudret ve kaabiliyetlerimizin inkişafı arasında sıkı bir münasebetin bulunması ve bu münasebetin de illiyet prensibi kadrosu içinde mütalaası icap etmez mi? Yani her insanın layık olduğu hayatta yaşaması ve her dünya hayatında da ancak o hayata layık insanların veya varlıkların yaşaması lazımgelmez mi?

Bu sualin cevabı şimdiye kadar serdedilmiş olan mulahazalardan sonra kolayca verilebilir. Eğer dünyaya insanların gelmelerinde yüksek maksatlar varsa ( ki vardır ) , eğer insanlar dünyadaki hayat safhalarını ancak daha yüksek hayatlara ulaşmak için birer vasıta olarak kullanıyorlarsa ( ki böyledir ) onların bu gayelerini tahhakkuk ettirmeğe müsait olabilecek hayat şartları içinde gelmeleri ve yaşadıkları muhitin şartlarını da kendi kudret ve kaabiliyetlerinin imkanları dairesinde hazırlamaları tabii ve illiyet prensibine uygun bir iş olmak lazımgelir. Mesela, cahil bir hammal hiç bir vakit büyük bir üniversitede fizyopatoloji dersinin kürsüsünü bir ordinaryüs profesör olarak işgal edemiyeceği gibi böyle bir vazifeyi görebilecek kudrete gelmiş bir insan da bir hammal kadar muvaffakiyetle hammallık vazifesini ekseriya yapamaz. Hammalın bu dünya hayatında geçireceği öyle bir sürü icaplar ve zaruretler vardır ki o ancak onlardan faydalanabilecek ve bir ordinaryüs profesörün hayatı onun o ihtiyaçlarını göremiyecektir. Fakat ordinaryüs profesörün dünyası ile hammalın dünyası birbirinden çok farklıdır. Bununla beraber her insan kendi ruh kudretinin şümulü dahilinde kendi dünyasını – ne şekilde olursa olsun – kendi ruh huzurunun teminine iradesile en uygun bir şekilde tanzim etmek fırsatı kullanması ilahi yolda tekamülünü süratlendirmiş olmasının başka türlü bir ifadesidir. Bu mavzua dair büyük dostumuz M. Mollanın aydınlatıcı bir tebliğini naklediyoruz:

MUSTAFA MOLLA: Şubat 19, 1949

<< Daha ne kadar zaman var olacağı bilinmiyen bu şartlar içindeki aleminizin ileri hallerini kendi varlığınızdan anlıyabilmelisiniz. O dünya size göredir. Ve sizinle mütenasiptir. Dilerseniz dünyanızın da bir harabe olmasını tahakkuk ettirmek elinizdedir. Dilerseniz nisbeten cennet yapmak da elinizdedir.

<< Ancak bu ikinci şıkka göre yaşanan alemi takdise layık bir hayat sahnesi şiarile vasıflanmış hale getirdiğiniz zaman hakiki dünya olur. İstemezseniz o dünya şayanı merhamet bir raddede kalır ve size muhteşem bir mezarlık da olur. >>

İstanbulda Metapsişik Cemiyetinde son seneler zarfındaki tecribi faaliyetlerimiz sırasında cemiyetimizin rehberi olarak iki senedenberi muntazaman çok kıymetli tebliğatile büyük ruhi mevzularda bizleri tenvir eden kıymetli ruh dostumuz Şihap bizimle ilk temasta bulunduğu gün şu mısraları medyomomuza yazdırmıştı:

ŞİHAP: Ağustos 14, 1951

<< Çün baktığın miratta kendin görürsün,

<< Ancak sana layık olan yolda yürürsün. >>

Hatta dünyada bizlere verilen ilhamların ve yapılan irşatların bile ancak liyakat ve anlayişimiz nisbetinde olabileceğini gene Muhterem Şihap dostumuzun aşağıdaki kıtası açıkça ifade etmektedir:

<< Ol dünya mektebin bitirdim çoktanberi,

<< Muhtelif seyyarattan bir çok ilamım var.

<< Gezdim, dolaştım bir zaman şemsü kameri,

<< Nuru aşkı ilahiden, pak ilhamım var.

<< Ol ilhamı sizlere sunmağa amadeyim,

<< Yeter ki nuşa ehlonun ben bir badeyim. >>

Yukardaki satırlar tekamülde cehit ve gayretlerimizin ne kadar esaslı bir rol oynadığını gösteriyor. Hele cemiyetimizin bu çok muhterem ve hayırlı dostu olan varlığın aşağıdaki tebliği bütün okuyucular için istifadeli ve hayırlı manalarla doludur. Bu tebliğ yalnız bir kaç kişi için değil, bütün bu okuyanlar içindir. Ve onun kıymetinin şümulü derecesi bu bakımdan çok yüksek ve ilerdedir.

ŞİHAP: Eylül 11, 1951

<< Merhaba ey hazirun, ey ezeliyetin muzlim yerlerinden binbir meşakkatle buralara kadar erişen ve ebediyetin nurlu, feyizli yollarına pürtebalük atılmak arzusu ile memlü olan dostlarım.

<< Bilesiniz ki beşeriyet, o kendi kulaklarını tıkayan, gözlerini yuman, adeta alemi manaya karşı kendi kendini parmakları ile kör eden beşeriyet ancak siz ve sizin gibiler sayesinde – belki kendilerini bir kaç adım ötede bekliyen – uçurumdan kurtarabilecektir. Yeter ki size bu vazife, bu yüksek ilahi vazife verildi sanmayiniz. Bu vazifeye siz LİYAKAT KESBETTİKÇE, MÜSTAHAK OLACAĞINIZ NİSBETTE peyderpey hail olacaksınız. Liyakat babında evvelki sözlerim kulaklarınızda kalmış olsa gerek. Liyakat islahı nefisle kaabil olabilecek bir iştir. >>

Gene Cemiyet binasında Şihap dostumuzla yaptığımız bir celsede ziyaretçilerden birinin tebliğlerden istifade edemediği hakkındaki sözlerine karşı muhterem dostumuzun vermiş olduğu şu tebliğ, üzerinde durduğumuz mevzuu daha ziyade açıklıyacak birtakım kıymetleri taşımaktadır.

ŞİHAP: Mart 27, 1952

<< Dostlarım, buraya müdavemette bulunan arkadaşlarınızın ekserisinin fikrini zahiren haklı olarak kurcalıyan mesele, benim burada gelip konuştuğum hususların hiç de müstesna fevkalade birer mahiyet taşımadığıdır.

<< Diyorlar ki bu sözler, bu fikirler esasen malumdur, biliniyor. Bu mevzuda sizinle bir kere daha konuşmuştuk. İş bu kadar basit olsaydı kendilerine hak vermek lazım gelirdi. Evet, benim söylediklerim şimdiye kadar mükerreren söylenmiş veya birisi tarafından söylenebilecek vadidedir. Ancak, üzerinde durulacak nokta şudur ki eğer bütün bu sözler yalnız söylenmek gayesile tekellüm edilmiş olsaydi ve iş yalnız bu kadarla kalsaydı dünyanız bu günkü seviyesine hiç bir zaman gelemezdi.

<< Bir çok sözler söylendiyse bunların mütemadiyen tekrar teyit ve tekit edilmesi muhakkak sizin efal harekatınız üzerinde bazı tebeddülat ve iyiliğe matuf kazançlar temin etmesi ve sizi tekamüle çabuk adımlarla yürütmesi içindir.

<< Şimdi bütün bu söz ve sohbetleri sizler ve içinizden bazıları duyup, düşünüp kendilerinin de bilmekte olduklarını söyliyebilirler. Ve onların bunda haklı oldukları da muhakkaktır. Fakat bu sözlerin onlar tarafından yalnız bilinmesi onların tekrar söylenmemesine kafi bir sebep teşkil eder mi? Onlar nasihat, irşat ve sözlerimizin noksansız olarak hangilerini yapmışlardır? Herhangi bir mevzu olursa olsun içinizden biri çıkıp da: Ben bu mevzuda kusursuzum diyebilir mi? Bu imkansızdır.

<< bizim söylediğimiz sözle basittir. Onların tatbiki ise pek az insan tarafından kaabil olabilmiştir. Bunu da söylerken büyük bir müsamaha ile konuştuğumu bilesiniz. İş bu kadar mı? Hayır. Nail olmak istediğiniz nura kavuşmanız için bir taraftan da liyakat sahibi olmanız lazım geldiğini mükerreren söylemedim mi? Cehit ve gayretinizdir ki sizi garikı feyzi nur edecektir. Cehit ve gayretsiz hiç bir ilhama ulaşamazsınız. Ne verilirse liyakatiniz nisbetinde verilir. Buradaki sözlerim emin olunuz ki içinizden ancak 5-10 arkadaşın liyakat seviyesini aşmamaktadır. Bunları fevkalade ve dünyada söylenmiş sözlerden farklı görmiyenler henüz maalesef O, ( 5- 10 ) arkadaş seviyesine de varamadıkları için bu iddiaya saplanmaktadırlar. Esasen bu irşada layık olsalardı bundan istifade yolunu hemen bulacaklar ve bu nasihatleri zihinlerine, benliklerine nakşedeceklerdi. Onlar burada kendi liyakatleri üstünde irşat olunurlar da bunu anlamazlar. Zaten lazım olan ilahi tecelli de buradadır.

<< Size ilk mülaki olduğunuz gün ne demiştik? ( 1 ) << Çün baktığın miratta kendin görürsün, ancak layık olduğun yolda yürürsün.>> Dememiş mi idik? İnsan baktığı aynada kendisini göremezse layık olduğu yolu nasıl bulacak? Diğer bir celsede gene ayni mevzua temas etmiş ve medyomun manzum olarak söylediği bir sözün sonunda demiştir ki: << Ol ilhamı sizlere sunmağa amadeyim, yeter ki nuşa ehlonun ben bir badeyim. >>

<< Biz badeyi herkese uzatırız. Onu elimizden layık olanlar alır. Layık olmıyanlar o badeye elini değdiremez, mahrum kalır.

<< Hiç bir gayeye bir hamlede varmak mümkün değildir. Ancak ehli idrak olmıyanlar, ehliyetsiz olanlar gayeye bir hamlede varabileceklerini sanırlar. Ve beyhude uğraşırlar dururlar. Her şeyde bir tedricin ve bu tedriçte büyük sayü gayretin lazım olduğunu hatırdan çıkarmayiniz. >>

Meçhul bir varlığın bir celsede vermiş olduğu aşağıdaki tebliği gene ayni mevzu üzerinde bizi derin derin düşündürüyor. Ve burada da gene insan tekamülündeki süratlenme veya yavaşlama mevzuu üzerinde mukadderin hangi yollardan tahakkuk ettiği hakkında açık fikirlerle karşılaşıyoruz.

TEBLİĞ: Haziran 5, 1952

<< bomboş kafalı insanlar biliyorum süratle bu yolda koşsalar, koşsalar nereye varırlar?... Kafa boş olunca göz görmez ki … Göz kör olunca önündeki uçurumlara düşmek işten bile değil!... Biz bazan koştuk, amma bomboştuk… Bazan coştuk… Coştuk amma murada ulaştık…

( 1 ) Şihabın Ağustos 14, 1951 tarihli tebliğine bakınız.

<< Allah… Büyük Allah. Her zaman düşenlere elini uzatır. Bundan en ufak bir şüpheniz olmasın. Amma bunlar herkesçe takdir ediliyormu ki?… İnsan oluyor düşüyor da, bu düşmesine sebep olan boşluğunu, körlüğünü görmüyor da, kendi gözünü kapatmış çanaklarını görmüyor da gene Allaha isyan ediyor… Allah, diyor, bana yardım etmedi… Allah kimseden yardımı eksik etmedi ki… Yalnız Allaha yalvarmasını, Ona yönelmesini bilmek lazım… İnsan düşünce Allaha ne kadar candan yalvarırsa yalvarsın bu hiç bir netice vermez… Yalvarmadan evvel bu sukutun sebeplerini, amillerini bilmek lazım… Koşan yorulur… Bazan yavaş da gitmek lazım gelir… Yavaşlık bazan temkin ihsan eder. >>

Cemiyette Şihap dostumuzun celseleri gene kendi tensibi ile bir müddet tatil edilmişti. Bu tatilin hitamında tekrar kıymetli dostumuza Allahın iznile mülaki olduğumuz zaman mühim bir kısmı buradaki mevzuumuzu da ilgilendiren bir tebliğ almıştık. Bu kısımları naklediyorum:

ŞİHAP: Haziran 12, 1952

<< Bilirsiniz ki bundan bir müddet evvel geldik ve size dedik ki sizleri bir müddeti muvakkate için terkeylemek zaruretindeyiz. Evet bu müddet bu gün burada sona erdi. Ve size saadet ve sevinçle avdet ettik.

<< Görüyor, anlıyor ve memnun oluyoruz ki bu münasebetin inkitaı ve müddeti tahmin ettiğimiz gibi işinize yaradı. Ve muvaffakiyet temin etti. Muvaffakiyet temin etti dedikse bunu da mübalağa ile ele almamak lazım gelir. Haddi zatında pek cüzi, hatta hiç bir muvaffakiyet elde etmediniz. Elde edilen muvaffakiyet bu sahada değildir. Bir az derlendiniz, belki de toparlandınız… Biz buradaya avdet ettikse aldığınız bu küçük neticeden dolayi değil, bu yolda büyük muvaffakiyet elde etmek arzusunu göstermeniz ve bunun için de cehit ve gayret sarfetmeniz için kafi gelmiştir.

<< İnsan uğraşır, bir ömrü feda eder de gene bir arpa boyu yol gidemez. Bu muvaffakiyetsizlik değildir. Biz avdet ettikse bu hiç bir zaman siz iyi bir netice aldınız diye değildir. Buraya avdet ettikse ( ki bundan mesudüz, müftehiriz ) gene içinizde gördüğümüz, sevdiğimiz bazı alevler, nurlar, ateşlerdendir. Bu sözümüzüde gene lehinize istismar etmeyiniz. Alev tabiri bir az fazla olacak. Buna kıvılcım diyelim. İçinizde, ne yazık ki içinizden bir kaç arkadaş içinde bir az kıvılcım gözüküyor. Avdet ettikse bu kıvılcım için avdet ettik. Bu kıvılcım, bir az evvel söylediğim gibi mübalağa ile ele alınmamalıdır. Fakat küçümsenmemelidir de.  

<< Biliniz ki bu bir kaç kişinin içindeki kıvılcım o muazzam dünyanızda pek mahdut kimselerde mevcuttur. Biz de bunun için avdet ettik. Kaabil olsa da bu kıvılcımları alev halinde söksek de bir meşale gibi elinize verebilsek. O zaman arkanızdan gururla bakacağız. İçinizdeki kıvılcım isterse alev olsun, onu söküp, elinize meşale gibi alıp bir taburun önüne düşmedikçe süratli tekamül yoluna düşmek isabetsiz bir iş olur. Kıvılcım ne kadar büyürse büyüsün, etrafına saçılmadan bir şey ifade etmez. Tekamül başkalarına nur vermekle elde edilecektir….

<< … Bittabi bizden size gelecek ilhamlar da bu hamlelerinizin nisbeti dahilinde olacak. Bunun hududu haricine ne ben, ne de burada üstümüzdeki veya benim derecemdeki varlıklar aşamaz, taşamaz. Neye layıksanız bizlerden onu alacaksınız. Liyakatiniz nisbetinde layık olduğunuz yardımı alacaksınız. >>

İnsanın hayatta kendi akibetini kendisinin hazırladığına dair verilen tebliğat birbirini desteklemekte ve itmam etmektir. İnsanın tekamülü, hayatta geçireceği hadiselerle sımsıkı olarak alakalı bulunduğuna göre tekamül kaderinin de gene insanın iyi niyet ve iyi amellerine göre bu hadiselere veçhe vermek suretile çeşitli istikametler alacağını asla unutmamak lazım gelir.

Binaenaleyh içinde yaşadığımız hadiseler üzerinde ya doğrudan doğruya veya vasıtalı olarak tesirini muhakkak gösteren bizzat kendi niyet ve amellerimizle tekamülümüzü hızlandırabilir veya yavaşlatabiliriz. Bu kadar mühim bir hakikat karşısında hiç bir cehit sarfetmeden hadiselere kurbanlık koyun gibi sadece pasif olarak boyun eğmek ve iyi tarif edilmemiş ve iyi anlaşılamamış bir mukadderi beklemek doğru olmaz. İnsan bundan zararlı çıkar. Bu hali çalışmadan sırf şansının yardımı ile sınıf geçeceğine kendisini körükörüne inandırmış tenbel bir talebenin haline pekala benzetebiliriz. Muhterem dostumuz Kadri, bundan beş sene evvel başladığımız celselerinin daha ilk gününde bize şu kısa, fakat çok veciz sözleri söylemişti:

KADRİ: Mayıs 5, 1947

<< Herkes kendi ektiğini biçer. Bunu ben size söyledim. Ekiniz. Bunlar tomurcuk açacak. Meyvelerini toplıyacaksınız. Burası ( Ruh alemi B. R. ) O tomurcukların canlandığı yerdir. Sizlerin meyvelerini ben de görmekle şeref duyacağım. Her yaptığınızın izleri birer ok gibi burayada aksediyor. Ben onların iyi tesirlerini gördükçe seviniyorum. Size gelmemin sebebi de budur. >>

Ayni mevzu üzerinde büyük dostumuz Şihabın aşağıdaki tebliği de tamamlayici ve takviye edici kıymeti haizdir.

ŞİHAP: Mart 20, 1952

<< Merhaba ey hazirun, ey benim aziz kardeşlerim. Hepinizi muhabbetle kucaklar ve selamlarım.

<< Bilirsiniz ki zaman zaman meclisinize gelerek dilimizin döndüğü kadar, kudretsizliğimizin vüsatini, azametini nazarı itibare almadan kudreti ilahiden söz açtık, adaleti ilahiden bahsettik, muradı ilahiden kelam eyledik. Maksadımız sizlere müfit olmak bulunduğuna göre Ulu Tanrı elbette ki bu cüretimizi nazarı müsamaha ile karşılıyacaktır. Bu gün de bu cürette devam ederiz. Ve size takdiri ilahi babında söz söylemeğe meyyal bulunuruz.

<< Bu mevzuu intihaba geçen celse sonunda celse dışında iken arkadaşlarınızla yaptığınız musahabe sebep olmuştur. O müsahabe esnasında mukadderat var mıdır, yok mudur? Şeklinde konuşuldu. Türlü fikir ve düşünceler ileri sürüldü. Bütün bu müsahabenin safahatı bana medyomunuz delaleti ile intikal etmiş bulunmaktadır.

<< Evvelemirde mevzua girmeden önce şu noktayi belliyesiniz ki Mukadderat bahsi mevzularımızın en belli başlılarından, en vüsatlilerinden biridir. Onun üzerinde ne kadar durulsa kati neticeye varılamaz, pezirayi hitam edilmiş nazarile bakılamaz.

<< Mevzuumuza, mukadderat var mı, yok mu? Suallerile girmiyelim de bir az evvel maksadımı irae ederken kullandığım tekiple, yani takdiri ilahi ile, sözlerimize iptidar eyliyelim. Mukadderat kelimesi yerine takdiri ilahi terkibini tercih eder ve kullanırsak önümüzdeki ufuklar daha çok açılır ve maksada daha kolay erişiriz.

<< Sathi görüşe sahip olan bazı insanlar birbirine: Madem ki istikbalimize ait bazı hadisatı fevkalade bir şekilde evvelden görenlerimiz oluyor ve bazı rüyalarmız da tahakkuk ediyor, şu halde bir mukadderat vardır. Ve bunlar daha ileri giderek derler ki madem ki bir istikbal var, mukadderat vardır.

<< Hayır dostlarım. Ebediyete kadar uzanan istikbalimiz mevcut olsun. Ve bunun bir kısmı hakkında da evvelden bilgi edinelim. Bu, bir mukadderatın mevcut olduğunu ve bundan kaçınılmıyacağını hiç bir zaman isbat etmez. Hiç bir zaman böyle bir düşünceye yer verilemez. Böyle bir düşünce ile, kainatı dolduran varlıkları iple oynatılan kuklalara benzetmeğe hiç birimizin hak ve salahiyeti yoktur.

<< Bütün kainatı dolduran varlıkların her birinin taşıdığı ruh birer lemai ilahidir ki bunlar kendi mukadderatlarını bizzat kendileri yaratmağa kaadirdirler. İstikbalin ufak bir kısmını evvelden görmemiz, anlamamız bunun ne başkaları, ne de Allah tarafından bizim için tekdir edildiğine, mukadder kılındığına bir delil teşkil etmez. İstikbalimizden arada sırada malumat sahibi olabiliyorsak bu bir mukadderin mevcut olduğundan değil, ruhumuzun kaabiliyeti nisbetinde istikbalde temevvüç edebilme imkanlarımızın çoğaldığından neşet edegelmektedir. İstikbalini gören insan, mazisini hatırlıyan, daha doğrusu mazisinde yaşıyan insanın yaptığından başka bir şey yapmış değildir.

<< Takdiri ilahi sözünden muradımıza gelince: Bütün alem ve kainatları ve bu alem ve kainatlarda yaşıyan bedenli ve bedensiz varlıkları yaratan Ulu Tanrı muhakkak ki her varlığın bütün hayat safahatini en ufak teferrüatına kadar bilir ve takdir eder. Bu biliş ve takdir ediş Allahın, varlıkları birer kurulu oyuncak gibi hazırladığından, kendi arzusuna göre istediği hareketi ve efali almak için kurduğundan mütevelit değildir. Bu biliş ve takdir ediş, Allahın Mutlak Varlığı ile imtizaç etmiş büyük bir hakikattir.

<< Dostlarım, Allahı, oyuncularını kendi hava ve hevesine ve kaprislerine göre tanzim etmek istiyen bir çocuk durumuna düşürmek gafletine kapılmıyalım! En basit bir aklı selim bizi bu düşüncelerden uzak tutacak kudrettedir. Eğer böyle olmasaydi, bizler ve sizler ve bütün kainattaki varlıklar birer bez ve mukavvadan hazırlanmış kuklalar kadar masum ve suçsuz bulunurduk. Bu takdirde de ne tekamül, ne de bu tekamülü elde etmek için sarfedilen bunca gayret ve çekilen bunca meşakkat yersiz olur, beyhude olurdu.

<< Şimdi bu sözü burada bitirdikten sonra kendimize: Mukadderat var mıdır, yok mudur? Sualini daha kolayca sorabiliriz. Dostlarım, mukadderat vardır, çünkü onu biz kendi ellerimizle hazırlıyoruz. Mukadderat yoktur, zira biz efal ve harekatımızı tebdil, tağyir ve tenzih etmekle mukadderatımızı değiştirebiliriz. Sözlerim bu kadar. Hepinizin kendi nefislerinizi islah ederek mukadderatınızı kendi ellerinizle en iyi ve en imkan dahilinde bir şekilde hazırlamanızı dilerim. >>

Sözümüze devam etmezden evvel yukarki tebliğde adı geçen bir noktanın izahının yapılasına lüzum görüyorum. Muhterem dostumuz Şihabın söylediği gibi, hakikaten bir insanın hayatından, istikbaline ait küçük bir parçayi evvelden herhangi bir suret ve tarzda keşfetmiş olması onun bütün hayatının ezelden noktası noktasına ve değişmez bir şekilde taayyün ve takdir edilmiş bulunduğunu asla göstermiş olmaz. Burada cereyan eden hadisenin çok manalı ve şayanı dikkat sebepleri ve zaruretleri vardır.

Bazı anlarda bazı insanların ruh hayatı hakkındaki imanlarını biraz daha takviye etmek lüzum ve zarureti hasıl olur. Mesela ruh kudretlerine, ve bilhassa fena bulmıyan ve madde ötesinde de baki olan ve maddeye tasarruf eden bir ruh varlığı hakkındaki duygu ve bilgileri insanlar arasında yaymak icap eder. Bu ilahi bir vazifedir. Ve bu vazifeyi bilerek bilmiyerek bir çok varlıklar kabullenir.Ve ayni maksat ve gaye ile müşterek ve muntazam bir plan dahilinde bu vazifede gene kendi serbest ruh hallerindeki irade ve muvaffakiyetlerile rol almış bulunan bütün varlıklar bir nizam ve tertip dahilinde faaliyete geçerler. Bu faaliyete iştirak eden her derecedeki ruhlarla birlikte insanlar da bulunur ve her varlığın ancak kendi kudret ve imkanları nisbetinde işler görülmeğe başlar. Bu vazifeler ilerlemiş ruhlar tarafından tamamile bilinerek yapıldığı gibi, basit ruhlar ve insanların hemen hemen hepsi tarafından bilinmeden – insan varlığı halindeki bağlı şuur ile idrak edilmeden – adeta otomatik bir tarzda ifa olunur. Fakat buradaki otomotizma dünya görüşüne nazarandır. Hakikatte bu insanların serbest ruh hallerindeki iradeleri ve çoğunun idraki bu işde faal durumdadır.

İcap ve hale göre sayısız şekil ve tarzlarda görülen bu vazifelerden birisi de istikbale ait mizansenler tertiplemek ve o mizansenler hakkında evvelden insanları haberdar ederek müstakbel hayata onların inanmasını sağlamak gibi faaliyetlere aittir.Yani yardımcı ve ilerlemiş ruhların da yardım ve iştiraklerile bazan insan ruhları, insan varlığı halinde iken bilmeksizin serbest ruh halile ilahi irade kanunlarının icaplarından istifade ederek bazı hadiseler tahayyül ederler. Onların tahayyül ettikleri bu hadiseler ilahi irade kanunlarının vereceği imkanlar dahilinde tahakkuk edecektir. Bunlar birer mizansendir. Bu mizansenler hazırlandıktan sonra asıl maksada geçilir. Yani bu hazırlanmış parçalardan bir kısmını icabı hale göre ve muhtelif vasıtalarla insanlara duyurmağa, bildirmeğe sıra gelir. Bu da ya bir telepati yolu ile, ya bir falcının sansitif’lik kaabiliyetinden istifade edilerek veyahut da alelade bir rüya içinde, istifadesi bahis mavzuu olan insanlara yarı müphem, yarı vazıh veyahut çok net ve açık bir surette gösterilir. İşte bunu gören insanların bu imajlarda veya mizansenlerde yaşaması ile bir insanın hayatının herhangi geçmiş bir safhasında yaşıyarak onu görmesi arasında hiç bir fark yoktur. Zira bunlardan ikincisi evvelden içinde yaşanmış bir vakadır. Tıpkı bunun gibi birincisi de gene ruhlar tarafından şu veya bu maksatla tertipedilmiş olduğundan onun da içinde evvelden yaşanmış demektir. Netekim burada güdülen maksat hasıl olduktan sonra bu mizansenler de tarihe karışıp mazinin bütün diğer hadiseleri gibi unutulup gidecektir. Fakat bütün bu işlerin neticesinde maksat hasıl olacak ve bir sürü ve belki de milyonlarca insan bir çok şeyler öğrenecek, bir çok şeyler duymağa başlıyacak, hülasa tekamülleri yolunda biraz daha süratle ilerleme fırsat ve imkanlarını kazanacaktır. Müdekkik olan ve ruh mevzuları üzerinde araştırmalar yapmak külfetinden çekinmiyen insanlar bu nevi tertipler dahilinde bir çok insanın yetişmekte olduğunu görmekten hiç bir vakit hali kalmamıştır. Bu fikri biraz daha açmış olmak için bir misal vereceğim:

Birisi rüyasında kuyuya düştüğünü görüyor… Ertesi günü bunu heyecanla etrafındaki bir kaç kişiye söylüyor. Kendisini sevenler bir kaç gün ihtiyatlı davranmasını tavsiye ediyorlar. Fakat o gün rüyayı gören adam sokağa çıkıyor duraktan henüz kalkan tramvaya atlamak isterken eli boşanıyor, yere düşüyor ve arkadan gelen bir otomobilin çarpmasına maruz kalıyor, hastaneye kaldırılıyor. İşte bir vakia ki bunun vukua geleceği bir gece evvel rüyasında sembolik bir imajla kendisine bildirilmişti. Burada gizli olarak geçen hadise şudur. Bu zatın etrafında ruhları; ruh hayatına ait imanla biraz sarsılması matlup olan kimseler vardır. Onlara bu hakikati göstermek için muhakkak bazı hami ve yardımcı ruhların muavenet ve iştirakleri ile bu zatın serbest ruh hali böyle bir mizansen tertip ettiler. Yani yakın bir zamandan bu zat herhangi bir şekilde ( bunun hiç bir kıymeti yok ) bir ufak kaza geçirecektir.

Bu kazayi geçirmeği o rüyayi gören insanın serbest haldeki ruhu kabul ve maksada vüsul için belki de bizzat kendisi arzu etmiştir. Fakat bu kazanın ne günü, ne şekli evvelden gene o imaj sahipleri tarafından tayin edilmiş olmıyabilir ve ekseriya da hal böyledir. Fakat bu tertip sırası gelince esas maksada en uygun tarzda cereyan edecektir. Bu işler olup bittikten sonra, tertibe dahil olan insan ya kendisi veya gene o tertibe dahil insanlardan başka birisi namına bir rüya görür ve bu rüya bittabi sembolik olur. Zira esasen tertibin şu veya bu şekilde tahakkuku taayyün etmiş değildir ki… Fakat burada kararlaştırılan nokta yalnız bir hafif kazanın geçirilmesidir ve bu kazayi geçirmek vazifesini de rüyayi gören insanın bizzat kendisi kabullenmiştir ( bu kabulleniş de onun tekamülü ile ilgili bir sürü kazançlarına müteveccih icapla kıymetlenir. ) Rüya etraftakilere anlatıldıktan sonra veya maksat asıl rüyayi gören ise, rüyayi görenin insan varlığı halindeki şuur ve idrakine intikal ettikten sonra sıra bu tertibin tahakkuku keyfiyetine gelir. O zat bu tahakkuk işini temin için adeta otomatik olarak, yani kendisini de bilmeden ( serbest ruh halile bilir ) geçirmesi lazım gelen bir kazayi araştırmağa başlar. Ve istemediği halde ayakları kazanın olabileceği yerlere kendisini sürükler. Mesela hızla giden bir tramvaya atlamağa kalkar. Ve her vakit kuvvetine güvendiği bileğinin de inadına o gün ve o anda gevşekleşiverdiğini görür. Ve bütün bunların sebeplerini izah edemez, manasız bulur. Bulur amma bunların hiç birisi manasız ve yersiz değildir. Hepsinin bir maksada müteveccih olduğunu o insan o zaman idrak edemez. Ve düşer, malum şekilde kaza vaki olur.

Fakat bu kaza böyle olmazdı da başka türlü de olabilirdi: Mesela o zat tramvaya atlıyacağı yerde o sırada civarda devrilmek üzere bulunan bir duvara doğru koşardı, yıkılacak bir balkon olsaydi o balkonun altına girerdi, etrafına rasgele palasını savuran bir sarhoşa rasgelseydi onun yanından geçerdi… Daha çok. Fakat sokağa gizli maksadını yerine getirmek için çıktığı zaman en münasip olarak karşısına bir tramvay çıktı ve ona atlamak istedi…

Şimdi zahiren cebri görünen bütün bu işler, hakikatte bir maksat uğrunda ve pek kati lüzum ve zaruretler karşısında tertiplenmiş ve kararlaştırılmış bir tasavvurun gerçekleştirilmesi hadisesinden başka bir şey değildir. Bu da pek nadir hallerde vaki olur, yani her vakit herkesin böyle evvelden tertiplenmiş mizansenler içinde yaşaması zarureti de asla yoktur. Bunlar ancak arzettiğim gibi, bir insanın veya milyonlarca insanın tekamülü mevzuunda zaruret hasıl oldukça baş vurulacak ve bazı fedakarlıklar pahasına karar verilecek işlerdendir. Yani ruhun ebedi hayatının mutat zaruretlerinden değildir.

Keza gene bu tertipten olarak bazan da ölümü haber veren rüyalar veya kehanetler vardır. Bunların da bir kısmı yukarda söylediğim sebeplere bağlı olduğu gibi bir kısmı da bambaşka sebepler ve icaplar altında vukua gelir. Bu hususta da, yani yukarki maksatla ölüm hadisesinin önceden bildirilmesi mevzuundada bundan sonraki bahiste tamamlayici bilgileri takdim etmeğe çalışacağız.

Fakat, dediğimiz gibi bir insan tarafından vaki olan istikbale ait keşiflerin bütün izahını yukardaki tek misalin içinde bulmağa çalışmak elbette doğru olmaz. Bunun yanında daha çoğunu bilemediğimiz bir sürü diğer hallerde vardır ki bunlar, yukardaki misalde gösterilen şekilden bambaşka manzaralar arzeder. Bilhassa hadiselerde hakim olan determinizma prensibi göz önünde tutulursa bir çok hadiselerin evvelden aşağı yukarı taayyün etmiş olabileceği de kolaylıkla anlaşılır. Mesela çürük olduğu bilinen bir ipe sarılarak bir kulenin tepesinden aşağı sarkmağa hazırlanan bir adamın aşağı düşüp parçalanacağından bahseden bir insanın bu keşfine hiç de hayret edilmez. Demekki hadiselerin birbirine zincirlenmiş neticelerine vukufun artışı nisbetinde, gelecek hadisat hakkında isabetle keşiflerde bulunmak pekala mümkün olabilir.

Diğer taraftan serbest ruh halindeki bir varlığın vukuf derecesinin bağlı bir şuur halinde bulunan insan ruhundakine nazaran çok ilerde olduğu da malumumuzdur. Şu halde bir insan bazı şartlar altında ruhunun serbest kaldığı zamanlarda böylece zincirlenmiş ve bu yüzden tahakkuk yoluna girmiş bazı hadiseleri söyler ve bunlar da zamanı gelince doğru çıkarsa Şihap dostumuzun yukarda dediği gibi bu halin hiç bir zaman ezelden takdir olunmuş bir mukaddere delil sayılması doğru olamaz. Esasen şu da var ki her kehanetin mutlaka doğru çıkması da mümkün görünmüyor. Keşfolunan şeyler gene determinizma prensibine göre aşağı yukarı tahakkuk yoluna girmiş bulunanlardır. Allah evvelden hadiseleri biliyor ise muhakkak bu hadiseler evvelden taayyün etmiştir, sözü tamamile beşeridir. Böyle bir düşünce Allahın kudretini bir insan kudreti ile kıyas mevzuu yapmak zaafından kurtulamamış insanlara ait olabilir. Allah herşeyi bilir fakat Onun bilgisi insanların bilgisi gibi bir bilgi değildir. Allahın bilgisi hiç bir vecheden hiç bir mahlukun bilgisine ne benzetilebilir, ne de onlarla ölçülebilir. Allahın bilgisi bütün bilgileride yaratan, bilgilerin bütün icaplarını da ihata eden, zaman, mekan, mesafe vakıa, hadise kayıtlarından tamamile, ama tamamile azade olan bilmediğimiz ve bilemiyeceğimiz bir bilgidir. Binaenaleyh varlıklarca muazzam bir kainat mevzuu mütalaa edilirken ( madem ki Allah bunu biliyor o halde böyledir ) veya ( eğer bu şöyle olmasaydi Allahın onu bilmemesi lazım gelirdi ) gibi beşeri kaziyelerle bu meseleleri halletmeğe kalkışmağa ve bu yönden kainat hadise ve kanunlarını izah edebilmek cüretine teşebbüs etmeğe bu kitabı yazan biçare varlığın asla gücü yetmez. Allahın her şeyi bildiğine iman ederiz. Fakat şuna da iman ederiz ki Allahın bilgisi bizim anladığımız ve tarif edebileceğimiz bilgilerin hiç birisi değildir. Bu vadide bundan fazla bir tek kelime daha söylemeğe muktedir değilim.

* * *

Şu halde insan, hayatının topyekün seyrinde değil, adım adım her safhasında değişmez tabiat kanunalarının her türlü icabatından muhtelif yollarda istifade etmek zaruretindedir. Bu kanunlardan istifade etmek demek o andaki tekamül ihtiyaçlarını karşılamıyan herhangi bir kanunun icaplarını tekamülüne daha elverişli başka bir kanunun icapları ile tebdil veya tadil etmek cehit ve ve faaliyetini göstermek demektir. Mesela bir insan yolda koşarken önüne bir uçurum çıksa elbette yolunun istikametini değiştirmek istiyecektir. Zira bunu yapamadığı anda onun uçuruma yuvarlanıp parça parça olması işten bile değildir. Fakat o adamın bu yola çıkması önüne çıkan bir uçurumun içine yuvarlanıp parçalanması için değil, muayyen bir hedefe ulaşması içindir. Gaye bu olunca onun bu uçuruma dosdoğru koşarak yoluna devam etmemesi, ve o uçurumun kenarından dolaşmak üzere yolunun istikametini ona göre ona göre tayin etmesi lazım gelir. Ve bütün bu işler ancak, onun gayesine ulaşmak arzu ve iştiyakı ile kendi isteğine göre tayin ve intihap edeceği hareket tarzlarının birer neticesidir. Yani eğer o insan orada o anda hedefini unutur veya herhangi bir cazibenin veya düşüncenin tesiri altında yolunu değiştirmek istemezse uçuruma doğru da koşarak düşebilir. Ve gene eğer ne pahasına olursa olsun o insan hedefine ve gayesine ulaşmak isterse ve bunun için de uçurumdan uzaklaşması lazım geldiğini takdir ediyorsa her türlü güçlüğü göze alarak bütün maniaları aşmak gayretile yolunun istikametini kendisine en uygun şekilde seçebilir. Ve hatta bunun için de kendisine yukarlardan layık olduğu her türlü yardım yapılır. Dikkat edilirse o adamın burada yapabileceği işlerin her ikisi de adım adım ancak, muhakkak surette ilahi irade kanunlarının icabatına tevafuk etmek suretile tahakkuk edebilir. Burada görülüyor ki o ne yaparsa yapsın, yaptığı hiç bir iş ilahi iradenin dışında değildir ve olamaz. Yalnız, ilahi irade yapacağı, bütün işlerde ona sonsuz bir faaliyet serbestliği bahşetmiştir.

Kainatta tahakkuk eden ilahi irade kanunları, ruhların tekamülleri için hazırlanmış ilahi yolların istikametlerini çizer. Bu kanunların icaplarından ne kadar iyi ve yolu ile istifade edilirse varlıkların tekamül yolundaki yürüyüşlerinin hızları o kadar artar. Bir kanunun icabını hiç bir varlık doğrudan doğruya değiştirmeğe muktedir değildir. Ancak her kanunun icabı başka kanunların icaplarından faydalanılarak tadil veya tebdil edilebilir. İşte insanların iradelerinin serbest olarak kullanılması ifadesinin manası bu noktaya matuftur.

* * *

İnsanlar tabiat kanunlarının icaplarından istifade ederek etraflarında birtakım tabiat hadiselerini vücuda getirirken taşıdıkları niyetin iyiliği veya kötülüğü onların mesuliyetlerini tayine medar olan birer faktör haline girer. İyi niyet ve halisane maksatlarla yapılan işler ( ki bunların her biri ancak tabiat kanunlarından birinin veya diğerinin icabatına uyularak yapılabilir ) İnsanın, tekamül yolunda erişeceği muhtelif merhaleler arasındaki mesafeleri kısaltır. Buna mukabil kötü niyet ve maksatlarla yapılan işler de insanın önüne bir sürü uçurumlar ve engeller çıkarır. Bununla beraber insan o suretle de hareketinde tamamile serbesttir. Ve ilahi yoldadır.

Binaenaleyh akıllı insan o kimsedir ki bilmediği sonsuz tabiat kanunlarını tedrici ve müterakki şekilde kısım kısım ve iyi niyetlerle kendi istifade sahasına koymak için mütemadiyen cehit ve gayret sarfeder. Onlar hakkındaki bilgi, görgü ve tecrübesini arttırmak gayesile her an çalışır. Yukarlardan alacağı yüksek ilhamları, irşatları bir nimet telakki eder ve hemcinsleri için fedakarlık yapmaktan bir an bile çekilmez. İnsan bu faaliyetinde tam bir iyi niyetle, temiz bir kalb ve düşünce ile cehit ve gayret gösterdikçe mesut mukadderatını bizzat kendisi hazırlamış ve yüksek tekamül gayelerine ulaşmanın, yani tam manasile Allaha yönelmenin imkanlarına daha kısa yollardan varmış olur. İşte görgü ve tecrübenin lüzum ve faydalarından birisi de bu suretle izah edilmiş olur.

* * *

Her dünyanın, her alemin kendine mahsus kanun ve icapları vardır. İşte o dünyanın ve alemin şartlarile hayatını birleştirmiş bir varlık o şartları tayin eden kanun ve icaplara uymak suretile oranın nizam ve ahengi içinde yaşamağa mecbur ki bu mecburiyet de mukadderin başka bir cepheden tezahürünü meydana koyar. Mesela dünyamızın kesif maddelerine bağlanmış bir insan yeryüzünde hiç bir zaman ziya süratile mesafe katedemez, ölümden kendisini kurtaramaz… İlh. Fakat böyle zaruri haller ve mecburiyetler de o varlığın tekamülü için lazımdır. Ve esasen o lüzum üzerinedir ki o varlık bu dünya şartlarile hayatını birleştirmek istek ve ihtiyacını duymuştur. İnsan böylece muhtelif alemlerin, muhtelif kanun ve icapları içinde yaşıya yaşıya büyük kainatın nizamını ayakta tutan ilahi irade kanunlarına tedricen uymanın yolunu bulacak ve bunda muvaffak olduğu nisbette de kudretlerini arttıracak ve Allah sevgi ve duygusunun ruhundaki inkişafından doğan büyük neticeleri idrak etmek bahtiyarlığına erişecektir.

Burada gene mektep misalini ele alıyorum: Bir mektebin muhtelif sınıflarında muhtelif derslerin ayrı ayrı şartlar dahilinde gösterilen tatbikatı yapılır. Talebeler de bu birbirinden ayrı tatbik sahalarında rüsuh ve meleke sahibi olmak için ayrı ayrı sınıflara ve ayrı ayrı ve birbirinden yüksek mekteplere devam ederler. Her yeni tatbikat devresi geçirilmiş safhadan gelecek daha yüksek ve ileri bir safhaya hamle alınmış olmasını ifade eder. Ve bu suretle her yeni safha onların tatbikat sahasındaki kudretlerini arttırır. Bu kudretlerin artışı da onların bilgisizlik, acemilik hallerinden kurtararak müstakbel hayatlarının emniyetini sağlar. Ve varmak istedikleri gayeye onları yaklaştırır. İşte dünyaların muhtelif hayat safhalarının mecburiyet ve zaruretlerini bir mektebin muhtelif sınıflarında tatbik edilmesi zaruri olan derslere benzetebiliriz. Bu derslere devam etmek kararını vermiş olan bir talebe ister çalışır ister çalışmaz, ister derslere devam eder, ister etmez fakat mektebini terketmedikçe o derslere devam veya ademi devamın o mektep nizam ve kanunlarının icap ettireceği neticelerinden kendisini hiç bir  zaman kurtaramaz.

İşte büyük mukadder bahsinin anlaşılması yolunda bizi bir adımlık mesafe daha ilerleten küçük bir misal. Tıpkı bunun gibi, bir insan da dünya mektebinde gecesini gündüzüne katarak o mektebin muhtelif sınıflarında, yani hayat safhalarında geçirmesi zaruri olan dersleri, yani hayat hadiselerini geçirmek ve o hadiselerin içinde yaşamak zorundadır. Fakat o, bu hadisatın içinde yaşarken ister bir çalışkan talebe gibi hareket eder ve vicdan yolundaki niyet ve maksatlarına sadık kalarak kendisini bu maksatlara ulaştırıcı hadiselerden lüzumu derecesinde azami istifadeyi temin etmek için gece gündüz çalışır ve muvaffakiyetle dünya mektebinin bütün sınıflarını ikmal ederek oradan diplomasını alır, isterse orada haylaz ve oyunu seven bir talebe gibi tenbellik yaparak gayelerini unutur ve kendisini eğlenceye verip hayat tecrübe ve tatbikatında muvaffakiyetsizlikten muvaffakiyetsizliğe düşe düşe senelerce oralarda sürünür durur. O bunlardan hangisini ister ve hangi yolda çalışırsa akibetini ona layık bir duruma sokmuş ve o akibeti kazanmış olur. İşte bu kazanılan akibet de onun için mukadderdir. Demekki iyi veya fena yani vicdani veya nefsani niyet ve amellere göre mukadderat insanın lehinde de, aleyhinde de her türlü tecelliyat gösterebilir. Muhterem dostumuz Kadrinin naklettiğim aşağıdaki tebliğinde bu hususa dair çok kıymetli bilgiler vardır:

KADRİ: Haziran 8, 1947

<< Dünyaların da kendilerine göre nizamları vardır. Bu dünyalar Allah tarafından konmuş birer kanun ve ahenk içinde dolaşan birer yıldız, birer deverandır. Siz bu deveranın içinde karışmış birer örnek; ufacık, çok küçük birer toz zerresi gibisiniz. Her tesir sizi oradan oraya savurur. Ancak sizin içinizdeki kudrettir ki size bir istikamet tayinine yardım edebilir. Ancak bu kudretle, yürüyebileceğiniz noktaya doğru gidebilirsiniz.

<< Önünüze bir çok engeller çıkar, rüzgarlar artar. Fırtınalar, yağmurlar, tipiler sizi hedefinizden ayırmak ister. Bazan yolunuzu çok kaybedersiniz. Bunalırsınız. İstikamet görünmez olur. O zaman sizin içinizdeki cevherin ancak kudretidir ki yeniden size bir ışık verir. Yolunu kaybetmiş denizdeki gemiciler nasıl bir deniz fenerini bulunca kurtuluş alameti diye sevinirlerse siz de o hedefi yeniden bulunca sevinirsiniz. Oraya doru koşarken ufuklar gene kararır. Dünyanız zındana döner. Maksat ve gayenizi kaybedersiniz. Gene boşlukta bocalamağa, fırtınanın önüne katılıp koşmağa başlarsınız. Taki ikinci bir hamle ile gene hedefinizi görebilesiniz. Fakat bu, insana acaba kaç defa müyesser olabilir? Bazıları, böyle yollarını kaybettikten sonra bir kaç defa daha hedeflerini görebilirler. Bazıları kaybettikten sonra bir defa daha, bazan da hiç bulamazlar…

<< Bakınız, o büyük alemde, o koca kainat içinde bir zerre tozun kaybolması kimi alakadar eder? Şayet o bir cevher ise herkes üzülür. Alakadar olanları çoğalır. Fakat hakikaten toz zerresi ise kime ne?... O zaman o bocalıyacak, çabalıyacak, nihayet günün birinde bir yere yapışacak ve onun yardımı ile biraz yol katettikten sonra tekrar boşluğa fırlıyacak, yeniden kendi kudretinin gösterdiği hedefe doğru hamle edecek, tırmanacak. Bakalım bu sefer ne olacak? Ulaşacak mı, yoksa kalacak mı? Veya biraz daha ileri fırlıyacak mı? Kader, nasip… İşte o nasip ki herkese mukadder olduğu kadar müyesser olacak, içlerinden gelen nurlu cevheri dinliyenlere yolu gösterecek… Eğer o bunu gene anlamazsa tekrar ayni deveran içinde o alemin kanunlarına uyarak yüksek bir yerden havaya fırlatılmış bir kağıt parçası gibi ağır ağır sallanarak, senelerce boşlukta boş ve hedefsiz kalacak.

<<Ne öyle, ne de böyle bir kaderin nasip olmasını insanlar için hiç bir varlık arzu etmez. Fakat bazıları vardır ki bu nasibe kendileri el açar, kucak açar, koşar, arar ve kendi ayağile kuyusunu kazar. Kolundan çekmek istiyenleri, kendisine yol göstermek istiyenleri dirsekler, döğer, beni yolumdan alakoymayın diye… Kim olursa olsun yoluna çıkanları ezer, önüne yatanları çiğner.

<< Hiç bir yüksek varlık en sefil bir varlığın bile bu felakete ulaşmasını istemez. Bizim alemlerimizde çekilen azapların en büyüğü işte budur. Onları yollarından çevirmek için çekilen işkenceler, azapların en büyüğüdür. Önüne yatarız, arkasından koşarız. Fakat ne yapalım? O, dinlemez. Gider, kendisini zorla kuyuya atar. Arkasından atlarız, elini vermez. İp atarız, tutmaz. Ağlarız, dövünürüz. Bizi dinlemez. Ne yapalım işte nasip’…>>

Zavallı beşeriyet için, azap içinde bulunan basit varlıklar için bu kıymetli varlığın çektiği ızdırabın manasını düşündükçe ve o manayı duyabilmek imkanını kazandıkça çok şeyler öğrenir ve elde ederiz. Bunları birer masal birer ebedi parça diye dinliyenlerin ve bu sözlerin hiç birine ruhunda en küçük bile olsa bir yer vermiyenlerin hayatta tepmeleri icap eden daha çok uzun yolları vardır.

Fakat biz bu kıymetli tebliği, inandığımız büyük bir varlık tarafından, mukadderin candan ve gönülden manasını okuyucularımıza tanıtmak için yazdık. Bu tebliğ bize, insanın en kötü akibetlerine bile gene kendisinin amil olduğunu ne kadar açık bir dille göstermektedir!...

Ateş insanın elini yakar, muayyen şartlar altında ateşi tuttuktan sonra ateşin eli yakmamasına imkan yoktur. İşte bu elin burada yanışı bir mukadderin tezahürüdür. Zira bu şartlar altında elin yanmaması insanın kudreti dahilinde değildir. Fakat burada insanın pekala kudreti dahilinde olan bir iş vardır ki o da bu el yanma hadisesine tekaddüm eder. Bu da elin ateşe temas edip etmemesi işidir. İnsan isterse bu ateşi elile tutmaz. Fakat tuttuktan sonra da eli yanmaz diyemeyiz. Şunu da unutmıyalım ki kainatın icapları namütenahidir ve bunların çoğu bizim bilgi ve idrakimizin dışında kalır. İşte eğer herhangi bir geçmiş hareketimizin bir neticesi olarak bu ateşi de elimizle zorla tutup elimizi yakma akibetini iyi veya kötü niyetlerimizle kendimize layık ve nasip kılmış isek bu da olacaktır. Yani ister istemez, hatta farkında bile olmadan elimizle ateşi tutmamız da zaruri olacaktır. Bu da ayrı bir iştir.

* * *    

Görülüyor ki ilahi irade kanunlarının icaplarına uygunluk göstermek zarureti bakımından her şey mukadder dir. Yani her olan ve olacak bulunan şey, muhakkak kendisinden evvel olmuş bir şeyin   sonra olması icap eden başka bir şeyin zaruri bir neticesi veya illetidir. Ve insan bu hadiselerle karşılaşırken göstereceği sabır, tahammül, iyi niyet ve diğerkamca hareketlerile onların istikametlerini iyi yollara çevirir. Demek ki hadiselerin neticeleri, ruhların üzerindeki derin intibaları ve tekamül yolundaki hayırlı izleri meydana getirirken bu intiba ve izlerden doğacak ruh faaliyetleri de yeni ve mesut neticeler tevlit edici illetler arasına girerek müstakbel hayatın mukadderatına istikametler çizmektedir.

Bir varlık belki tenbelliği,belki de kudretsizliği yüzünden dünyadaki bazı vicdani vazifelerini ihmal edip tekamüldeki yürüyüşünü yavaşlatabilir. Buna nisbi bir duraklama diyebiliriz. Fakat aslında hiç bir yerde tekamül durmaz. İşte böyle bir yavaşlama halinde kalan bir varlığı kolundan hiç bir kimse tutup zorla onu tekamül yolunda hızlandırmak salahiyetinde değildir. Yani hiç bir kimseyi üstün bir kudret felakete zorla sürükliyemiyeceği gibi, hiç bir kuvvet de geri kalmış bir insanı zorla tekamülün hızlı yollarına sevkedemez. Çünkü irade serbesttir. Allah bütün varlıkları hür yaratmıştır. Ve onların başkaları tarafından zorla sürüklenmesi, yani kendi riza ve iradeleri dışında sevkedilmesine müsaade etmez.
Bu mülahaza sık sık muhatabı olduğumuz bir suali cevaplandırır: derler ki mademki ruhlar insanlara yardım etmek isterler. Neden herhangi bir sebeple geride kalmış ve hatalara düşmüş insanları kollarından tutup zorla hayırlı ve hatasız yollara sevketmezler? İşte bu sualin cevabı da yukarda verilmiş bulunmaktadır.

Bir de bilhassa ipnotizma ile meşgul olanların akıllarına şöyle bir nokta burada takılabilir: Bir ipnozitör uyumakta olan sujesine emirler vererek işler yaptırabilir. Mademki başkalarının iradelerine tasrruf etmek yoktur ve bu hareket ilahi irade kanunlarına aykırıdır, nasıl olurda böyle bir hadise mümkün olabilir? Bu sualin de eksik ve natam bir bilgiye istinat ederek tertiplenmiş olduğunu tebarüz ettirmek isteriz. Şöyle ki ipnoz halinde bulunan hiçbir sujeye hiç bir insan zorla bir şey yaptıramaz. Yani onun iradesi dışında hiç bir şeyi ona icra ettiremez. Zahirde görünen sujenin iradesizlik hali hakiki bir iradesizlik değildir. Bu hal gene sujenin kendi isteği ve muvafakati ile ipnotizörün bütün emirlerine veya bir kısım emirlerine tabi olmağa riza göstermesinin bir tezahürüdür, yani tam manasile bu da iradi hem de çok kuvvetli iradi bir harekettir. Netekim suje istediği anda iradesini bu tesirden kurtarır ve başka bir yola sevkedebilir. Fakat o bunu şu veya bu sebepten ötürü istemez. Ve ipnotizörün emirlerine iradesini tahsis eder. Ruhların tasallutları demek olan obsesyonlarda da vaziyet aynen böyledir. İradesini en ağır bir şekilde bedensiz bir varlığın iradesine bağlıyarak onun emrile hareket eden bir obsede bile ruh isteği ile, özlediği her anda bu tesirden kendisini kurtarır ve iradesini obsesör varlığın iradesinden ayırabilir. Fakat o bunu istemez ve kendisine musallat olan varlığın bu tesirinden haz duyar, iradesini onunki ile iştirak ettirmekten, daha doğrusu onun emrinde hareket etmekten hoşlanır.

Demekki işin içine muhakkak onun iradesi girecek ve o, ancak bu iradesinin tutmuş olduğu istikametlerin yolculuğunu yapacaktır. Hülasa insanlar arasında görünen yabancı iradelerin tahakkümü vakalarında ( ipnotizmadaki gibi ) bir iradenin diğer bir iradeyi yok etmesi veya çiğneyip geçmesi gibi bir mevzu yoktur. Burada ancak bir iradenin başka bir iradeyi – gene o irade sahibinin riza ve muvafakatile – kendi çizdiği istikamette faaliyet göstermeğe ikna etmesi bahis mevzuudur. Mesela siz hiç bir vakit bir insanın yerden bir taş alarak karşıdaki evin camına – iradesini kullandırmadan – attırıp kırdıramazsınız. Bunu yapabilmeniz için muhakkak surette onun muvafakatini almağa mecbursunuz. Bunun için de o adamı ya mukni sözlerle kandıracaksınız, ya korkutarak yola getireceksiniz, veya ipnoz gibi bir hale düşürerek ve inangaçlık halini arttırarak vereceğiniz telkinlerin kolayca onun tarafından kabul edilebilecek duruma girmesini temin edecek ve bu yoldan ikna edeceksiniz. Fakat hangi yolu kullanırsanız kullanınız bütün bu işlerin sonunda elde etmek istediğiniz netice onun iradesini sizin iradeniz istikametinde faaliyete geçirmek olacaktır. Bu da onun o işi gene kendi iradesile yapmış olmasının bir ifadesidir. Yalnız insanları değil, hatta bir tek karıncayi bile bir makine veya kurulu bebek gibi işletemezsiniz. Hatta bir ağacın inkişafında bile ona vereceğiniz şekiller gene ancak o ağacın içinden gelen neşvü nema kudretlerinin yardımı ile mümkün olabilir. İşte bütün bu zaruretler ilahi iradenin çok açık ve çok büyük birer tecellisidir.

Bununla beraber bir insanın kafasını zorla kırmak, bir hayvanı ahıra iradesi haricinda bağlayıp aç bırakmak, bir ağacı kökünden kesmek de sizin elinizdedir ve bunun için hiç de mahlukun rizasını almağa ve iradesine tesir etmeğe ihtiyaç yoktur. Fakat dikkat edilirse burada da esasen o varlığın ruhu bahis mevzuu olmamaktadır ve bütün işler sadece onun maddesi üzerinde olup bitmektedir. Yani bir taş parçasını bir yardan kaldırıp diğer bir yere koymakla bu işleri yapmak arasında hiç bir fark yoktur. Daha doğrusu bu gibi ehvalde tasalluta ve tahakküme uğrayan ruh değil, beden ve maddelerdir. Binaenaleyh burada da ruh için bir tasallut ve tahakküm bahis mevzuu olamaz.

Velhasıl hiç bir ruha kendi istek ve iradesi haricinde hiç bir hareket yaptırılamaz ve bu hükmün hilafına görünen işlerde de muhakkak gene o ruhun hariminde gizlenmiş bulunan kudretlerden birinin yardımı bulunduğu görülür.

Burada mühim bir noktayi de mütalaa dışı bırakmamak lazım gelmektedir: Bilhassa, nisbeten basit varlıklar tekamül ihtiyaçlarının tatmini hususunda adeta insiyaki dediğimiz cehitlerle ruhi faaliyetlerine devam ederken görgü ve tecrübesizliklerinin neticesinde yanlış yollara saparak bazan ana planlarından inhiraf etmek yolunu tutarlar. Bu ise onların tekamülleri üzerinde iyi neticeler doğurmaz. İşte bu gibi veya buna benzer diğer ehvalde yüksek varlıklar onun sırf tecrübesizlik neticesinde vukua gelecek sapıklıklarını önlemek lüzumunu hissederler. Ve gene doğrudan doğruya değil de vasıtalı yollardan o varlığın o sapık yolda yürümelerine mani olmağa çalışırlar. Bu da dediğim gibi doğrudan doğruya onların bu hareketlerinden vaz geçmeleri için zorlanmaları şeklinde olmaz da önlerine bir takım hailler ve engeller çıkarılmak suretile temin edilmeğe çalışılır. Mesela tekamülünde az çok normal adımlarla ilerleyip dururken herhangi beklenmedik bir dış sebebin şiddetlice tesirine kapılıp ani bir hareketle bir adamı öldürmeğe kalkışan bir insanın hareketi elbette çok feci ve kendisi için çok felaketli olacaktır. Halbuki o insan böyle bir akibete layık değildir. Amma onun o andaki zayıf, beşeri hüviyeti bu işi takdir edebilmesine müsait değildir. İşte kainat nizamını ilahi irade kanunları gereğine göre temine memur yüksek varlıklarca çok iyi takdir edilebilen bu halin derhal önüne geçilmek çareleri araştırılır. Fakat dediğimiz gibi bu da gene zorla olmaz. Yani hiç bir kuvvet tabancasının tetiğini çekmek üzere hareket etmiş bir insanı kolundan tutarak geri çekmez. Bununla beraber bunun kadar müessir olarak bu müessif hareketin neticesini akim bırakıcı hadiseler yaratılır. Mesela tam o sırada kurşuna hedef olan insan düşer bayılır ve kurşun havaya gider. Veya onun önüne pek sevdiği insan atılır ve onun mevcudiyeti o  adamın o anda aklını başına toplamasına sebep olur ve bu kötü hareketinin kötülüğünü derhal düşünerek bu işten vazgeçer… ilh.

Bütün bunlar dış yardımlardır ki hiç birinde zorbalık yoktur. Ve bu bakımdan da bu yardımların müessir olabilmeleri ancak o yardımlara layık olabilmekle mümkündür. Aksi halde onlar gene olur, çok büyük varlıkların bile bu tarzdaki müdahelelerinin hiç bir rolü ve kurtarıcı tesiri olamaz. İşte kıymetli dostumuz Kadrinin tebliğinde geçen son cümlelerin, yani kuyulara kendilerini atan varlıklara yardımcı varlıkların hiç bir yardım yapamadıklarını ifade eden satırların manası da budur.

* * *   
           
Yukarki sözlerden de anlaşılacağı gibi tekamül ancak, iradenin serbestçe kullanılabilmesile ve o nisbette süratlenerek vukua gelir. Bu, ilahi irade kanununun çok mühim bir icabıdır. Ve bu itibarla da bunun önüne kimsenin geçemiyeceğine inanmaktayiz. Her insanın iradesine öncülük yapan bir tarafı vardır. Bu öncü bazı insanların vicdanlarıdır, bazı insanların da nefsaniyetleridir. Vicdanlarının, iradelerine öncülüğünü temin edebilecek kudrete erişmiş olanlar için hayat yolculuğu çok kolaylaşmıştır. Bunların mukadderleri daima iyidir,parlaktır ve saadet vericidir. İradelerine öncülüğü, nefsaniyetlerine bırakmış    kişilere gelince bunların da bu kötü öncülerinin refakatindan kurtuluncıya kadar kötü mukadderlerle, acı akibetlerle karşılaşmaları ayrıca bir kader ve nasip olacaktır. Birinci, yani vicdani yollarda hareket edenler, her adımlarını attıkça önlerinde perde perde açılan nurlu kemal ufukları karşısında Allaha doğru yükselmenin namütenahi saadetlerini tadarken kendi kudretlerinin de namütenahi inkişaflarına şahit olacaktır. Ve bu hal ebediyen inkişaf ederek devam edip gidecek. Acaba bundan daha iyi, daha saadetli bir kader tasavvur edilebilir mi?... Bu münasebetle kıymetli dostlarımızdan Mustafa Mollanın bir tebliğini naklediyorum.

MUSTAFA MOLLA: Şubat 2, 1948

<< İnsan iman zafından inanca, ceberuttan merhamete, izansızlıktan izana, cinayetten halaskarlığa, cimrilikten sahavete, benlikten umumuliğe ve her şeye kaadir hale gelinciye kadar binlerce safahattan geçerek şunu anlıyacaktır: Yollar bir veya muhtelif, fakat gaye aynidir. O gaye sizin vüsatinizden hariçtir. İhda olunacak her saat, geçmiş saatlerin mahiyetine bağlıdır. Verilebilecek, yahut daha uygunu, kazanılacak alem, önceden istenmiş, tayin olunmuş bir merhaledir. Öyle ise her isteğin ardından bir ufuk, her ufkun ardından bir yeni feza belirmektedir. Bu cihetleri göz gezdirip düşünün. Öyle bir alemden sual açtınız ve öyle cevaplar aldınız ki bunlar sizin bu ana kadar malumunuz değildi. Kudretinizin kendinize mevut merhaleye sizi götürmesi için cehtinizin tahriki gerektir. Demek istiyorum ki insan böylece mukaddere tabi, fakat kör körüne değil bilakis istek ve izanla. >>

* * *

Mukadderin manası hiç bir vakit kanunsuzluk, nizamsızlık ve gayesizlik içinde sürüp giden keyfi bir hevesi ifade etmez. Burada hiç bir insan, hiç bir varlığın akıl erdiremiyeceği şümullü bir ahenk ve nizamın tecellisini görebilmek değil, bir azıcık sezebilmek için çok yükseklere çıkılmalıdır. Bu yükselişte ne kadar yol katedersek ilahi irade nizamına vukufumuz o kadar artar. Ve o nisbette ilahi nizam ahengine intibak etmek kolaylığına mazhar oluruz. Ve nihayet mukadderin manasına da derece sıhhatle nüfuz etmek imkanını buluruz. İşte bunun içindir ki varlıkların dünyalara müteaddit geliş ve gidişlerini kabul edebilecek duruma gelmemiş olanların mukadder hakkındaki hükümleri bu hakikate vasıl olmuş bulunanlarınkine nazaran çok değişik olabilir. Zira tekamül ve binnetice onun yeryüzündeki vasıtalarından biri olan bedenlenme ( 1 ) mevzuları, mukadder mevzuunun cephelerinden bir kısmını izaha yetecek unsurları ihtiva eder. Geçmiş hayatların yeryüzündeki mevcudiyetini kabul etmekle bu hayatın bir çok iyi kötü hadiselerinin manalarını daha iyi kavramak mümkün olur ki bu da mukadderin bir yönden izahını kolaylaştırır. Bundan başka mukadderat gibi kainatşümul bir mevzu üzerinde konuşmak için ruhlara ve ruhi bahislere ait bilgileri de az çok bir vukufla gözden geçirmiş olmak lazımgelir. Bedenlenme ( 1 ) ile mukadderat mevzuuna temas eden dostumuz Mustafa Mollanın bir tebliğini burada zikretmek ihtiyacını duyuyorum.

MUSTAFA MOLLA:

<< Siz buraya ( 2 ) her şeyinizle gelirsiniz. İyiniz de, kötünüz de beraberinizde olarak… ( 3 ) Mesağlar bu yolda ( 4 )… Yani anlayin ki olması mümkün olduğu kadarsınız. ( 5 ) Fakat bir gün gelir de katolunmuş mesafeyi tekrar dönmek zorunda kalırsınız. ( 6 ) Şöyleki acı ve tatlı her suretle ikinci bir yolculuk başlar. Ne diyeyim? Acıların acısı budur işte!... Dönmemek elinizde olsaydi ne ala. ( 7 ) Siz istediğinize tabisiniz. Ve öyle geldiniz ve öyle dönüyorsunuz ( 8 ) Burada sanki mutlak bir saik vardır ki o sizden öteye geçmemeğe kadar vermiştir. ( 9 ) İsteklerinizi hayatta tayin ve tesbit ediyorsunuz. Burada da ona göresiniz. >>

( 1 ) Bedenlenme, reenkarnasyon tabirinin daha doğru bir şeklidir. Ruhların herhangi bir madde alemine  inerek o alemin maddelerinden kendisine bir beden ayırması demektir.

( 2 ) Ruh alemine.

( 3 ) Dünyada iken düşünce amellerinizle kazanmış olduğunuz faziletleriniz ve nemalandırmış olduğunuz kusurlarınız.

( 4 ) İlahi murat böyledir, mukadder budur.

( 5 ) Siz kendinizi çalışmalarınız, cehit ve gayretlerinizle hangi mertebeye kadar yükselmiş iseniz onun üstüne çıkamazsınız.

( 6 ) Bir dünya hayatında muayyen bir tekamül devreniz için lüzumlu muvaffakiyeti gösterememiş iseniz o muvaffakiyeti elde etmek ve zararınızı telafi eylemek için tekrar dünyaya geleceksiniz.

( 7 ) Siz bir defa ilahi irade kanunlarının muayyen icabatına uymak yoluna düştükten sonra o icabatın dışına çıkamazsınız. Bu mukadder bir keyfiyet olur.

( 8 ) Siz dünyada kendi isteklerinizi tam bir hürriyet içinde kullandınız ve bu hareketinizin buradaki neticelerini de orada hazırlıyarak buraya geldiniz. Buradan da öylece buradaki hayatınızın icabatını hamilen dünyaya döneceksiniz.

( 9 ) Sizin kendi kabli hayatınızın neticeleri muhakkak surette karşınıza çıkacaktır. Bunu kimse değiştiremez.

Henüz tebliğlerin lisanına alışkın olmıyan okuyucularıma kolaylık olmak üzere tebliğin bazı parçalarını haşiyeler içinde izah ettim. Bunlar üzerinde duran kıymetli okuyucularım çok mühim neticelere varacaklardır. Ve bu neticeler bir gün gelip de yalnız kaldıkları ve en ziyade arkadaşa mühtaç olup etraflarında kimseyi bulamadıkları anlarda kendilerine çok büyük yardımlar sağlıyacaktır.

İnsanın kendi akibet ve mukadderini hazirlayici sebeplerin hakikatlerine nüfuz edebilmiş olanlar, dünya hayatının, adeta bir çocuğun elindeki oyuncaklarının onu bir takım hazırlıklara tabi tutmağa vasıta oldukları gibi bir vasıtadan ibaret bulunduğunu anlamakta hiç bir güçlük çekmezler. Yani onlar için dünya hayatı faydalı, fakat basit bir oyuncak halini alır. Ve onlar, bu oyuncağın insanın yüksek bir ideale, müstakbel ileri hayat safhalarına hazirlayici bir vasıta – sembolik tabirile – cennetle cehennem arasına kurulmuş bir sırat köprüsü olduğunu yakinen idrak ederler. Öyle bir sırat köprüsü ki insanı cennetin de, cehennemin de kapısının önüne kadar götürür. Bir defa bu anlayiş seviyesine varmış insanın o sırat köprüsünden geçerken adımlarına çok dikkat etmesi ve istikametini değiştirmemeğe ve yolunda eğlenmemeğe çalışması onun için tabii bir hal olur. İşte cennetin ve cehennemin yollarını bulmak kaderide bu şekilde çizilmiş olur. Bittabi buradaki cennet ve cehennem kelimelerinden kasdettiğimiz manaların neler olduğunu bizi tanıyan dostlarımız bilirler.

Bir hayatın geçişi hiç de hoş bir hadise değildir. Onun, istikbalde insana hazırladığı akibetler bakımından çok büyük ve derin manaları vardır. Bu hakikati unutarak hayatı hiçe sayan veya bir gaye edinen ve böylece kendisini rasgele bir hayat seylabı içine koyuvermiş olduğunu sanan insanın çekeceği vardır. Bu hal hem dünya içindeki düşünce sahiplerini, hem de beşeriyetin hayrına çalışan ruhları çok üzmektedir. Bu hususta ruh dostlarımızdan aldığımız muhtelif tebliğat mevcuttur.

MUSTAFA MOLLA: Eylül 7, 1949

<< Daha samimi ve gayretli olmak şartile her ferdin yürüdüğü yolda – hatta arzularının fevkinde – büyük rehakar kudretlere vasıl olması neden gayri kaabil olsun? Bunun, şu neticeyi size ilham etmesini arzularım.

<< İnsanın her zaman büyük bir ruh perişanlığı içinde dolaşması yüzünden kendini bir bütün kudreti, ve bir bütün azameti içinde hissetmesine bir türlü akıl erdirememesi, kendisinin egoist ve gayri kaabili telafi, geriletici duygulara ve fikri sabitlere mahkumiyetini intaç etmekte buluyor. >>

M. Molla dostumuzun bu sözleri çok mühimdir. Ve beşeriyetin ruhunu saran mühlik zaafların en mühimlerinden birini tebarüz ettirmektedir. İnsanların bu yüzden, yani ruh perişanlığı yüzünden kendilerinde bulunan muazzam kudretlerin ve kendilerine bahşolunan büyük imtiyazların kıymetlerini hazmedememeleri yüzünden düştükleri hatalar da bütün ikazlara rağmen israr etmeleri dünya dışı varlıklar için acı bir hadise oluyor. Zira bu ruh perişanlığı içinde bazıları Allahı inkar edecek kadar kötü bir nahvetin zebunudur,bazısı Tanrıyı kendisine eş sayacak kadar acaip düşüncelere kapılır, bazısı hatta bizzat kendisini Allah sanacak derecede izansızlık ve basiretsizlik gösterir. Tebliğe devam ediyorum:

<< İşte bu öyle bir arzu ki ne ileri, ne geri, fakat daima kendi etrafında dönüp dolaşan ve hatta varlığından bir çok şeyleri aşındırarak tüketmek üzere bulunan bir kudretler kompleksinin ufulüne doğru gidiş!

<< İnsanın, yollarını vuzuhla görmesi bu yönden zaruri görülüyor. Her adımın hesabına muttali olmak vardır. Her yolun gayesine doğru bir içten emniyet ve huzur duymak vardır. Her anın dolgunluğuna yaslanmış bir varlık planı dairesinde pür cuşiş bir mevcudiyet saadeti vardır. Amma bütün bunların ne kadar cılız ve gelip geçici birtakım ihtiraslara feda edilmekte olduğu hakikati, bunların çok daha fevkinde duran bir keyfiyeti inkara vesile olamaz.

<< Adınızı düşünün. Bir derin ummanın, ihata edilemez bir ufku itilanın üzerinde uçuş mahluku olan insan, bu, seni bedbaht etmemek için kafi olan değerindir. Ondaki büyüklüğü, ondaki haz ve ulviyeti sana ancak, senin kainatının küşade ve intizar halindeki reha ufuklarını getirebilecektir. Onun için:

<< 1 – Elden verilen hiç bir kıymet yoktur. ( 1) Ve hudutsuzluktan gelmiyenin sizi hudutsuz bir yolda bir adım bile yürütmesine mecali yoktur. ( 2 ) Bir anın namütenahi parçalarından birine yapışıp kalmak ( 3 ) isteğile sizi, size rağmen esir eden kör ihtirasa ne diyebilirsiniz? Demekki bir az daha kollarınızın sıcak zincirlerinden sıyrılarak nur toplıyabilme irade ve kudretine doğru açılmanız lazım geliyor. İnsan şununla acaiptir:Daima iktifa!...

<< 2 – Alem bir istiğna, bir hudut, bir durak alemi değildir. Eğer alem bir karar alemi olsaydi asırların getirdiği ve götürdüğü bu dünya safahatinin gayesini nasıl izaha kaadir olacaktık?

( 1 ) Yani hiç bir cehit göstermeden, istemeden ve çalışmadan hediye edilmiş bir kıymet yoktur.

( 2 )  Yani, ebediyete, sonsuzluğa inanmamış bir insanın bu imansızlığı devam ettikçe büyük saadetlere kavuşması mümkün olmaz.

( 3 ) Yani, bir dünya hayatını hayatın gayesi saymak veya dünya ötesi hayatını yalnız dünya realitesi çenberi içinde mütalaa etmek ve onun üstündeki, beşer idrakinin kavrıyamıyacağı yüksek realiteleri inkara kalkışmak…

<< 3 – Fakat bu hazzı bütün vüsati ile idrak etmeniz de hoş bir şey olmıyacaktır. ( 4 ) Sizi aczinizin kalın yorganları örtecek süratin haz ve meltemlerinden korumazsa haliniz neye varırdı. Bununla beraber gafletinize ısınarak, sarılarak kendinizi ne kadar bahtiyar hissediyorsanız nefsinizin bu bahtiyarlığından öteye bir şeylerin, acaba başka kudretlerin haz ve saadeti yok mudur, diye de bir an için düşünmeniz icap etmez mi?

<< 4 – İçinizden birile, yeni doğan güneşin ışığı altında ( 5 ) karşılaşarak konuşmak isterdim. ( Dostum, sıhhatine ve neşene hayranım. Allaha birlikte şükredelim. Fakat neden bu sabahın temiz ruhaniyetinde böyle derin bir vecde dalmış gibi dalgın yürüyorsun? Dünkü hesaplarını hala bitiremedin mi? Kasan dolup boşalıyor. Fakat ne çare ki onun, kendi içinden ve dışından hiç bir haberi yok. Ve bundan dolayi de sana hakiki değerde bir şey veremiyor. ( 6 ) O halde sen kasandan ne bekliyorsun? Neyi, hangi bitmezi bu kadar telaşlı bu kadar yorgunluklara mal olan cehitlerle hesaplamağa koyulmuşsun?

<< Ben sana zamanın üstünde bir değer keşfettim. Onun adı ölçülerin dışında bir kıymettir ki senden sana doğru her an taşmakta fakat sen onu, yani kendini bir an istememektesin. Bu kadar yorularak bütün varlığını uğrunda helak ettiğin, zaman ve mekan içinde mahve mahkum kasanla kıyas kabul etmiyecek kadar zaman ve mekanın üstünde yok olmıyan ve ebediyen senin olan asıl kıymetini, yani öz varlığını takdir etmiyor ve istemiyorsun.

<< Çiçekler mülevven nazarlarla yollarının üzerinde sana bakıyorlar. Kuşlar ve güneş keza… Fakat sen bizzat kendinin sudaki aksinden bile birşey anlamak fırsatına malik değilsin. Bütün fani realitelere ruhunun sıcak hakikatlerini feda ederek kollarını açmışsın. Niye acelecisin, niye yorgunsun, ve neden bunlardan büyük bir alaka ve tatmin duymaktasın?... Sana, seninle beraber ber şeyin bir gün yok oluvereceğini söylemediler mi? Bir anda ölüveren insanların dünyaya ait herşeylerini gene bir anda burada bırakıverdiklerini görmedin mi? ( 7 )

<< Fakat o insan bana ne cevap verecek? Sustuğumu görünce: Bu acaip suallerinle benden bir karşılık bekliyorsan bil ki sen bir delisin.

( 4 ) M. Molla burada, tekamül yolunda tedricin lüzum ve ehemmiyetine işaret ediyor.

( 5 ) Yani, ben de sizin gibi bir insan olarak bir an için gelip bir sabah güneşi doğarken sizinle karşılaşsam.

( 6 ) Yani, kasan ruh kudretlerinin tekamülüne yardım etmiyor.

( 7 ) Yani, karşında her gün bir anda ölüveren insanların her şeylerini gene bir anda dünyada bıraktıklarını görmedin mi?

Zira üstün olan, beşer fevkinde olan her şey bizim için meçhuldür. Eğer yolumuza ışık tutan şu adi feneri neden dolayi diye tetkik edersek zannımca bunda ben daha büyük rol ve ehemmiyet kazanırım, ( 8 ) diyecek.

<< İşte hamdolsun ki böyle bir cevaba hedef olmamak, muhatap olmamak için hiç birinize rastlamıyorum. Fakat sizden artacak hüsranı kucaklıyan bizleriz. ( 9 ) Siz günlerinizin ölçüleri ve hayatınızın hesaplarile müştegil, yorgun ve manalı yaşıyorken bir ölçüsüzlük içinde sizin için ne kadar yorgun ve bedbahtız. ( 10 )

<< Rabbe yalvarıyoruz. O size arzın solmaz baharını verseydi, ( 11 ) Semanın tükenmez ferahlığını bahşetseydi, ( 12 ) gene ayağınızın altındakileri kucaklamakta devam etmenizi biz de birlikte kolaylaştırırdık ve siz mabudunuzun kör ibadetçileri olmazdınız. Ve bu günkü gibi ruhlarınız boş ve vatanından mahrum kalmazdı. >>

* * *

Şimdiye kadar söylediklerimizden çıkan manaya göre, her şey ilahi irade kanunlarının icabatı dahilinde cereyan eder. Dünyada sezebildiğimiz ve, sezemediğimiz bütün hareketler muhakkak ilahi bir kanunun icabına sığınarak tahakkuk edebilmiştir. Ve illa hiç bir hareketin tahakkuku değil, düşünülebilmesi dahi muhaldir. Binaenaleyh yavaş ve hızlı bir revişle Allahın yolunda yürümektedir. Her şey tekamül yolundadır. Bu yolda biribirinden farklı mesafelerle ayrılmış merhaleler vardır. Fakat bütün bu merhaleler de gene ayni yol üzerinde ve ayni gayeye yani Allaha müteveccihtir. Bu bir hakikattir. Kemal ruha ait bir mevzudur. İlahi birer lema olan ruhlar nasıl olur da yüksele katettikleri merhalelerde Ondan yüzlerini çevirebilirler?

( 8 ) Yani, güneşin ziyasının, senin söylediğin saçma ve hayali şeylere değil, benim tayin ettiğim reel mefhumlara hadim olduğu muhakkaktır.

( 9 ) Yani, sizin bu halinizle yarın için kendinize davet etmekte olduğunuz azaplı bir hayatın acılarını biz daha şimdiden sizin hesabınıza duyuyoruz.

( 10 ) Siz maddelerin, el ile tutulur, ölçülere girer salabetli hallerine dayanarak bunları bir hayat emniyet sigortası telakki ediyor ve bu yolda didinip duruyor ve bu suretle de hakiki bir hayatta yaşadığınızı sanıyorken, bu mahdut ölçülerin manasını bilen ve bir ölçüsüzlük diyarının büyük kıymetleri ve imkanları içerisinde yaşıyan bizler sizin bu gafletinizi görmekle ne kadar üzülüyor ve bedbaht oluyoruz.

( 11 ) Yani, eğer dünyanız hakikaten idealin bir son merhalesi olsaydi, sizler de orada hakiki saadetin hakiki sahipleri, ebedi varlıklar olarak kalsaydiniz o zaman biz de sizin oraya bağlanmanıza çalışırdık ve o zaman siz bu günkü gibi ne yapacağınız belli olmıyan şaşkın ve mütereddit vaziyetlerden kurtulurdunuz.

( 12 ) Yani, dünyada hiç bedbahtlığı tanımasaydiniz ve hep mesut yaşasaydiniz.  

Buna imkan nasıl düşünülebilir?... Böyle bir düşüncenin bahis mevzuu edilmesi bile abestir. Maddi manada hiç bir istikamet kabul etmiyen ilahi teveccüh, her yere doğru ve her istikamettedir. Ve daha doğrusu hiç bir istikamette değildir. Bütün bu istikamet dışında bir teveccühtür bu!... İnsan ne yaparsa yapsın, ne dilerse dilesin – bilerek veya bilmiyerek – gene Allaha doğrudur. Cevherini – bilerek veya bilmiyerek – karartsada parlatsa da gene Allaha doğrudur. Çünkü başka bir yön bahis mevzuu olamaz. İşte mukadderat mefhumu karşısında tekamül mevzuunun bir manası da budur. Türkiye Metapsişik Cemiyetinin manevi rehberi olan kıymetli dostumuz Şihap vermiş olduğu bir tebliğinde çok açık ve her türlü tefsirden müsteğni olarak bu hususta şu hakikatleri beyan etmiştir:

ŞİHAP: Aralık 19, 1951                                            Medyom: Reşat Bayer

<< Merhana ey hazirun, ey benim aziz kardeşlerim, ey yolcular, bilirsiniz ki sizler, daha doğrusu bizler de hepimiz ayni yolun yolcusuyuz. İster mutekit, ister münkir, ister mütedeyyin, ister kafir olun. Hepimiz ayni yolun yolcusuyuz. Hatta isterseniz alemi manaya aşina bulunun, hepimiz ayni yolun yolcusuyuz. O yol daima geniş, feyizli, nurlu devam edip gidiyor ve gidecek. >>

Muhterem dostumuz Şihabın burada tebliğine bir az fasıla vermek istiyorum. Arasıra eserlerimide insanların bazı kötü hareketlerinin kendilerini bir takım uçurumlu yollara, karanlık kuyuların içine sürüklediğini söyledik ve söylüyoruz. Bütün ruh dostlarımız da sırası geldikçe bu ifadelerde bulunuyorlar. Hatta şihap dostumuz da bu hususta ve sırasında mühim ikazlarda bulunur. Yukarki tebliğ, bütün bu sözleri nekzediyor gibi görünebilir. Onun için burada bu kısa izahı yapmağa mecbur kaldık.

Filhakika bütün varlıkların ilahi irade kanunları müvacehesindeki yürüyüşlerinde ne bir aksaklık, ne sapıklık, ne yanlışlık, ne uçurum ve ne de duraklama yoktur. Böyle bir şey, yukarda söylemiş olduğum gibi düşünülemez bile.. Zira ilahi irade kanunları bütün hatalardan salimdir. Esasen hata mefhumu bunlar için değildir. Ve hiç bir varlık, ne yaparsa yapsın, neye teşebbüs ederse etsin ve iradesini ne kadar geniş bir hürriyet içinde kullanabilirse kullansın onun hiç bir vakit ilahi irade kanunlarının dışına çıkabilmesi bahis mevzuu olamaz. İşte yukarki tebliğin manası bu esas noktaya aittir.

Bunun yanında, hadisatın bir de insan ruhunun idrak ve duygusu cephesinden görünüşü vardır. İşte sapıklıklar, duraklamalar, yuvarlanmalar, kuyular ve bütün azap ve işkence mefhumları buradan çıkar. Yani insanın niyet ve amellerinin neticesinde karşılaşması zaruri olan akibetler, daha doğrusu bu neticelerin akibeti olan vicdanın aksülamelleri, onun ruhunda her türlü karanlık hadiseleri, husule getirir. Bu hadiseler onun ruhunda bir kuyu olur, uçurum olur, azap olur, cehennem olur ve her türlü işkence mevzuu olur. Fakat ne olursa olsun    hakikatte yani ilahi irade kanunları muvacehesinde o gene Allahın yolundadır ve durmadan tekamülüne devam etmektedir. Yalnız eğer o ıztırap çekiyorsa, uçurumlardan kuyulardan, işkencelerden geçiyorsa tekamülün bu yolunu seçmiş ve seçtiği yola düşmüştür. Bu sözün daha ilmi ifadesi şudur: O kendisine layık olan yolu bulmuştur, fakat bu bulduğu yol da gene tekamül yoludur, ilahi yoldur.

Şimdi kıymetli dostumuz Şihabın tebliğine devam ediyoruz:

<< Sanmayınız ki o yol bazan karanlık, bazan hendekli ve uçurumlu olur. Hayır. Her zaman nurlu, açık ve feyizlidir. Eğer içinizde kendini zulmette görenler varsa sanmasınlar ki o yolda değildirler. Hayır, gene o yoldadırlar… Ancak, önlerini görmeğe yegane vasıta olan iç varlıklarını iç nurlarını istimalden aciz bulunuyorlar. O feneri, o nuru içinizden söküp önünüze tutunuz. Yolunuzu, o feyizli, nurlu yolu görmeğe kafi gelecektir.

<< Sizlere, yalnız önü gösteren gemici feneri gibi, yalnız önü camlı fenerler gerekmez. Her tarafa ışık saçmalı, önünüzü, arkanızı, sağınızı, solunuzu tenvir etmelidir. Bir yolda ancak böyle yürünür. İcabı hale göre başınızın üstüne yükselteceğiniz o fenerin camlarını kırmaktan bir an bile tereddüt etmeyiniz. Hiç bir rüzgar o feneri söndüremez. Azimli yolcuları hiç kimse yolundan döndüremez. Feneri yükseltiniz. Başınızın üstüne tutunuz ki sizden geride bulunanlar da nurunuzdan istifade etsin. Sizin önünüzde gidenler olmasaydi acaba bu yolun eşiğinden kaç adım yürüyebilirdiniz? Yürümek yalnız kendi şahsı için mevzuu bahis değildir. Yürüyüş bir topluluk halinde oluyor ve olacaktır da. Farz ediniz ki dünyanızda tek başınasınız. Sanır mısınız ki gene ayni seri hatvelerle tekamül edebilirsiniz? Hayır dostlarım, önünüzü, arkanızı hiç bir zaman nazarı tetkikten irak tutmadan yürüyünüz. Sağ ve sol tetkiki ayrıca yolunuzu size gösterecek bir unsurdur. Bunları tetkik etmek kendi yürüdüğü yolun selameti için insana lazımdır, elzemdir.

<< Sözümüzün başında ne dedikti? Hangi akideye sahip olursanız olunuz ayni yolun yolcusuyuz. Şu halde herhangi bir akideye salik olmak, herhangi ekolün saliki olmak tekamül yolunda bir hususi merhale katedilmesine medar olamaz. Çünkü herkes ayni yolda yolcu değil mi? Şu halde sizin düşünce ve görüşlerinize mugayir bulunan zihniyetler ve bunların sahipleri de emin olunuz ki belki de ayni hızla bu geniş ve feyizli, nurlu yolda yürüyorlar. Ve yürüyecekler. Şu halde tekamül bir ekol intihap neticesinde elde edilir bir keyfiyet değildir. Tekamül için ne lazım geldiği, celselerimizin bidayetindenberi söylediklerimiz yegan yegan tekrar ele alınır ve tetkik edilirse görülür. Şu halde her fikri, her düşünceyi, hürmetle, sevgi ile karşılamalısınız. En aykırı göreceğiniz, en saçma bulduğunuz fikirler bile size istifade temin etmekten uzak kalmıyacaktır. Bugün size söylemek istediğim söz bunlardan ibaret oluyor. Bu sözlerim hakkında tereddüt izhar eden kimse varsa kendisini memnuniyetle dinlemeğe amadeyim.

<< B. R – Kafirler ve münkirler de ayni yolda olduklarına nazaran, mesela Allahın varlığını inkar eden bir insanın bu düşüncelerinin, Allaha iman eden başka bir insanın düşüncelerine nazaran belki daha ilerde bir kıymet ifade edebileceğini zannedecek dostlarımızda bulunabilir bu noktayi bir az daha açık olarak lütfen izah buyurur musunuz?

<< Ş. – Haşa, böyle bir şey söylemedim. Hayır, dedim ki ister mutekit, ister münkir, ister mütedeyyin, ister kafir olsun, hepimiz ayni yolun yolcusuyuz, dedim. Bu, demek değildir ki bu yolda yürüyenler arasında mesafe farkı yoktur. Sözlerimin sonu daha iyi dinlense idi böyle bir imada bulunmadığım görülürdü.

<< B. R – Denildi ki kanaatlerin hangisi olursa olsun, tekamül babında hiç birisinin diğerine hiç birisinin diğerine faikiyeti yoktur. Ekolün tekamülde rolü yoktur. ..

<< Şihap – Dostum, gene sözlerim yanlış anlaşılmış. Sözlerim den murat şu idi ki kafir bile olsa tekamül edecektir, etmektedir ve ediyor da. Ve ayni nurlu, geniş, feyizli yolda yürüyor, dedim. Tekamülün ekol farkı yoktur, sözlerinden muradım da şu idi; Bu maksadı size izah için bir misal vereyim: Şimdi buradaki arkadaşlarınız, tabii yeni girmiş olanlar mevzuu bahis değil, ( misafirleriniz de hariç tutuluyor ) hepiniz bir ekolün saliki değil misiniz? Evet, fakat hepiniz tekamülde ayni merhaleye mi vardınız?

<< B. R – Hayır.

<< Şihap – Şu halde bu ekole sülukünüz sizi tekamülünüz için bir şey kazandırmış vaziyete pek sokmuyor. Ekolün bütün mevzuatını hazım ve kabul eder de, fi’liyatı tekamülün geri merhalelerde kalmasını icap ettirecek bir çok vukuatla dolu olabilir. Siz bunu kabul etmiyor musunuz? Maksadım bu idi. Sizler bu ekolü kabul etmekle tekamül ettiğinizi iddia edemezsiniz. Gayem bunu izahtı. >>

İnsana, dünyada tekamül etmek ve müstakbel hayatını kazanmak imkanları verilmiştir. Bunun küçük misalini bir tek dünya hayatında da görmüyor muyuz? Niçin dünyada bu kadar mektep açılmıştır? Niçin oralara yüz milyonlarca aile yüz milyonlarca çocuklarını göndermişlerdir? Bunlar hep gelecek hayatı kazanmak için yapılan hareketlerden başka ne olabilir?... Fakat dikkat edilirse kolayca görülür ki bütün bu hareketlerde esas olan şey bütün beşeriyete veya hiç olmazsa bir kısım insanlara müfit olmağa çalışmak ve bu liyakate erişmek faaliyeti etrafında toplanmıştır. Bir doktor mektebi, hasta insanları iyi eden çareleri bulacak mütehassısları yetiştirmek için açılmıştır. Bir mühendis mektebi gene herkesin işine yarıyan köprüleri, yolları, gemileri, binaları yapabilecek insanları yetiştirmek için açılmıştır. Bunun gibi bütün diğer mekteplerin daima böyle amme menfaatini güden gayeleri vardır. Şu halde şahsın görgü ve tecrübesinin artması mevzuu ile amme menfaati el ele yürümektedir. İnsanlar ve varlıklar ancak başkalarına müfit olabildikleri nisbette kendilerinide kıymetlendirmiş olurlar. Ve bu da onların görgü ve tecrübelerinin artması ile müterafık bir hareket olur. İşte bunun bir adı da yükselmektir. Böyle olmazsa insan hotkamca duygular içinde bunalıp kalır. Ve bir karanlığın ifadesi olan bu bunaltı içinde kalmış insanların başkalarına olduğu kadar kendilerine de hiç bir faydaları dokunamaz. İşte bütün bu illet ve netice bağları onların karanlık veya aydınlık mukadderlerini çizen birer amil olur.

Binaenaleyh bir varlık, evvela görgü ve tecrübesini muhtelif yollardan çalışarak kazanmak suretile kendisini yetiştirmek zorundadır. Hayatta onu bu yollarda hazirlayici tabii veya sun’i bin bir müessese vardır. aile ocaklarındaki mecburi hayat şartlarından tutunuz da cemiyetin çeşitli kanuni ve ahlaki müeyyideleri ve kuyudatı, mektepler, fabrikalar, enstitüler, cemiyetler, dinler, askerlik hayatı gibi bir sürü tertibat, teşkilat insanları bazan istiyerek, bazan istemiyerek her türlü zabıt ve rabıt altına alarak sert bir mengeneden geçirircesine ezer, yoğurur ve yola getirir. İşte o insan kendi iradesini  bilgi ve basiretle kullanmak şartile ve birtakım yardımcı varlıkların rehberliği de araya karışarak bu mengenelerden muvaffakiyetle geçebilir ve onlardan beklenen istifadeleri temin eder. Bütün bunlar mukadderi davet edici ve tertipleyici hallerdir. Fakat burada da dikkat edilirse gene görülür ki işler hep ma’şerikazanların içinde kaynamaktadır. Tek başına ne mukadder, ne de akibet bir mana ifade etmiyor. Bu öyle bir kanun ki bir insan bunun manasını iyice anlamak istemez ve bütün hareketlerini bir nefsaniyet ve hotkamlık havası içinde faaliyete geçirirse, yani bütün menfaatleri nefsine tahsis etmeğe ve bunun için de diğer varlıkları feda edip geçmeğe kalkışırsa onun karşılaşacağı akibet yalnız bir hüsran olur. Ve hüsran ise mesut bir kader değildir.

İnsan başkalarına fiilen yardım edemiyecek kudrette bile olsa, gene kimbilir hangi hayatın hangi kötü akibetini çekmek kaderine uğramış bir bedbahtın gözyaşları karşısında ağlıyabilecek bir kudret gösterirse ne mutlu ona!... Başkalarının ızdıraplarına – onlar bilsin, bilmesin – iştirak edebilen bir insan kudretli bir varlıktır. Çünkü o her şeyden evvel diğerkam bir insandır. Bu suretle hareket etmekle o, bu muzdarip biçareye bilmeden bir çok ruhi yardımlar yapmış olur. Ve bu da ayni zamanda kendi görgü ve tecrübesini, daha doğrusu ruh kudretlerini arttırıcı avamili hazırlar. Zira kainatta hiç bir hareket, hiç bir düşünce ( ki o da bir harekettir.) İyi olsun, kötü olsun neticesiz  kalmaz.

Acaba başkalarının ıztıraplarının insanı yükseltici, ruh kudretlerini arttıran tesiri neden ileri geliyor? Bunun muhtelif yolları vardır ve bunlardan biri de şudur: Başkalarının ıztıraplarına iştirak eden bir insan bizzat o ıstırabı az çok duymağa başlar. Halbuki her çekilen ıztırabın ve hele diğerkamlık yolunda çakilen bütün ıztırapların ruhu hafifletici, yükseltici, temizleyici çok hayırlı neticeleri vardır. Dikkat ediniz, acı duyan, ağlıyan bir insanın acısına samimiyetle iştirak ettikten sonra ona verdiğiniz ufak bir tesellinin sizin ruhunuzda yapacağı tesirleri tetkik ediniz. Muhakkak burada bir hafiflik, bir huzur duyduğunuzu farkedeceksiniz. İşte bu, yükselmenizin güzel bir işaretidir. Hülasa başkalarına yardım için dökülen bir damla ter, akan bir damla gözyaşı, yalnız kendi canı azizi için bütün ömrünce didinmekten mütevellit kusulan kanlardan milyonlarca defa hayırlıdır. Bu bir hakikattir. İşte hayırlı ve mesut mukadderler bunları bilmek ve tatbik edebilmekle kazanılır. Yoksa nefsaniyeti uğrunda yan gelip yatarak sadece Allahtan    iyi mukadderler bekliyenlerin vay başına geleceklere!... Fakat ne yapalım? O başa gelecekler de mühimdir ve lüzumludur. Hiç olmazsa günün birinde bu hakikatleri öğrenmelerine imkan verir. Çok kıymetli dostumuz Kadrinin aşağıdaki tebliği açık ve herkesin anlıyabileceği bir sadelik içinde bu büyük hakikati izah etmektedir:

KADRİ: Şubat 28, 1949

<< Başkası üzerinde görülen bir ızdırap sana ne kadar müessir olursa işte o devre içinde bu da senin için bir tecrübe olur, bir kıymet ifade eder. Neden eski insanların hayatlarından ibretle bahsederler. Onların yaşadıkları devrelerde geçirdikleri büyük müşkülleri bir kıymet olarak mütalaa ederler? Çünkü bunların hepsi bir hayat boyunca bir insan tarafından tatbik edilemez. Yalnız iyiyi görüp ondan nasibini almak ve büyük tecrübe içinde kendini bulundurmak gibi bir insanlık yoktur. Ve bu hakikati dünyada bilen pek azdır.

<< Her muztaripten bir saadet sızar. O saadet sizin ondan aldığınız teessür kadar büyük, ve kazandığınız tecrübe derecesinde kıymetlidir. Her neşeli ve mesut insandan gene size bir kıymet ve saadet akar. Onlardan aldığınız ibret sizi ne derece intibaha davet etmiş ise sizin saadetiniz de o kadar olur. Çünkü o neşenin altındaki ıztırabı da görür ve vaktinde tedbirler alırsınız. >>

Kadri dostumuzun söylediği gibi hayatta yalnız mesut insanlarla ülfet ederek ve onların saadetlerine katılarak bundan kendi hesabına bir tecrübe sahibi olmak mümkün değildir. Zira bu hal insanın ruhunda hiç bir derin intiba’ husule getirmez ve hiç bir esaslı intibah ta uyandırmaz. Eğer başkalarının saadetlerine katılırken onların o saadete kavuşmak için evvelce yapmış oldukları fedakarlıkları ve bu fedakarlık sırasında çekmiş oldukları ızdırapları düşünür ve duyarsanız bunlar, sizin tecrübeniz olacak ve müstakbel saadetinizi teşkil edecektir. Fakat eğer esasen muztarip bir insanın ıztırabına iştirak ediyorsanız o ızdırap çeken insan kadar siz de o ıztıraba sebep olan tecrübeleri geçirmişçesine kısa yollardan tecrübe sahibi olursunuz. Hatta gene tebliğden anladığımıza göre, yalnız etrafımızda yaşayanların değil, tarihte büyük idealler uğrunda, büyük fedakarlıklar göstermiş ve bu yüzden de büyük ıztıraplar geçirmiş insanların hayatlarını tetkik ederken onların bu ıztıraplarına katılmak ve onların büyük gayeleri uğrunda yenmiş oldukları güçlükleri hayranlıklar takdir etmek de bu hususta gösterilen samimi duyguların derinliği derecesinde insanı yükseltir ve tecrübe sahibi kılar. Tebliğe devam ediyoruz:

<< Hayatta insanın çevresinde böyle birçok hadiseler dolanıp durur. Bu hadiselerden onun ibret aynasına akseden kısımlar, kendi cevherinin büyüklüğü derecesinde olanlardır. Bazılarına karanlık bir gecede ufacık bir yıldız bile akseder de, bazılarınınkine günlük ve güneşlik bir günde koskoca bir heyüla, gölge bile bırakmaz. İşte insanların kıymeti buradadır. Daima gözünüzü bu aynanın açık bir kapısı halinde bulundurmanız, herşeyi olduğu gibi değil, sebep ve neticelerini düşünerek içinize almanız, ondan bir hisse almanız ve bu arada teessür ve ıztırap duyduğunuz derecede saadete ulaşmanız imkanına her zaman maliksiniz. Fakat bunu söylemek tatbik etmek gibi güç değildir. Yalnız size tekrarlanan bu yüzlerce güzel sözlerin bir kısmını olsun tatbik edecek bir kudrette bulunmanız artık icap eder.

<< SENİN TECRÜBEN YALNIZ HAYATINDA DEĞİL, BAŞKALARININ HAYATI VE ONLARIN TECRÜBELERİLE DE HEM AHENKTİR SEN HER ŞEYİ ŞAHSINA İNHİSAR ETTİRİRSEN BUNA NE BİR ÖMÜR. NE DE BİR KAÇ ÖMÜR KİFAYET EDER. Başkaları namına çalışıp ondan zevk duymağı saadet telakki ettiğiniz müddetçe, başkalarının ıztırabına ortak olup kendinizi felaketlerden kurtardıkça, başkalarının saadetinden örnek alıp onların bu saadete nasıl ulaştıklarını anlamağa gayret ettikçe sen bir adamsın.

<< İşte insanlığın büyük kıymetleri böyle başlar, yoksa bir insanla bir hayvanın arasında hiç bir fark kalmaz. Bir defa düşünün. Bir hayvan yalnız kendi nefsi ve hayatiyeti için çalışır. Yalnız kendini doyurmak, başkalarının menfaatini değil, yalnız şahsını düşünmek, diğerlerinin ıztırabından değil, kendi ıztırabından üzülmek hassasına maliktir. Demek insan bundan çok başka türlü olacak ki hayvanın yaptığının aksini yapacak ki aradaki büyük fark tebarüz edebilsin.

<< Hayatınız bu gibi işlerle mahmul geçerse, siz gününüzü bir kayıp gibi değil, bir kazanç gibi telakki etmenin yollarını bulursanız o vakit yaşadığınızı anlayiniz. Yoksa sebepsiz hareketler, başkasına zarar verici hadiseler, hatta hiç zarar vermeden dahi başkası için faydasız geçirilen ömür ne kadar yazıktır.

<< Hareketinizi daima kontrol edip insan olmağa gayret etmek, yalnız gayret de değil,bunu bilfiil tatbik etmek gibi hareketlerinizi çalışma sahasına intikal ettirmekle mükellefsiniz. Daima güçlükleri görünüz. Büyük azap çekenlerin vaziyeti size örnek olsun. İnsan şu anda dünyanızda ne büyük işkenceler altında inliyen ne kadar çok adette varlıkların mevcut olduğunu bir defa düşünse bile, içinde bulunduğu vaziyetin ne büyük bir kıymet olduğunu tekdir etmekten kendini alamaz.

<< Milyonlarcası ıztırap çekerken diğerlerinin onlara nazaran mesut olduklarını düşünmek gayet tabiidir. Hayatınızı, istikbalinizi yalnız siz hazırlıyorsunuz. Hareketleriniz bunlara rehber oluyor. Siz, çizilen yolda giderken etrafınızı yıkmak değil, yapmak ve oralara kıymetler aşılamak size ne kadar yardım yapılıyorsa daha çoğunu başkalarına yapmakla mükellefsiniz.

<< İnsanlığın daima ilerlemesi yolunda fedakarlıktan çekinmemeli. Ve hayatı insan kendisine bir işkence kaynağı değil, bir saadet vasıtası yapmalıdır. Bu hareketleri, elinizde imkan ve vasıta mevcut iken yapınız. Ve hayırlı, uğurlu yerlerde emek sarfediniz. Allah da size yardım eder. >>

* * *

Burada bazan mukadderat bahsinde insanları şaşırtıcı bir nokta üzerinde duracağım: Hakikaten insanların önlerinde bazı öyle mecburi hadiseler çıkar ki bunların önüne geçmeğe imkan yoktur. Bunlar kısmen evvelce de bir az bahsettiğim gibi insanların geçmiş hayatlarında yapmış oldukları işlerin ve güttükleri düşünce ve duyguların ilahi irade kanunları mucibince tahakkuku zaruri neticeleridir. Kısmen de ruhların tekamüllerine lüzumlu kısımların ikmali için ilahi irade kanunları ahkamına göre tertip olunmuş icaplardır. Ve bu neticelerin ve icapların zuhurunda da asla bir ceza mahiyeti yoktur. Bilakis bütün bu acı ve mecburi karşılaşışlar insan ruhunun daha yüksek bir istikbali hazırlıyabilecek kudrete erişmesini sağlayici istihkak edilmiş birer ilahi lütuftur. Bu hali aşağı yukarı, derslerini vaktinde çalışmıyan bir talebenin hocaları tarafından sınıfta bırakılmasına veya ona, hazmedebileceği yani vazifeler vermelerine benzetebiliriz. O çocuğun o sınıfta tekrar kalması veya o vazifeyi yüklenmesi ne bir cezadır, ne de bir kapristir. Bu bir zarurettir ve eğer o çocuğun aklı eriyorsa bu zarureti takdir eder ve hatta tamamile yerinde ve lüzumlu görür. Yani zahiren mecburi görünen bu hadiseye istek ve arzusu ile o da candan katılır. Ve onun, kendi durumu icabı olduğunu anlar. İşte tıpkı bunun gibi bir insanın hayatta karşılaştığı, zahiren mecburi görünen hadiseler de bu mahiyettedirler. Ve esasında o insanın ruhu bunu kabul etmiş ve kendisi için lüzumlu görmüştür. Zira o takdir etmiştir ki ancak bu yolda tekamülünü lüzumu derecesinde hızlandırabilecektir. Gene muhterem dostumuz Kadrinin bir tebliği bizi bu hususta bizi tenvir ediyor.

KADRİ: Eylül 29, 1947

<< Azapsız dünya lezzetsiz meyvedir. Siz ızdırabın esasını, saadetin bir azını orada tadıp öğreneceksiniz. Hepsinden bir parça, yalnız öğrenmenize yetecek kadar, sizi yetiştirecek ve yol gösterecek kadar. Fakat bazıları çok zor ve güç anladıkları için onların azap ve ızdırapları fazla oluyor. Bu da kaderin bir cilvesi, onun eski defterlerinin hesap bakiyesidir. Biz de, siz de üzülecek, ve bu üzülmede sizin yükselmenize vesile olacak. Bu suretle siz de onlarla bir parça azap duyacak ve çekeceksiniz. Başkalarının azabı size bir örnek olursa siz o tecrübeyi kendi nefsinizde yapmışsınız gibi büyük bir kudret kazanırsınız. Siz o tecrübeyi anlamış ve bir mesafe katetmiş gibi hafiflersiniz. Ne mutlu ol varlığa ki kendi kalbinde başkalarının ıztırabını taşıyabilir. ACIYİNİZ, MÜŞFİK VE RAHİM OLUNUZ. ÇOK İSTİFADE EDERSİNİZ. BÖYLE BİR KUDRET KAZANIRSANIZ SİZİN KENDİ ÜZERİNİZDE BİR TECRÜBE İLE AZAP, IZTIRAP ÇEKMENİZE BİLE AYRICA LÜZUM KALMAZ. >>

* * *

Mukadder olan her şey tekamül içindir. Ve bundan dolayidir ki mukadderin karşısına hiç bir kuvvet duramaz. Çünkü tekamülü hiç bir kudret durduramaz. O, ilahi iradenin bir tecellisidir. Yani bir takdiri ilahidir. O halde mukadderat karşısında direnen bir varlığın evvela bu cehtinin tahakkukuna imkan olmıyacağı gibi tutmak istediği aykırı bir yolun şiddetli aksülamelleri karşısında onun bir sürü meşakkatlerle de karşılaşacağı tabii olur. Bu hali evvelce müşahede ettiğim şu vakaya benzetebilirm. Vaktile bir akıl hastanesinde staj yaparken bahçede eli kolu çözük serbestçe dolaşan bir delinin bir aralık etrafındakilere: ( Rica ederim beni bağlayiniz, nöbet geliyor, nöbet geliyor. Acele ediniz, beni baylayiniz. ) diye yalvararak israrla bağırmaya başladığını görmüştüm. Bu adam normal bir insanın nefret ettiği sım sıkı bağlanarak hürriyetini kaybetmek halini, hem de etrafındakilerden yalvararak istiyordu. O anda kimse onu böyle bir duruma zorla sevketmiyordu. Fakat o, kendisine geleceğini hissettiği nöbetin zararsızca atlatılması için bağlı bulunmasının hayırlı olacağını biliyor ve kendi istek ve arzusu ile bir an için iradesinin karşısına, yenemiyeceği bir maniayı gene bizzat kendisi çıkarmak istiyordu. Netekim kendisini, yanında bulunan diğer deli arkadaşları sımsıkı bağladılar. Hakikaten zavallıya mani krizi geldi ve o zaman ne yaptığını bilmez halde etrafındakilere bağırıp çağırarak saldırmağa başladı. Fakat bağlı elleri ve kolları ile kimseye fenalık yapamıyordu. Burada açıkça görüyoruz ki o, evvelki basiretli görüşü ile şimdiki şuursuzca istek ve arzularını akim bırakıcı engelleri hazırlamış ve bu şuursuz halinde o engellerin önünde mecburen boyun eğecek duruma kendisini sokmuştur. İşte bu hayatta rasgeldiğimiz ve hali hazırdaki irademizle yıkıp geçemiyeceğimiz öyle hadiseler vardır ki bunlara boyun eğmekten başka yapacağımız iş yoktur. Ve eğer böyle yapmayıp gene onlara karşı koymakta devam edersek o zavallı delinin nöbeti esnasında ipini koparmak için çırpınan haline kendimizi düşürmüş olabiliriz. O zaman ne olur? Bu ip kopmaz, fakat gardiyanlar onun bu halini görünce işin tehlikeye varabileceğini düşünerek emniyeti sağlamak için evvelki ipin üzerine bir ip daha vururlar. Ve ipi iki günde çözecekleri yerde belki iki haftada bile çözemezler. Bu bittabi bir misaldir. Hayat böyle bir deli hikayesi olmamakla beraber bu misal hayat dramının sahneye konulmasındaki sırların bazıları hakkında bizi aydınlatmağa yarar. Netekim hayatta çekilen bazı sıkıntıların ve mütemadi olarak karşılaşılan muvaffakiyetsizliklerin sebeplerini bu yolda aramak faydalı olur. Yanlış tutulmuş bir yolda, bütün muvaffakiyetsizliklere ve bilhassa iç huzursuzluklarına ve vicdanların ikazlarına rağmen inatla devam etmenin hiç bir netice vermedikten maada, insanı çok defa kötü durumlara sokmasının sebeplerini de gene bu noktalarda aramalıdır. Muhterem ruh dostlarımızdan Akın şunları söylüyor:

AKIN: Eylül 18, 1948

<< Tabiatta her şey maksatlı, her şey bir gaye içindir. Bu gaye daima tekamüle doğru giden bir yoldur. Bu yoldaki pürüzler ve duraklamalar daima bir sarsıntı ile mukabele görür. Buna mukabil, bu yolda icap eden bütün hadiselerin vukuu tekamül gayesine doğru atılmış adım olur. >>

Gene burada ruh dostumuz Kadrinin bir tebliğini naklediyoruz.

KADRİ: Ocak 12, 1948

<< Çetin yollardan uzun uzun gittikten sonra bir meydana çıkılır. Oradan bir takım istikametlere giden muhtelif yollar başlamıştır. Geçilen o çetin yolun yorgunluğu burada bir az avunmakla unutulur. Yeni bir yola buradan tekrar başlanır. Bu yollar da bazan düz, daha ferah, bazan daha karışık ve çalılık, bazan da evvelce tepilmiş olan yolun çok benzeri, belki de daha kötüsüdür.

<< Her insan bir yola çıkarken muhakkak bunun iyi olmasını özler. Kendisini üzmiyecek bir istikameti takip etmesini ister. Fakat bir çok yolların hepsinin de çok iyi ve  güzel olmasına imkan olmadığı gibi, herkesin de iyi yerden geçmesine bazan lüzum ve imkan bulunamaz. Bunun için bazan kötü, bazan da iyi yolu tepmek zarureti hasıl olur. Ne yapalım, bu da çekilecek bir zaruret, bir mecburiyettir.

<< Bu yeni istikametin tayinine esas, insanın o ilk geçtiği çetin yolda gösterdiği azim, irade  ve tavru harekettir. Burada yorulanın, ter dökenin dinlendikten sonra geçeceği yol muhakkak daha düzgün ve maksada daha elverişlidir. >>

Şu halde tekamül mefhumunu mukadderat mefhumundan ayrı tutamayiz. Zira hayatın ve hayat sahibi varlığın gayesi ebedi tekamüldür. Hayatın ve varlıkların oluş halleri ise evvelcede izahına çalıştığımız gibi mukadderdir. Demekki gene tekrar ediyoruz: Mukadder tekamüle doğrudur. Tekamül yolundan ayrılabilmek bir varlık için nasıl mümkün ve hatta bahis mevzuu değilse mukaddere karşı gelip onun aksini yapmak da öylece mümkün değildir. O halde tekamülün, bir ilahi irade kanunu olan illiyet prensibi dahilinde birtakım icaplara tabi olarak vukua geleceği aşikar bir hakikat halini alır. Burada, illiyet prensibi karşısında insan iradesinin rolünden evvelce bahsedilmişti.

BEDRİ RUHSELMAN

Share

Bu site özeldir ve ticari amaç taşımaz.

Copyright © Dünya Ana