MUKADDERAT VE İCABAT - Dr. BEDRİ RUHSELMAN - BÖLÜM 12

Share

http://www.dunyaana.com/images/bedri%20ruhselman%201.jpgNEO – SPİRİTÜALİZMA  GÖRÜŞÜ İLE MUKADDERATIN
MÜMKÜN OLABİLEN İZAHI

O halde Neo-Spiritüalizmaya göre mukadderat nedir? Şimdiye kadar geçen mülahazalardan sonra bu bahisde bizim için söyliyecek çok az söz kalır. Zira bu mülahazalar sırasında, Neo-Sipirütializma görüşü ile mukadderata ait mevzuların esasları hemen hemen söylenmiş gibidir. Bununla beraber bazı hususların daha açık ifadesi ve ikmali için bu bahsi açmanın faydalı ve hatta lüzumlu olduğunu düşündük.

Herşeyden evvel şunu arzetmek isterim ki Neo-Sipirütializmaya göre mukadderat, ancak, ilahi irade kanunlarına ittılaımız nisbetinde varlıklar için kaabili mütalaa olacak bir mevzudur. Yoksa mevzuunun Mutlaka müteallik cepheden mütaalasının, yalnız bizim değil, en mütekamil tasavvur ettiğimiz veya asla kemal derecelerini bile takdir edemiyeceğimiz kulların hiçbirisinin kudreti ve salahiyeti dahiline hiçbir vakit giremiyeceğine bütün varlığımızla inanıyoruz. Şu halde mukadderat hakkında söyliyebileceğimiz her söz, diğer bütün sözler gibi beşeridir. Ve her kim ki bu hususta Allah cephesinden konuştuğunu sanır ve söyler, onun bu husustaki bütün sözleri galat, boş ve bir vahimeden ibaret kalır ve insanı çok tehlikeli yollara sürükliyebilir.

Bize göre mukadderat ve icabat bahisleri birbirinden ayrı iki mevzu değil, bir tek mevzuun ayru ayru cephelerden görünüşüdür. İlahi irade kanunlarının icaplarına uygunluk göstermek her varlık ve bütün kainat için bir zaruret olduğu kadar, ayni zamanda bir kaderdir. Bu hakikatin başka bir dille ifadesi de şudur: kainatta her olmuş bulunan şey, muhakkak kendisinden evvel mevcut olan başka bir hareketin zaruri olan neticelerinden birisidir. Zira hiçbir şey , hiçbir hareket ilahi irade kanunlarının icabatından kendisini kurtaramaz. Ve bütün tahakkuk imkanları ancak bu icabat dahilinde cereyan eder. İşte bu iki fikrin üzerinde iyice durup düşünen ve bu fikirlerin manasını kendi kendisine karşı izah etmiş bulunan her düşünce sahibi insan, mukadderatla icabat mefhumlarının birbirile nasıl kucaklaşmış olduklarını ve bunların, birbirinden ayrı iki mevzu gibi mütalaasının nasıl caiz olmıyacağını takdir etmekte gecikmez. Şimdi bu fikirlerin üzerinde bir az durarak onları daha anlaşılabilir bir şekle koymağa çalışacağız.

Evvelce uzun uzadıya arzettiğimiz gibi, ilahi irade kanunları; icapları hiçbir vakit değişmiyen, hiçbir tesirin altında şaşmıyan ve bu sayede kainatın nizam ve ahengini temin eden ilahi müeyyidelerdir. Varlıkların iradeleri ise bu kanunların herhangi birinden muayyen şartlar altında istifade etmek serbestliğine tam manasile maliktir. Keza, bir tabiat kanununun gene muayyen şartlar altında kullanılması onun, muayyen netaicinden birile karşılaştırılmasını zaruri bir akibet haline sokar. İşte kitabımızın başından beri izahına çalıştığımız ve şimdide kısaca hatırlatmış bulunduğumuz bu, bir iki cümledeki kelimelerin manası üzerinde durduğumuz takdirde, Neo-Spiritüalizmaya göre mukadderat bahsinin aydınlık bir saha içinde mütalaasını sağlamış oluruz.

İlahi irade kanunlarından, hiçbir varlığın kendisini kurtaramaması fikri mukadderat mevzuunun tetkikine doğru atılacak adımların ilkini teşkil eder. Şu halde ilahi irade kanunlarının herhangi birisinin seyrine uymak iradesini göstremiş bir varlık – ne olursa olsun – artık o kanunun icabatından olan neticelere boyun eğmek zorunda kalacaktır. Bu hakikati şu şekilde de ifade edebiliriz: İlahi iradenin herhangi tezahüratından birisinin seyrine uymak karar ve teşebbüsüne girişmiş olan her varlık için, o tezahürün icabatından olan neticeler mukadder birer akibet olur. Ve bunu kimse geriye çeviremez. Yani, o adamın iradesi, gene Allahın iradesi kanunlarından birisine sığınmadan bu kaderin üstüne çıkarak onu ortadan kaldıramaz. Burada, üzerinde durulması icap eden oldukça nazik bir nokta var: İlahi irade kanununun tezahüratından nizam ve kaidelerin birisine veya diğerine uymak, varlıkların tamamile kendi durum ve kaabiliyetlerine ait bir iştir. Hiçbir varlığı, dışardan hiçbir kuvvet zorla bu nizam ve kaidelerden birisine uymak hususundaki serbest inhitap hakkını onun elinden almaz. Ancak şu da var ki onun bu kainattaki varlığı, bu büyük nizam ve ahenge uymak zaruretini intaç etmiştir. Zira esasen onun sadece var olmuş bulunuşu bile başlı başına, kainatın bir nizamı ve ahenginin ifadesidir. Yalnız burada gözden kaçırılmaması icap eden şey şudur: Bu nizam ve ahenk içinde onun kendisine münasip, uygun ve liyakatile mütenasip bir mertebeye, dereceye ve tertibe dahil olması meselesi ayrıca gözden geçirmeği istilzam etmektedir. Burada esas rolü, varlıkların iradeleri, görgü ve tecrübeleri nisbetinde atrmış bulunan ruh kudretleri ve tekamül derecelerinden almış oldukları hız oynıyacaktır. Yani, liyakatleri nisbetinde varlıkların bizzat öz bünyelerinde doğan ve öz bünyelerinin malı olan bir isteğin, bir özleyişin çizmiş olduğu istikametlere göre onlar, kainat nizam v eahengi içindeki çeşitli mertebelerden, derecelerden ve tertiplerden birisini inhitap etmek hürriyetine maliktirler. Bu istek ve özleyişin en zor tarafı onun, istikametini iyiden, güzelden, ve mütealden ayırmamağa çalışmasıdır. Fakat iyilik, güzellik ve müteale hayranlık ruhların öz varlıklarının adeta bir vasfıdır, denilebilir. Esasen varlık, iyiye, güzele, yükseğe doğru devamlı surette bir itiliş halinin ifadesi de olabilir. Bu ifadeyi inkar ettiğimiz anda, o varlığın manasını da yani bizzat kendi varlığını da ortadan kaldırmış oluruz. İşte bu hal, tekamülün bir zaruret olduğunu başka bir yönden de göstermiş olur.       
 
Demek ki hiçbir varlık tasavvur edilemez ki ta öz benliğinden kopupda gelen derin ve hakiki bir özleyişle ilahi irade kanunlarının namütenahi icaplarından faydalanarak gittikçe yükselmek, gittikçe daha iyi, daha güzel, daha kudretli ve şümullü, hülasa daha olgun ve mütekamil bir duruma girmek isteğinden adeta azade kalabilsin. Bu düşüncemizin aksini gösteren hiçbir hadiseyi dünyamızda bulup ortaya koymak bizim için mümkün olmadı. En iptidai bir varlık olan ot parçasını ele alalım. Bu basit varlığın bütün hayatı boyunca seyreden hareketlerini tetkik ettiğimiz anda onun da daima basitten mürekkebe, kapanıklıktan açıklığa, hamlıktan olgunluğa doğru hamle almakta olduğunu kimse inkar edemez. Nebat kuru bir tohum halinde iken; en ham, en kapalı, en verimsiz ve gayri faal devresinde yaşamakta iken bütün ileri hamle kudretleri onun kuru bünyesinde meknuz ve uyuşuk bir halde uyuklamaktadır. O böyle binlerce sene bu şartlar altında kalsa bir adım ilerleme hareketi göstermez ve günün birinde çürüyüp gider. Halbuki, müsait şartları bulunca derhal uyanır, dışardan hiçbir itilişin ve zorun tesiri vaki olmaksızın o tohum, kendi bünyesindeki bu mekni enerjisi sayesinde intaş eder. İşte bu intaş keyfiyeti, onun ileriye doğru göstermiş olduğu ilk hamledir. Fakat evvela böyle ince ve nazik bir filiz halinda tecelli eden onun ilk cehdinin neticesi burada kalmaz. Zira hiçbir varlığın ileri hamle hareketlerinde hiçbir hudut ve iktifa noktası mevcut değildir. Onun öz varlığı birbirinden üstün şahikalara doğru ebediyyen pervaz etmeğe teşne bir haldedir. Binaenaleyh o varlık, bu dünya hayatının kendisine müsade edebileceği hadler dahilindeki inkişafını sonuna kadar tamamlamak için evvela bu nazik ve süt yeşili halindeki ilk hayat tezahürlerini daha ileri götürüp körpe bir fidan, kalın bir göğde, dallı budaklı bir ağaç, yaprak, çiçek, meyve hallerine sokarak olgunlaştığını isbat eder. Fakat bundan ötesine onun bu dünya hayatındaki maddi şartları müsaade etmediği için bir gün gelince o bu ağaç bedenini terketmek zorunda kalır. Zira o, tabi bulunduğu tabiat kanunlarının icaplarına uymak zorundadır. Bununla beraber, onun sonsuz tekamül ihtiyacı ve istekleri, dünyadaki maddi teşekkülatının mahdut imkanlarile hiçbir vakit tahdit edilemez. Ve o zaman o nebat müteakip ileri hamle ihtiyaçlarını başka ve daha çok müsait maddi bedenler vasıtasile ile temin etmek için o ağaç bedeninden ve daha müsaadeli bedende tekrar dünyaya gelir. Bütün bunlar, ilahi irade kanunu ile teyit edilmiş, varlıkların tekamülleri icabatından olan birer kader işidir. İşte ölüm de bu manada hesaplanmış bir mukadderin eseridir. Yani o canlı varlığın, dünyaya gelmekteki maksadını temin ve ikmal eden herhangi bir beden vasıtasının yardımile işini bitirdikten sonra artık o vasıtaya ihtiyaç merbut kalarak dünyada ayni şartlar altında yaşamasının ne manası, ne de lüzumu kalır. Ve böyle olunca ölüm dediğimiz hadise ile onun bugünkü hayat şartlarından, daha üstün hayat şartlarına geçmesi mukadder olur. Ve böylece o varlık bedenlerden bedenlere atlamak suretile gittikçe yüksele yüksele nebat, hayvan, insan cinslerinden geçerek nihayet bu dünyadaki işini de bitirir. Yani o, o kadar görgü ve tecrübe kazanır ki artık dünyada ki hiçbir maddi vasatta geçireceği hayat onun bu görgüsüne ve tecrübesine yeni bir şey ilave edebilmesine kafi gelmez. İşte bu hale, bu yükseliş seviyesine ermiş olan o varlık, kendisine daha ileri hamleler verdirebilecek kabiliyetteki maddelerin ve maddi organizmaların bulunduğu daha yüksek tabiat şartlarını haiz dünyalara göç eder. Bu da mukadderdir. Çünkü onun milyonlarca sene süren ilerleme yolundaki devamlı ve sebatlı cehit ve gayretleri, ialhi irade kanunları mucibince kendisini bu yüksek dünyalarda cari olan daha çok mudil ve şümullü tabiat kanunlarından faydalanabilecek liyakate ulaştırmıştır.

Görülüyor ki dünyamızdaki en basit bir ot parçasının bile öz benliğinin daha iyiye, daha ileriye, daha mudilliğe ve daha olgun, mütekamil durumlara girebilmesi için kendisinde mevcut ve meknuz olan özleyişleri, kainat nizamında birer tahakkuk imkanı aramaktadır. Ve ilahi irade kanunları da bu imkanlara bol bol müsaade etmektedir. İşte o, bu müsaade sayesinde, günün birinde bir ot parçası bedeninden çıkıp muazzam bir seyahatten sonra bir melek kudretinide alacaktır. İşte ilahi kudretin azametine bir küçük misal daha!...

Şimdi, eğer o kuru tohum parçasında gizli haldeki bu ileri hamle hareketleri bulunmasaydı o tohum gene hayat şartlarına müsait bir toprağa düşmüş olsaydı bile orada bir taş parçası gibi atıl halde kalır ve hiçbir kuvvetin yardımile dahi bir meyve ağacı haline gelemezdi. İşte böylece, bir taş parçasının, bir nebat karşısında tabiat kanunlarının daha imtiyazlı icaplarından istifade bakımından çok geri kalmasını da bu yönden araştırmak lazımgelir. Eğer o taş parçasında da farzı muhal olarak tıpkı bir nebat tohumunda olduğu gibi ileri hamle iştiyak ve insiyaki mevcut bulunmuş olsaydi o da derhal bu günkü pasif durumundan ayrılır ve kudretine göre tabiat kanunlarından o da bir nebat tohumu gibi istifadeye koyulur ve ileri hamleler gösterirdi. İşte en basit bir nebatın hayatını ele alarak mukadderin kısaca bir şemasını çizmiş olduk. Bundan sonra hayvanlarda, hele insanlarda şüphesiz daha çok mütehavvil, zengin ve mudil istikametler alan istekler, özleyişler, zaruretler, ihtiyaçlar ve hareketler neticesinde – gene ilahi irade kanunlarile taayyün etmiş – namütenahi hadiselerin, bu varlıkların hayat tarzları üzerinde oynadığı rollerin derecelerini ve birbirile olan münasebetlerini mütalaa etmek hiçbir insan ömrünün kifayet edemiyeceği ve kudretinin yetişemiyeceği muazzam bir iş olur. Bu da mukadder mevzuunun ne kadar karışık ve derin bir bahis teşkil ettiğini izaha kafi gelir.

Mukadderat, ilahi irade kanunlarının değişmiyen icaplarıdır. İlahi irade kanunlarının hudutsuz ve sonsuz tezahürlerinin herhangi birisinden faydalanabilmek varlıkların ruh kudretlerine, liyakatlerine, tekamül derecelerine ve birbirlerile olan münasebetlerine göre taayyün eden bir keyfiyettir. Ve bu namütenahi tezahürlerden ruhlar liyakat derecelerine ve imkanlarına göre istifade etmekte tamamen serbesttirler. Ancak bir varlık iradesile hareketlerini hangi kanuna uydurmuş ise onun bütün icaplarına boyun eğmeğe mecburdur. Ve burada artık onun iradesi bahis mevzuu olamaz. İşte üstadın tebliğinde de bahsedildiği gibi, varlıkların iradelerinin, ancak tabiat kanunlarına uygun hareket etmekle tahakkuk edebileceğinin manasını burada daha iyi anlıyoruz. Bu bir taraftan gene izah etmiş olduğumuz gibi, bir varlığın, kendi liyakati dışındaki tabiat kanunlarından istediği gibi faydalanamıyacağını ifade ederken ayni zamanda, evvelce uyulmuş herhangi bir ilahi iradenin icabatı haricinde herhangi bir harekette hiçbir varlığın bulunamıyacağını da anlatır. Mesela, karşımda ateş halinde kızgın bir demir çubuk var. bu demiri ben tutup tutmamakta tamamile serbestim. İstersem ona sadece elimi yaklaştırırım, istersem o çubuğu avucumla tutarım. Her iki hareketten alacağım netice başka olur. Elimi ona yaklaştırdığım zaman cildimde azçok tatlı bir hararet hissi duyarım. Fakat demir çubuğu tuttuğum zaman, elimin yandığını duyar ve hasta olurum. Zira burada birinci hareketimin tabi olduğu tabiat kanunu ikinci hareketimin tabi olduğu hareket kanunundan farklı icapları neticelendirir. Şimdi ben bir defa hareket serbestliğimi kullanarak demir çubuğunu elimle yakaladıktan sonra artık o işten vazgeçsem bile, yani ateşi elimden bırakmış olsam bile elim gene yanacak ve bir yanığın bütün avakibine maruz kalacaktır. Ancak evvelce de söylendiği gibi bir tabiat kanununun icabını değiştirebilecek başka tabiat kanunlar da vardır. İşte eğer bir ruh, kudretlerini genişletmiş ve tabiat kanunlarından geniş mikyasta faydalanabilecek iktidara erişmişse – başka ve münasip bir tabiat kanunundan istifade ederek – demiri tuttuğu halde bu yanma hadisesinin önüne geçebilir. İşte mukadderin değişmesi, bir yandan diğer bir yana kayması gibi, bazı kıymetli ruh dostlarımızın ifadelerinin de manası budur. Mesela yukarıki misalde olduğu gibi, ben elime yanmıyacak bir madde sürerek ateşi tutabilirim, veya onu maşa ile de tutarım. Elim yanmaz. Veya öyle müessir bir ilaç keşfederim ki ateşi tutup elimin yanması başlamasına rağmen o ilacı elime sürer ve yanık hadisesinin önüne geçebilirim. v.s.

Buraya kadar olan mülahazalardan sonra, hayatı yalnız bir tek dünya safhasından ibaret değil, ona tekaddüm eden ve ondan sonra da devam edecek olan bir sayruret halinde kabul etmek şartile kısaca diyebiliriz ki: mukadder olan herşey, varlıkların bilerek veya bilmiyerek kendi kabli istek ve iradelerile tutmuş oldukları bir yolun neticesidir. Bu neticeler, ancak sonsuz tecelliyat arzeden ilahi kanunların icabatından başka birşey değildir. Ne bu icabatın dışına kimse çıkabilir, ne de böyle birşey bahis mevzuu edilebilir. Burada çok açık bir misalle bu bahsi bir az daha açıklamak istiyorum, zira ufak bir şüphe veya karanlık nokta bütün mevzuun anlaşılmaz bir hale girmesine sebep olabilir.

Altı yol kavşağında bekliyen başı boş bir koyunu düşünelim. Bu yollardan birisi ağıla gider, diğeri suyu ve otu bol bir meraya ulaşır. Üçüncü yol kayalık, kurak, çorak, çıplak bir araziye varır. Başka bir yol altında sarp uçurumlar saklı kurulmuş bir tuzakta nihayet bulur, diğer bir yol, sonunda bir ateş yığını ile çevrilmiştir ve nihayet bir yol da bir çıkmazda nihayet bulur. Bu zavallı koyun bu yollardan birini inhitap etmek durumundadır. Fakat onu, hiçbir kimse çıkıp da zorla bu yollardan birine veya diğerine sürüklemez. Ancak bir çobanın tatlı kaval sesi onu mera tarafına doğru çağırır. Davar sahibinin ıslık çalışı onu ağıla gidecek yolun istikametini gösterir. Uzaktan gelen rüzgarın haşin uğultuları ona çorak araziden haberler getirir. Avcıların müraice, önüne attıkları bir kaç taze ve cazip ot demeti onu mütemadiyen kurulmuş tuzağa giden yola doğru çekmeğe çalışır. Yüzünü okşıyan ılık ve aldatıcı bir hava güzel vaatlerle onu, yangınla biten yola sapmağa teşvik eder. Kafalarını duvarlara çarpıp kırarak geri dönenlerin manzarası da ona çıkmaz yolun işaretini verir. İşte bu karışık manzara karşısında o koyunun ancak kendi ruh kudretile vereceği karar neticesinde bir yol tutması beklenir. Bir tarafta kendisine ciciler vadeden avcıların açık ve sarih, fakat aldatıcı davetleri koyuna çok cazibeli gelir. Diğer taraftan uzaktan gelen tatlı kaval sesleri ona müstakbel bir saadeti hatırlatır. Fakat o belki de sağırdır. Bu kurtarıcı, hayırkar sesi duyamaz. Ve o sesin geldiği yolu cazibesiz ve faydasız bularak beğenmez. Fakat sahibinin sesine alışkındır onu işitir ve ağıla gidip dinlenmeği de tercih edebilir. Hele hava da bir az soğuk ise tatlı tatlı ve ılık esen bir bahar rüzgarı sandığı, o yangından gelen havayi büyük bir nimet sanır. Bir az da mankafa ise çıkmaz yoldan hüsran içinde dönen diğer biçare koyunların neden kafalarının kırılmış ve yaralı dönmekte olduklarını öğrenip tahkik etmek kudretini de gösteremeyince onların dönmekte oldukları yola sırf bir tecessüs saikile gitmek hevesine de düşebilir. Bütün bu ruh hallerinin karışıklığı içinde onu her ses kendi tarafına doğru çağırıp dururken o, irade serbestliğini kullanarak bunlardan birisinin davetine güle oynıya icabet eder. Fakat o bir defa kararını verip bu yollardan birini tutarak onun sonuna geldiği zaman yeniden harekete geçip girdiği yerden çıkar başka bir yol buluncıya kadar ilk yolun neticelerinden kendisini kurtaramaz. Ağıla gider ve orada çivilenip kalır, güzel, münbit, serin meraların nimetlerinden istifade edemez. Uçurumlu yola sapar, tuzağın içinde parça parça olur. Ilık sokağa girer, birdenbire etrafını yangınlarla çevrilmiş gördüğü zaman kavrulup kebap olmaktan başka yapacağı iş kalmaz. Çobanın sesine koştuğu zaman birbirinden ala ve nefis cennet gibi meraların bolluğundan istifade eder. Fakat eğer bu koyun bir gaflet eseri olarak yanlış bir yola saptıktan sonra herhangi bir çobanın sesi kulağına gelir de onu ikaz edebilirse ve o da bu sesden bir intibah duyarak yolunu değiştirmek isterse o tehlikeli yolun neticelerinden kendisini kurtarabilir. Yalnız şu var ki yol değiştirmek bazan yeni bir yola düzülmekten daha zordur.

İşte insan, böyle kendi mukadderini hayatında inhitap ettiği yollardan birisine sapmak kararını vermekle çizmiş olur. Fakat bu mukadder kendisi için nahoş bir gene kendisinin göstereceği şiddetli bir özleyişle bu nahoş akibetten kurtulabilmenin, ilahi irade kanunlarının icaplarına göre çarelerini büyük bir cehit ve gayret sarfederek araştırması lazımgelir ki bu da ekseriya ancak, bilhassa ruh aleminin yüksek varlıklarının ( yani misaldeki çobanların ) yardımlarile mümkün olur.

Bir varlığın önüne ilahi irade tezahürlerinin açacağı imkanlar, ancak o varlığın liyakati, tekamülü ve ruh kudretlerini yerinde ve yolu ile kullanabilme derecesi ile mütenasip bir şümul dahilinde ortaya çıkar. Bir koyunun önüne açılacak altı kapı varsa bir insanın heran önünde açık duran binlerce yolun kapısı vardır. Binaenaleyh bir koyun için hayatta yürünecek yollar pek mahdut ve basit iken insanın yürüyebileceği binlerce yol yani birinden birini intihap ederek yapabileceği binlerce iş vardır. Gene bu sebepten dolayi bir koyun için hayat ne kadar basit ise bir insan için de o kadar karışık ve mudildir. Ve nihayet bir koyundan beklenen tekamül ne kadar basit ve iptidai derecede ise bir insandan beklenen tekamül o kadar büyük, parlak ve süratlidir

Şu halde mukadderat bahsini iyi kavrıyabilmak ve iyi mukadderler temin edebilmek için her şeyden evvel illiyet prensibini iyice anlamağa çalışmak ve duygu, düşünce ve amellerini bu anlayişten aldığı yüksek idrake göre ayarlıyarak hareket etmek lazımdır. Zira ancak böyle yapıldığı zamandır ki insan ilahi irade kanunlarının akıllardan taşan büyük hikmetlerinin adım adım manalarını anlayabilecek bir idrak seviyesine yaklaşır ve bu da ona Allah sevgisinin, ruhundaki temevvücatını daha şümullü bir kudretle hissettirir ki insan tekamülünün en kuvvetli nişanelerinden birisi budur.

İşte bu esasa dayanarak şu fikri bir düstur olarak kabul edebiliriz: Hayatın mukadder görünen acı veya tatlı her hadisesi, muhakkak geçmiş bir zamanda insanın iradesile yapmış olduğu bir hareketin, ilahi irade kanunları icabatına göre sırası gelmiş ve tahakkuk sahasına çıkmış bir neticesidir. Bu öyle bir düsturdur ki ne kadar iyi anlaşılır ve üzerinde ne kadar derin düşünülürse ondan o kadar istifadeli düşünce mevzuları çıkarılabilir.

Tekrar ederiz ki bir defa var olmak şiarını kazandıktan sonra bütün varlıkların, ilahi irade kanunlarının şümulü dahiline girmiş bulunmalarını biz bir zaruret olarak kabul ediyoruz. Zira esasen varlık, ilahi irade kanunlarının bir icabıdır. Ve bu kanunların dışında ne bir oluş, ne de bir olmayiş hali düşünülemez. O halde kainatta var oluşumuz, mukadderata tabi oluşumuzun bir ifadesidir. Fakat şunu da asla hatırdan çıkarmamalıdır ki ilahi irade kanunlarının hudut, sayı, baş ve nihayet gibi mefhumlarla alakası yoktur. Binaenaleyh, ne kadar serbestçe olursa olsun, hiç bir varlığın hiçbir hareketi ilahi kanunların şümulü haricine çıkamaz, bunu da evvelce arzetmiştik. Demekki ilahi irade kanunlarının icabatından herhangi birisine bilerek veya bilmiyerek istiyerek veya istemiyerek sürüklenmiş bir varlığın o icaplara uyması zaruretini yukarıki fikirlerle birleştirirsek şöyle bir prensip ile karşılaşırız: İnsan ne yaparsa yapsın, nasıl harekette bulunursa bulunsun, hangi yolu tutarsa tutsun, ister günahkar, ister sevapkar olsun bütün varlığı ile mukadder bir yolun yolcusu olmak durumundan kendisini kurtaramaz.

Bir az evvel yazılarımızın arasında bir söz geçti: İlahi kanunların icabatının herhangi birisine << istemiyerek >> sürüklenmeden de bahsettik. Halbuki tabiat kanunlarının herhangi birisini kullanmada ve onlardan istifade etmek hususunda varlıkların tamamile hür oldukları mevzuunda israrla durmuştuk. Burada hemen bir tezat var zihabına düşülebilir. Fakat bu tamamile zahiri ve beşeri bir hale göre vaki olan bir ifadedir. Yani buradaki << istemiyerek >> tabiri hakikaten ruha ait değil, o ruhun beşeri hüviyetine ait bir arazın ifadesidir. Bu noktanın da müphem kalmaması için burada bir az durmaklığımız icap ediyor: Evvelce de söylediğimiz gibi tabiat kaideleri birbirinden tamamen ayrı, mücerret ve birbirile irtibatı olmıyan müeyyideler değildir. Bilakis bunlar, sayı kabul etmiyen namütenahi bağlarla birbirine bağlanmışlardır. Kanaatimize göre, hiçbir kanun yoktur ki onun icabatından bazı kısımlar, başka bir icabatın bazı kısımlarile uzaktan veya yakından ilgili olmasın. Bu halin, esasen kainatın nizamını teşkil ettiğinden evvelce bahsetmiştik. O halde bir varlık tasavvur edilebilir mi ki herhangi bir tabiat kanunundan bol bol istifade ederken onun netaicinin uzaktan veya yakından alakalı bulunduğu diğer birtakım kanunların icaplarından tamamen masun kalmış olsun?

Şu da var ki her varlığın daima hareket halinde bulunması ve daima, bulunduğu yerden bir ileriye doğru hamle almak ihtiyaç ve arzusunu göstermesi onun bünyesinde meknuz bir keyfiyet olduğuna göre ve bunun da bir kader olduğunu kabul ettiğimize göre serbest iradesile herhangi bir yolu tutmuş olan varlığın, kendisini bu yola sevk eden iç özleyişlerinin onu, o yolda mütemadiyen ileri merhalelere doğru hamleler almağa da sevkedeceğini de tabii görmemiz lazımgelir. Bunun neticesi olarak şunu da kabul etmemiz icap eder ki o varlığın, özleyişlerile böyle merhalelerden merhalelere atlayişi, ayni zamanda merhaleler arasındaki tabii bağların birer köprü vazifesini görmesi ile de bir zarurat haline girer ve bu şekilde, varlığın arzusu ile ilahi kanunların icapları birbirine sarmaş dolaş olmuş bir durum arzeder. Halbuki beşeri idrake bağlı hüviyeti ile o varlık bu halin ekseriya farkında değildir. Ve o, dünyanın muvakkat ve gelip geçici olan ve öz isteklerle ekseriya taban tabana zıt bir istikamet takip eden maddi ve nefsani arzuların tesiri altında, hakikatte istediği ve istemesi lazım geldiği şeylerin aksine temayüller gösterebilir. Fakat tahakkuk edecek olan bunlar değil, asıl özvarlığın istekleri olacaktır. İşte bu hakikatin esasına vakıf olmıyanlar o zahiri ve nefsani temayüllerin – bütün şiddetine rağmen – tahakkuk etmediğini gördükleri zaman bu sayfalarda yazdığımız hakikatlere uygun neticeler almadıklarını sanırlarsa hatalı bir harekette bulunmuş olurlar. Ve işte biz bu göze batabilecek olan zahiri ve beşeri temayülleri de insanların birer istek gibi telakki etmesi imkanını düşünerek yukarıki ifadelerimizde << istemiyerek >> tabirini kulanmak zorunda kaldık. Binaenaleyh buradaki istek veya isteksizlik mefhumu özvarlığa ait değil, beşeri hüviyetin nefsani bir ilcası olan ruh halini ifade eder. Bu sözlerimin iyice anlaşılabilmesi için bir misal arzedeceğim:

Etrafındakilere kötülük yapmaktan ve başkalarının ızdıraplarını görmekten zevk duyan basit bir insanı tasavvur ediniz. O bu kötü hareketi o kadar derinden ve içten istemiştir ve tahayyül etmiştir ki bu isteğin tahakkukuna müsait bir tabiat kanunundan onun istifade imkanını bularak faaliyete geçmesi daima mümkün olabilir. Ve bu faaliyette o tamamile serbestte kalabilir. Mesela hakkından gelebileceği nisbeten zayıf bir insanla karşılaşabilir. Bir bıçakla o adamın kalbini delebilir. Ve onun ölümüne sebep olabilir. Demek ki bu bedbaht, o anda kötü bir yolu tutmak istedi ve bu yolu gerçekleştirmek için de kendisine müsaade ve hatta yardım eden, yani daha doğrusu onun, iradesini serbestçe kullanabilmesine imkan bahşeden tabiat kanunlarından istifade etmek yolunu buldu. Mesela zayıf ve müdafasız bir adamla karşılaştı, onun kalbini delebilecek bıçağı kullanabilecek fizyolojik imkanlardan faydalandı ve onun kalbi de bu demir aletle delindi. Bütün bunlar ancak birer tabiat kanununun müsadesile gerçekleştirilebilmesi mümkün olan şeylerdir. Yoksa bir kağıt parçasile kalb delinemezdi, o kalb çelikten olsaydı o demir parçası da onu delemezdi, hele o biçare çapkına, o sırada bütün uzuvlarını atıl kılacak bir felç hastalığı gelmiş olsa ve normal fizyolojik hareket kaabiliyetini sıfıra indirmiş bulunsaydı, onun bir kalbi delebilmek değil, canına kıydığı adamın bir kılına bile dokunmak iktidarı elinde kalmazdı. Demek ki o yapmak istedi ve o isteğin serbestçe faaliyet gösterebilmesine tabiat kanunları hem müsade etti, hemde hatta yardım etti. Varlıkların iradelerini serbestçe kullanabilmelerine bu hadise bir delil teşkil etmezmi? Eder ve hem de bir zaruretin ifadesi olur. Zira, o adam burada iradesini kullanmakta serbest olmasaydı onun bu kötü niyeti daha ruhunda belirirken, ilahi irade kanunlarının en küçük bir zerresinin zerresi bile onun bu niyetinin bir anda tam bir hareketsizlik içinde akamete uğratılmasına bol bol kafi gelirdi. Halbuki böyle olmadı çünkü o, böyle bir hareketin mesuliyetini bizzat idrak eden bir ruh kudretine erişebilecek bir tekamül merhalesine varmıştır. Buna rağmen, nail olduğu bu ruh seviyesinin manasını ve icaplarını o biçare insan, henüz idrak edemiyorsa bu hal onun kendisinde mevcut bulunmaması lazım gelen kusurlu ve eksik bir tarafı olarak kalmıştır. Ve ergeç bu kusurdan kurtulması ve bu eksik tarafını tamamlaması, yani daha doğrusu nisbeten yükselmiş bulunduğu ruh mertebesinin hakiki icaplarını idrak etmesi lazımdır ki kendisine mukadder olan daha ileri mertebelere çıkabilmek imkanları gerçekleşebilsin. Fakat o bu halile bu kusurlarından nasıl kurtulabilecek? Bunun için, onun evvela kusurunu idrak etmesi, eksiğini anlaması icap eder. Halbuki o şimdi yaptığı işi – görgü ve tecrübesizliği yüzünden – belki de çok iyi ve kahramanca bir iş zannediyor. Ve bu zanda devam ettiği müddetçe elbette onun aksine bir işi istemiyecek ve özlemiyecektir. Böyle olunca da o bulunduğu mertebeye sağlam bir kazıkla mıhlanmış gibi çakılı kalacak ve bir karış bile ileri gidemiyecektir. Halbuki bu, Allahın iradesine ve ruhun özvarlığındaki ileri hamle iştiyakine tamamile mugayir bir haldir.

Demekki onun yerinde durmaması ve bunun için de hatasını görebilmesi lazımdır. Hatasını nasıl görebilecek? Basit…Yaptığı ve iyi sandığı işin fenalığını ve acılığını bütün şiddetile ve müessir bir şekilde bizzat ruhunda duymak suretile. Halbuki eğer ona, görgü ve tecrübesizliğinin tabii bir neticesi olan bu kötü niyetin beslenmesine ve tezahür edebilmesine fırsat verilmiş olmasaydı o bu niyetini ruhunda acı aksüsamellerini görmek fırsatını nasıl bulabilirdi? Onun ruhuna açıktan böyle bir acı – bittabi haksız olarak – bilasebep saplanmış bile olsaydı o sebepsiz ve karşılıksız acının, hangi yoldan ve hangi mihanikiyetle o ruha bu noksanlığını ve hatasını anlayıp tashih edebilmesi hususunda yardımı olabilirdi? Bir kabahati işlemeden onun acısını çeken bir adam bu çektiği acı ile o kabahatinin münasebetini – hele onu da bir kabahat saymıyorsa – nasıl tayin edebilir? Bir çocuğun bile ateşi tutmadan elinin yanmasını reva görmezler. Çünkü bu manasız, lüzumsuz ve tabiat kanunu dışında bir iş olur. Hatta bir baba bile hiç bir vakit bardağı kırmadan çocuğunu dövemez. Çünkü bunda bir faide melhuz değildir. İş bu kadar açıklığı ile tabiatta böyle cereyan edip dururken nasıl olurda Mutlak Adaletin bir muazzam tecellisi olan ilahi irade kanunları, zavallı bir varlığı kabahat – sırf, kabahat yapabilir diye – acılara ve ızdıraplara sevkeder? Böyle bir düşüncede ne mantık, ne de ilahi adalet mefhumları düşünülemez. İşte bunun içindir ki tabiat kanunları o adamı bu kötü niyetlerinin gerçekleşmesine ve hatta ruhunda tezahür etmesine imkan verir ve o da bu imkanı kullanarak kabahatini işler. Fakat o bu yola düşüp bu kabahati irtikap ettikten sonra serbestçe kullandığı tabiat kanunlarının zaruri olan icaplarile muhakkak karşılaşacaktır. Ve yukarda da söylediğimiz gibi esasen onun bu kanunları serbestçe kullanabilmesinin asıl sebebide o kanunlar mucibince birtakım neticeler alarak yaptığı iş ve hareketin kötülüğünü idrak edebilecek bir ruh kudretini iktisap edebilmesidir.

Bu icapların başında, yaptığı fenalığın şiddetli sarsıntılarını ve acı aksülamellerini onun bizzat kendi ruhunda duyması gelir. Buna vasıta olan ruh melekesi de vicdandır. Binaenaleyh bu kötü hareketinden dolayı onun vicdanı o anda kendisini tazip etmese bile muhakkak surette zamanı gelince bütün şiddetile meydana çıkarmak üzere o acıyı bünyesinde bütün teferrüatile saklamıştır. Ve asla işinden vazgeçmiyecektir. Ve geçmemeside ilahi irade kanunlarının değişmez icaplarındandır, yani mukadderdir.

İşte beşeri hüviyetle evvelce irtikap edilmiş kötü bir hareketin üzerinden seneler geçip unutulmasından sonra ve hatta üzerinden bir hayat da geçtikten sonra neticelerinin günün birinde o insanın başına zahiren sebepsizmiş gibi görünen bir bela, bir felaket halinde çarpmasının mukadder olduğunu söylediğimiz zaman bu manayı kasdetmiştik. Gerçi o musibetin sebebi o anda beşeri hüviyetle meçhul ve unutulmuş gibi görünürse de hakikatte onu çeken ve onun azabını ruhunun ta derinliğine kadar sindiren varlık o azabı neticelendiren hakiki sebepleri tayin etmekte hiçbir güçlük çekmez. Ve böylece o azap da vazifesini ve işini görmüş icap eden faydayı sağlamış olur ki esasen o azabın o ruhda doğuşunun sebep ve gayesi de budur.

Fakat bazan da onun ruhu o kadar durgun bir hal almış olabilir ki uzun bir müddet için vicdanı harekete geçemez. Ve bu hareketsizlik devam ettikçe de onun bu kusurdan kurtulabilmesi ve ileri merhalelere doğru mesafeler kaydetmesi gecikir. Halbuki ilahi irade buna müsait değildir. O halde onun henüz durgun bir durumda bulunan vicdanını da harekete geçirmek icap edecektir. İşte bu da ancak gene ilahi irade kanunlarının icabatile ve yardımcı varlıkların o kanunlardan istifade ederek o durgun vicdanlı kulu uyandırıcı yollarda faaliyetlere girişilmesile mümkün olur. İşte burada o adamın iradesi dışında birtakım hadiseler cereyan etmeğe başlar. Bu hadiseler onun hoşuna gitmiyecek ve hatta bazan da isyanını mucip olabilecek şekiller arzedebilir. Mesela onun bu kabahatinden dolayi yüz bir seneye mahkum ederler, zindana atarlar, kendisine, hiçbir insana yapılmıyacak işkenceleri, eziyetleri yaparlar… Böylece seneler geçer. Azap üzerine azap biner. Bu azap şiddetini arttırdıkça onun tahammülü kırılır, tahammülü kırıldıkça isyanı artar, fenalık hisleri büsbütün dışarı vurur. Fakat artık o hiçbir fenalık yapamıyacak bir hale sokulmuştur. Elinden birşey gelmez. Ancak, eğer kötü niyetlerinde devam ediyorsa artık bunları gerçekleştirebilmesine imkan verilmemekle beraber, sanki onları fiilen yapmış gibi azaplı neticeler birbirini takip ederek durmadan o adamın başına birer ağır balyoz gibi iner. Onun bir hayatı böyle işkence ile dolu dramatik bir sahne içinde geçer…İkinci hayatı başlar, fakat bu hayatı da bir sürü imkansızlıklar, talihsizlikler, gayri müsait çalışma şartları, ve hatta haksızlıklar ile malamaldir. Fakat bütün bunların sebepsiz ve haksız görünüşü tamamile zahiridir. Hakikatte bunlar hep evvelki hayatta işlenmiş kötü bir hareketin karşısında bir türlü uyanmasını bilmiyen vicdanı harekete getirebilmek için ilahi irade kanunlarının icabatına göre zincirleme giden birtakım hayırlı neticelerdir. Ve bu neticeleri de o adamın ruhunda her yeni neticeye karşı intibah yerine, uyanan yeni isyanlar doğurmaktadır. Demekki o biçare bu isyanlarile kendi akibetini gene kendisi bilmeden çizmekte ve mukadderini bizzat kendi kötü hareketile hazırlamaktadır. Netekim eğer o adam o sırada isyanı bırakıp kabahatin kendisinde olduğunu düşünerek yaptığı işin hatalı olduğunu kabul ve teslim etse bu neticeler derhal değişecek ve onun iradesini zorlayici hadiselerin ardı arkası kesilecek, o tekrar iradesinin idrakine varacak, hatalarını tahsis ve tamir etmek ve bu suretle ruhunda başlamış olan vicdanının azabını teskin edici çareleri bizzat kendi isteklerinin nurlu idraki altında araştırıp bulmak zevkine kavuşacaktır ki bu hali de bir iç huzurunun başlangıcı diye tavsif edebiliriz.

Demekki varlığın bütün iradesi ve isteği dışındaki nahoş ve acı hadiselerin cereyanı sırasında bile eğer o, kendisini toplayıp iyi tarafa doğru düşünce ve isteklerini kaydırabilirse onun bu isteği de gene ilahi irade kanunları ahkamınca tahakkuk yoluna girmek fırsatına kavuşur. Çünkü onun bu isteği tekamülünün süratli hareket istikametine doğrudur. Ve ilahi irade kanunlarının istihdaf ettiği gaye de varlıkların tekamülüdür. O halde onların madem ki istekleri ilahi irade kanunlarının istikametlerine tevafuk etmiştir, o halde elbette tahakkuk edecek ve müteal neticelere ve icaplara erecektir. İşte, zannedersem, ruhun istemeden de bazı hadiselerle karşılaşabileceğinin manasını bu misal ile bir az daha açık olarak izah edebildim.

Fakat bu yolda ne kadar düşünülürse düşünülsün, ilahi irade kanunlarının tezahürlerinin icapları o kadar muğlak, o kadar namütenahi ve birbirine girift haldedir ki, evvelce de itibari bir şema ile namütenahi bir şebeke şeklinde kabaca izahına çalıştığım bu icapların bu karışık durumu içinde bir iki icabın, yani illiyet prensibinin birkaç halkasının ilerisini ve gerisini en mütekamil ve bilgili bir insanın bile ne görmesi, ne de düşünebilmesi mümkün değildir. Bizim yukarıda vermiş olduğumuz misaller ise bu muazzam teşkilat içinde ancak bir tek adımlık mesafe kıymatini bile haiz değildir. Ve böyle adımlarım milyarlar kere yüz milyarlardan daha büyükleri, bir ruh varlığının ebedi ve sonsuz hayat icaplarını birbirine çok sıkı münasebetlerle bağlıyan hadiselerle doludur. Binaenaleyh mukadderin hududunu çizmek değil, onun manasını bu yönden anlıyabilmek bile hiç birimizin, hiçbir kulun kudreti dahilinde değildir. Ve biz de misallerimizi verirken mukadderin hududunu çizmek için değil, mukadder hakkında çok iptidai ve elbette noksan bir fikir yürütebilmek istiyen kıymetli dostlarımıza yardım etmek için düşüncemizi kullandık.

Bu vadide çok konuştuğumuz anlıyorum. Bununla beraber okuyucularımdan, özür diliyerek bir az sabretmelerini ve bu mevzuun gücümün yettiği kadar aydınlatılmasında bana bu kıymetli sabırlarile yardım etmelerini dilerim. Zira bu bahis ne kadar kolay anlaşılır görünürse görünse, üzerinde konuşuldukça gözden geçirilmesi icap edecek daima yeni noktaların meydana çıkacağını her okuyucumun kolaylıkla takdir edeceğinden emin bulunuyorum. Şimdi evvelce zikrettiğim bir yolculuk misalini burada vermiş olduğum bir misalle karıştırarak mütalaamızı yürütürsek mukadderat hakkında bir az daha vazıh fikirlere sahip olabilecek duruma girebiliriz.

Evvelce söylediğimiz gibi muayyen bir mahalle varmak için yola çıkan seyyahın, o memlekete girmek üzere yola çıkması onun iradesine bağlı bir işti. Ve bu irade de onun öz varlığında duyduğu bir ihtiyacın mahsulü olan isteğin neticesidi. Binaenaleyh mademki o, bu işin tahakkukunu bir defa özlemiş ve o yolda tahayyül melekesini işletmeğe başlamış, o halde o yola fiilen girmiş demektir. O istediği mahalle varmak yolunu tuttuktan sonra kendisini o yolda destekliyecek şu veya bu vasıtayı kullanmağa başlıyacaktır. Yani tabiat kanunlarından birisine dayanacaktır. İşte o bu yolda yürümek iştiyakını muhafaza ettiği müddetçe ondan ayrılamıyacak ve bu yol da kendisini er geç hedefe, yani o yolun müntehi olduğu yere ulaştıracaktır. Ancak burada üç mühim noktayi tebarüz ettirmeği, mukadderat bahsinin bir az daha aydınlatılması bakımından lüzumlu görüyoruz:

Bunlardan birincisi, muayyen bir merhaleye varmak istiyen seyyahın orada barınabilecek bir durumda olması ve kendisini o merhaleye ulaştıracak olan vasıtaları kullanabilecek liyakat ve kudrette bulunması lazımdır. Mesela yalnız ülemanın yaşayabileceği bir şehirde yaşamak kudretinden mahrum cahil bir adam, hiç kullanmasını bilmediği tayyareye binip o şehre gitmek hevesine düşer ve o yol çıkarsa elbette – hem de kötü bir şekilde – yolda kalır. Tıpkı bunun gibi, o adam kendisine nisbeten çok yüksek olan bir tekamül merhalesine çıkabilecek bir kudrette değilse ve o, bu merhalede barınabilmek liyakatini diğer sahalardaki efal ve harekatile isbat etmiş değilse esasen onun oralara varmak istemesi de içten gelen bir ihtiyacın neticesi olmayıp basit bir hevesin tezahüründen ibaret kalır.  Hiç bir gayeleri olmadığı halde sırf bir arabaya binmek hevesini besliyen bayram çocuklarında olduğu gibi. Halbuki bir gayeye ulaşmak ihtiyacından doğmuş derin ve içten gelen esaslı özleyişlere dayanmıyan hallerde hiç bir varlık, devamlı ve sebatlı bir şekilde herhangi bir arzunun tahakkukunda ruh kudretlerini kullanamaz. Ve lazım gelen cehit ve gayretleri kafi derecede gösteremez. Binaenaleyh o adam, görünüşte o süratli vasıta ile, o yüksek merhaleye varmak istiyormuş sanılsa bile hakikatte yerinde sayıp durmaktadır. Zira onun bu yoldaki kudretsizliği, o gayenin tahakkuku için lüzumlu olan tabiat kanunlarını ne görüp bulabilmesine, ne de onlardan faydalanabilmesine imkan bırakır. Fakat buna rağmen o adam hala heveskarlığında inat ederek o vasıta ile o yolda yürümeğe yeltenirse günün birinde elbette olduğu yere yıkılır ve bir tarafı da incinebilir. Tayyareden düşen adamlarda olduğu gibi. İşte bundan duyacağı acının tesiri ile o, artık hakiki hedefini ve o hedefe kendisini ulaştıran yolculuk vasıtasını ve o vasıtaya layık olmanın yollarını araştırıp bulmak lüzumunu duyar ve bunu temin etmek için de kendisini bir az sıkıntıya koymak zahmetine katlanmağa razı olur. İşte << Mukadderi zorlamak doğru değildir >>sözünün bir misali de budur.

Tebarüz ettirilmesine ihtiyaç hissettiğimiz ikinci nokta şudur: Layık olunmuş, kazanılmış bir merhalenin yolculuğa teşebbüs edip bir defa o merhalenin yolculuğuna teşebbüs edip bir defa o merhalenin vasıtalarını kullanmağa başladıktan sonra ve bu yolda sarfedilen tahayyül melekeleri de tabiat kanunlarına tevafuk edip tahakkuk sahasına çıkmak yolunu tuttuktan sonra, yani daha doğrusu istenen şeyler gerçekleşmeğe başladıktan sonra, o vasıtalarla, o merhalenin yolculuğunu yapmak insan için mukadder olur. Bu vasıtaları kullanmağa karar vermezden ve bu işe girmezden evvel bu yolculuk onun için mukadder olmıyabilirdi. Ve o adam bunun yerine başka vasıtalarla kolay ve daha yakın hedeflerin yolculuğunu tercih edebilirdi. Şu halde o, bu hedefi istemiş ve bu vasıtalarla bu hedefe ulaşmağa karar vermiş onun bu kararı da yukarıdan münasip görülmüştür. Yani ilahi irade kanunlarına tevafuk etmiş ve lüzumlu yardımcılar o hedefe o insanın ulaşabilmesi yardım etmek kararını vermişlerdir. Bütün bunların hepsi ilahi bir tertip ve nizamın mahsulüdür. Böyle olunca, artık onun bu hedeften geri dönmesi kolay kolay mümkün olmaz. Yalnız o hedefe insanı götürecek olan vasıtalar, aşağıda izahına çalışacağımız bazı hareketlerle değiştirilebilir. Mesela uçaktan, aheste giden bir arabaya aktarma edilebilir.

Nazarı dikkate arzedilmesini istediğimiz üçüncü nokta şudur: Bir insan yüksek bir hedefe, o hedefin yüksekliği ile mütenasip süratli bir vasıta ile varmak üzere  yolculuğa çıktıktan ve bu da insana mukadder olduktan sonra hedefine ulaşmak için muhtaç olduğu ilahi irade kanunlarının bir çoğunun yüksek icaplarından istifade edebilmesi lütfu kendisine bahşolunmuştur. Yani mecazi manasile ifade edelim: o insan ister ve kendisine güvenirse en süratli vasıtayi, bir tayyareyi veya şimşek süratile seyreden herhangi bir nakil vasıtasını kullanabilmek hak ve salahiyetini alır. Fakat eğer o kadar cesareti yoksa daha yavaş giden bir vasıtaya mesela bir trene biner. Veya çok uzun bir yolculuğu göze alacak kadar süratli vasıtalardan korkuyorsa bir kağnıya da binebilir. Ve hatta yolculukta çok acemi ve henüz korkak ise pek uzun seyahatleri ve çetin, meşakketli yolların yolculuğunu düşünmeden bütün vasıtaları da terkedip seyahatini yaya olarak yapmağı tercih eder. Ve o zaman her adımında binbir tehlike ve sürprizle dolu geceli gündüzlü, aylarca ve belkide senelerce sürecek bir yolculuğun yolcusu olur. Fakat hangi vasıtayı kullanırsa kullansın bu husustaki hareket serbestliğine mukabil o vasıtanın o yolda kendisine hazırladığı iyi veya kötü halleri veya akibetleri de o yolcunun evvelden göze almış olması lazım gelir. Zira bu akibet artık kendisi için mukadder olmuştur. Ve kaderin de dışına çıkılamaz. İşte hayat yolculuğunda diğerlerine nazaran bozuk düzen ve düşe kalka giden ve her adımında binbir muvaffakiyetsizlikle ve kötü akibetlerle karşılaşan bir insanı görüp, onun mukadderi bu imiş dediğimiz zaman biz, böyle evvelden verilmiş ve bilahara unutulmuş kararların ilahi irade kanunları gereğince zuhuru mukadder olan neticelerinden bahsederiz.

Olabilir ki bir insan gayesi olan yüksek bir merhaleye gitmek için evvelce intihap etmiş olduğu herhangi bir vasıtanın, kendi süratli yürüyüş isteklerini karşılayamıyacağını anlar ve hedefine daha çabuk varmak için hızlı gitmek ister. O takdirde onun, daha uyanık bulunması ve her an ayni yolda yanından geçip gitmekte olan süratli vasıtaları görüp yakalamağa ve onu bırakmamağa çalışması lazım gelir. Bunun için, ve bilhassa o, samimi olarak böyle bir istekte bulundukça onun önüne daima böyle süratli vasıtalar çıkarılır. Ve hatta o vasıtalara aktarma yapabilmesi için yüksek yardımcı varlıklar tarafından da her türlü kolaylıklar ve yardımlar kendisine gösterilir ve yapılır. Yeter ki o, bunlardan istifade etmek fırsatını hiç bir vakit kaçırmasın, korkmasın, imanını kaybetmesin ve büyük ilahi hedefine daima ve bütün varlığı ve samimiyeti ile bağlı kalsın. Ve bilhassa evvelce kullandığı yavaş yürüyüşlü vasıtadan ayrılmamak cesaretsizliğini ve taassubunu göstermesin. Böyle yapılmadıkça aktarma edilmesi istenen yeni casıta ne kadar mükemmel ve iyi olursa olsun o insanın bu vasıtaya henüz layık olmadığı hakikati meydana çıkar.

Fakat gene olabilir ki evvelce de bir az bahsettiğimiz gibi sırf bir heves neticesi olarak önceden intihap edilmiş olan bir vasıta o insanın kullanmağa layık bulunmadığı  yüksek bir mahiyet arzeder. Bu takdirde onun böyle layık olmadığı bir vasıtanın sürat ve mükemmeliyetine kısa bir zamanda tahammülünün kalmadığı meydana çıkar. Ve yoluna devam edemiyecek bir hal alır. O zaman onun için yapılacak en iyi hareket tarzı, eğer o vasıta kendi seviyesinden pek çok, yani yatişemiyeceği kadar çok yüksek değilse aradaki mesafeyi kapatmak için oldukça fazla çalışmak ve boşluğu dolduracak çareleri araştırmak ve bunun için de evvelce düşünmediği birtakım fedakarlıkları göze almak ve yardımcılarını çoğaltmaktır. Bu elbette zor bir iştir, fakat yanlışlıkla bir mektebin beşinci sınıfına girmiş dördüncü veya üçüncü sınıf talebesinin – kendisini beşinci sınıfa layık bir talebe haline koyacak şekilde hazırlamağa çalışması da çok zor bir iştir. Ama sonundaki kazanç çok büyük. Yeter ki kendisine bu hazırlık müsaadesi verilmiş olsun ve bu hazırlığa yukardan kendisi layık görülsün. Bununla beraber eğer o kendisinden beklenenn fazla mesaiye yanaşmaz, tembellik yapar ve, ne yapalım benim nasibim bu imiş diyerek o müşevveş hali içinde yuvarlanmağa razı olursa o zaman iş çok kötüleşir. Yani beşinci sınıfa geçmek hazırlığı liyakatini de kaybeden o insan paldır küldür layık olduğu aşağı sınıflara atılır. İşte bu da mukadder dir. Ve burada onun doğrudan doğruyairadesi dışında cereyan eden bu halin, gene dikkat edilirse kendi iradesini, kendisinden beklenen yollarda kullanamamasının ve haylazlık peşinde koşmak suretile israf atmesinin tabii fakat oldukça acı bir neticesi olduğu görülür. Bu çok yazık olmakla beraber, çok haklı ve yüksek ilahi sebeplere bağlı bir neticedir, bir kaderdir.

Bu açık misal gösteriyor ki istek ve irade ile mukadderat, mukadderatla mecburi ve zolayici yürüyüşler kucak kucağa gitmektedirler. Bunlar birbirinden ayrılamaz. Ve akıllı insanlar bunlardan birisinin bulunduğu bir yerde – o anda nevcut olmasa bile – muhakkak surette diğerini uzun veya yakın bir mazide, uzun veya yakın bir istikbalde arıyacak ve bu faaliyetinin kendisine kazandırmış olduğu büyük görgü ve tecrübelerle tekamül yolunda yıldırım süratile hamleler aşacaktır. Bu da ilahi iradenin bir tecellisidir, ve bütün varlıkların istekleri önüne serilmiş büyük, ve çok lütufkar bir ihsanıdır.

Varlıklar, mukadderin ilahi mahiyetini kendi varlıklarile isbat etmektedirler. Zira var olurken onların bizzat kendi reyleri alınmış değildi. Binaenaleyh var oluşu, mukaddere boyun eğmenin bir ifadesi olan insanın müteakip tekamül safhalarını hazırlaması, yani ilahi irade kanunları icapları gereğince varlığını olgunlaştırarak ebedi hayatında temadi edip gitmesi, bu varlığının icap ve zaruretlerine bağlı bir keyfiyettir. Şu halde tekamül ve varlığına ait hususatta insana, kendi iradesile kendi mukadderini kullanmak hürriyet ve salahiyeti, ilahi irade kanunlarının icabatı gereğince ilahi bir emir, bir vazife olarak verilmiş bir zarurettir. Ve gene biz bu imanla diyebiliriz ki bunun aksine olarak insanın, iradesini serbestçe kullanmak kudretini inkar etmeğe kalkışmak her şeyden evvel varlığın oluş ve tekamül hallerinin ilahi emir icabatından bulunduğunu kabul etmemek olur.

İnsan iradesi ile mukadderi – ilahi irade kanunları ve irade bahsinde kısmen izah ettiğimiz gibi – biribirini nakzeder veya biribirine aykırı yollarda yürür gibi düşünmek hatadır. İlahi irade kanunları karşısında insan iradesinin aykırı bir istikamet takip etmesi imkanı nasıl düşünülebilir ki bir az evvel de arzettiğimiz gibi esasen insanın, bütün kudretile ve istek, iradesile yaratılışı mukadderin ve ilahi muradın en kati bir ifadesidir. Binaenaleyh oluşu Allahın emrine dayanan bir varlığın, iradesini Onun emir ve iradesi kanunlarına aykırı istikamette kullanamaması zaruretini inkar etmek, bütün beşeri manaların üstündeki en müteal mevzuları dahi ancak dünyanın günlük realiteleri çerçevesi içinde bulunan ve sathi bir görüşle tezatlar ve mübayenetler arzeden dünyevi hadiselerle mukayese etmek illetinden kendimizi kurtaramamaklığımızın bir neticesi olur.

Madem ki insanın da her varlık gibi oluşu mukadderin bir ifadesi ve icabıdır, o halde ondan sadır olan her kudret, her faaliyet ve her hareket de mukadderin çerçevesinden dışarda mütalaa edilemez. Hatta insanın en bariz hakkı olan iradesinin tam ve katıksız hürriyeti bile bir mukadderin icabıdır. İnsan iradesi ne kadar hür, ne kadar hudutsuz bir serbestlik hali arzederse etsin, onun ilahi irade ile çatışabilmesi melhuz olan hiçbir nokta ne mevcuttur, ne de bahis mevzuu edilebilir. Zira ilahi irade, Mutlak Kudretin hudut ve son mefhumu ile kıyaslandırılamıyan kanunlarile tezahür eder. İlahi irade tezahürleri karşısında onlarla ölçülebilecek veya onların kıymetlerinden bir şey eksiltecek, kıymetlerine bir şeyler ekliyecek hiçbir kulun iradesi bahis mevzuu olamaz. Bütün varlıkların kudretleri ne kadar hudutsuz ve namütanahi vasfile muttasıf bulunursa bulunsun, Allahın kudretine hiçbir noktada mülaki olamaz ve hiçbir noktada ona hudut çizemez. Varlıkların iradeleri, Allahın muradının tezahüratı olan kanunlarına ancak tevafuk etmekten başka bir kudret gösteremez. Bize göre bunun aksine fikrin bahis mevzuu dahi edilmesi caiz değildir. Bu bakımdan, ilahi irade kanunlarının bir tezahürü olan mukadderata hiçbir kimsenin hiçbir hareketi ile aykırı tesirler yapabileceğini düşünemiyoruz. Gene bize göre bu hususta gösterilecek bir tereddüt, Mutlak Kudret şiarına ne kadar aykırı bir hareket olursa, varlıkların iradelerini – Allahın iradesile bir yerde çatışacağı korkusu ile – inkar etmeğe kalkışmak da Mutlak Kudret şiarına o kadar aykırı bir hareket olur.

Çok iyi takdir ediyoruz ki bu hakikati kolayca anlıyacak kudrette değiliz. Her müteal mevzu hakkında olduğu gibi burada da yalnız söyleneni dinlemek veya yazılanı okumak değil, çok düşünmek ve hakikate bizzat kendi düşünce gayretimizle nüfuz etmeğe çalışmak lazımdır. Mukadderat bahsinde yazdıklarımız üzerinde durulur ve düşünülürse bazı hakikatleri sezmek imkanı belki hasıl olur ki bu da bizim en büyük saadetimizi teşkil eder.

Esasen, mukadderin revşine karışmış olan iradenin rolü her zaman idrak edilemez. Mukadder, hayat kervanının tekamül yolundaki yürüyüşüne veçhe ve mana veren bir zarurettir. İnsanlar takdirin manasını yanlış tefsir ederler. Bu tefsirlere göre varlıkların iradesine zıt tecelliler mukadder olarak kabul edilir. Halbuki takdirin manası bu değildir. İrade takdiri davet eder. Binaenaleyh irade ile sevinçli bir kaderin şahikalarına ulaşılabileceği gibi, gene irade ile zahmetli ve ızdıraplı kaderlerin de kapıları açılabilir. Şu halde irade, bahtlılığın veya bedbahtlığın kapılarını açacak olan ve çok iyi, dikkatli kullanılması lazım gelen bir anahtardır. Fırtınalı denizlerin ortasında bocalıyan bir geminin dümenini iradeye benzetebiliriz. O dümeni iyi kullanmasını bilen bir kaptan gemisini selamet sahillerine ulaştırabileceği gibi, kötü kullandığı takdirde de kayalara bindirip param parça edebilir. Fakat geminin ne selamet sahiline ulaşabilmesi, ne de kayalara binip parçalanması onun, ilahi irade kanunlarının icaplarından azade kalmış bulunduğunu ifade etmez. İşte o veya bu neticenin adı mukadderdir. Ve bu kader de – burada – dümenin iyi veya kötü kullanılmasile gerçekleşmiştir.

Şu halde karar, mukadderin öncüsüdür. Karar verebilmek ise ancak serbest irade sahiplerinin hakkıdır. Ve insan ne kadar tekamül ederse o kadar irade serbestliği kazanır, iradesi ne kadar serbestleşirse vereceği kararlar da o kadar kati ve şümullü olur. Şu halde irade ve karar yüksek varlıkların elinde büyük bir kudret olur. Hayvanlık ve nebatlığa doğru inildikçe ruhun irade ve karar kudretleri  o nisbette azalır. Karar iradenin, irade ise hürriyetin açtığı kapıdır. Bu kapılardan mukadderin zengin ve münbit sahalarına girilir. Fakat madem ki irade ve karar hürriyeti bir kudretin ifadesidir o halde bu kudretin artışı nisbetinde mesuliyetin de ona refakat etmesi zaruri olur. Zira kainat bir nizam ve ahenk üzere mukadder olan seyrinde devam etmektedir. Her kudret bu nizam ve ahenk içinde, ona uymakla mükellef aktif bir unsur olmak şiarındadır. Ve bunun içindir ki onun bu kevni ahenk içinde husule getireceği ahenksiz bir hareket, büyük bir orkestra içinde bozuk sesler çıkarmağa başlıyan acemi bir müzisyenin hareketine benzer ve bunu o müzisyenin er geç düzeltmesi ve bunun için de yaptığı işin manasını kendi varlığına karşı bir idrak vuzuhu içinde vermesi lazım gelir ki bunun adı da mesuliyettir. Binaenaleyh kudret ne kadar artarsa yapılacak işlerin mesuliyeti de o kadar büyür. Zira varlıklar kudretlerinin artışı nisbetinde kainat orkestrasının azalıklarında yükselen ve gittikçe ehemmiyet kesbeden payelere ulaşırlar ve onların yapacakları ve manalandırmağa mecbur tutulacakları işler de o nisbette büyük ve ehemmiyetli olur.

O halde, insanın kendisine kötü ve cefalı görünen herhangi bir kader karşısında ne Allahı, ne cemiyeti,ne de hayat planını ithama hakkı yoktur. Çünkü o kadere ancak vaktile yapmış olduğu hareketlerin neticesinde bizzat kendi cehit ve faaliyetlerile müstehak olmuştur. Demekki gerek dünyada, gerek öbür alemde beklenen bir cehennem, bir azap varsa bu, müntekim ve kindar bir üstün kudretin keyfile vaki bir emrin neticesi değil, bütün hürriyetine sahip insan iradesinin bizzat hazırlamış olduğu hadisatın yarına akseden tecelliyatıdır.

Allahın; iyilik yolunda çalışmadan, irade kararlarile kendisini nefsaniyetinin esaretinden kurtarmağa cehit ve gayret sarfetmeden ve nihayet, vicdanını nefsaniyeti üzerine hakim kılmadan hiçbir kimseye cenneti vadettiğini biz bilmiyor ve buna inanmıyoruz. Fakat, hotkamlık ve nefsaniyat yolunda yürümekten çekinen, zulmü istemiyen, ve azaba layık olmıyan hiçbir insana da cehennemi nasip etmemiş olduğuna inanıyoruz. Cennetle cehennem, vicdanla nefsaniyetin birer nüfuz mıntakasıdır. İradesini yalnız vicdanının emrettiği yola sevkeden insan nasıl bir sahili selamet sembolü olan cennetin kapılarına ulaşırsa iradesini nefsaniyetinin emrine bağışlıyan insan da öylece felaketin sembolü olan cehennemi boylar. Şu halde insanlar mukadderi, iradelerile seçmiş oldukları yolların nihayet bulduğu noktalarda aramalıdır. Bu sözün en mütevatir şekli: ne ekersen onu biçersin’dir.

Ölçüsüz bir lütufkarlık kaynağı olan ilahi murat, böyle çetin yollarda iyi veya kötü kaderlerini hazırlıyarak yürümeğe çabalıyan insana, iç varlığının nurunu göstermek ve o nurunu her yerde parlatarak yüksek ve mesut kaderleri kendisine davet edebilmek kudretini kazandırıcı imkanları onun önüne sermek yolundaki her türlü tecelliyatı bahşeder. İnsan ancak bu sayededir ki kendisine gelebilir ve layık olduğu yüksek mukadderatının kapılarının daha büyük bir emniyetle açabilir.

* * *      

Kader bir gayenin işaretçisidir. Ve bu gaye de varlığın tekamülüdür. Şu halde mukadder olan her şey – tatlı da olsa, acı da olsa – mutlaka insanın tekamülüne yarayici hedefe ulaşmasına hadim bir rol oynıyacaktır.

Biliyoruz ki tekamül, ancak ilahi irade kanunlarının icaplarına uymak yolu ile elde edilir. demekki tekamül bir liyakat meselesidir. Ve bu liyakate insan, istek, cehit, gayret ve faaliyeti derecesine göre ilahi irade kanunlarının icaplarına uyabildiği nisbette erişir. Fakat burada yanılıpda varlıkların liyakatlerinin herhangi bir mertebede, tabiat kanunlarını değiştirebilecek bir seviyeye çıkabileceğini düşünmeğe kalkışmamalıdır. Zira ilahi irade kanunlarının icapları ve neticeleri hiçbir varlık tarafından değiştirilemez. Burada varlıklar ancak kendi tekamül ihtiyaçlarına göre ilahi irade kanunlarının icaplarından faydalanmak serbestliğine maliktirler. Binaenaleyh insan görüşüne nazaran biribirine zıt neticeler veren bu kanunlardan kudretleri nisbetinde varlıklar istifade etmek hürriyeti içinde yaşarlar. Fakat bu hiçbir vakit demek değildir ki insanların iradeleri ilahi irade kanunlarını çiğneyip geçmek kudretini haizdir. Asla!....

İnsan, Allahın iradesinin mahiyetine hiçbir zaman nüfuz edemiyecektir. Ancak, insanda mevcut şiddetli bir özleyiş onu mütemadiyenilahi irade kanunlarının icabına uygun yollara sürükliyecektir ve  esasen bundan başka türlü olması da bahis mevzuu olamaz. Fakat dikkat etmeli…Buradaki sürükleniş üstün bir kudretten gelen bir cebirle değil, insanın özvarlığının duymakta olduğu bir ihtiyaçla vukua gelmektedir. Bu ihtiyaç da güzele, iyiye, yükseğe, hayra ve müteale doğru hamleler almak ve merhaleler katetmek istek ve özleyişleri ile kendisini gösterir. İnsanın özvarlığı iyiye, güzele ve yükseğe yönelmiştir. Zira o bir lemai ilahidir. İşte onun içindir ki iradesini madde hırslarile alakalı nefsaniyetinin esaretinden kurtarıp öz varlığının bir cevheri olan vicdanına bağlıyabilen insanın mukadderi o nisbette büyük bir hızla iyiye, güzele ve Allaha doğru seferber hale girer.

Ruh başlangıçta ne mükemmeldir, ne de gayri mükemmeldir. Tekamül ancak ruhun ebedi varlığında ilahi irade kanunlarının icabatına göre cereyan eden bir faaliyetin neticesinde meydana gelir. Yani, yaratılışında, ruhun namütenahi kudretleri veya melekeleri mekni halde kendisinde mevcuttur. Bunlar tekamül dediğimiz yolu takip ederek tedricen ve müterakki bir tarzda inkişaf ederler. Bu inkişafın ise durduğu veya nihayet bulduğu bir son merhale yoktur. Bu yürüyüş ebedidir. Bu hal de ilahi irade kanunlarının gereğince ruh varlığının bir zaruretidir. Şu halde ruh varlığı, bütün melekelerile ve kudretlerile birlikte ilahi bahşayişin bir ifadesidir de diyebiliriz. İşte bu bahşayiş ve mazhariyettir ki kendisinde mekni halde bulunan namütenahi kudretlerin ceste ceste ve müterakki bir şekilde inkişaflarını sağlayici imkanları ve kudretleri ruha kazandırmıştır.             

* * *      

İnsanın öz varlığında doğan ve onun yüksek mukadderlerine yol açan iradesi, muhtelif ilcaların tesiri altında harekete geçer. Bu ilcaların bir insan kudretile anlıyabileceğimiz en başında, en büyük ve ideal olan Allaha yönelme özleyişinin gayri kabili mukavemet ve saadetle dolu cezbeleri gelir. Fakat unutulmamalıdır ki Allaha yönelmek kudret kazanmakla, kudret kazanmak içinin nurunu görebilmekle, içinin nurunu görebilmek ise o nuru kendisine tanıtacak fazilet ve fedakarlık gibi diğerkamca ruh melekelerini faaliyete geçirmek cehit ve gayretini göstermekle ve bunun için de istek ve iradesini bu yolda kullanmakla mümkün olur. Yoksa Allaha yönelmek sadece kuru bir laftan ibaret kalır. Ve bu laf da hiç faydadan hali olmamakla beraber evvelkine nisbetle kıymeti çok düşük neticeler verir. Burada insanın iç nurunu kendisine tanıtacak melekelerin başında dediğimiz gibi diğerkamlık, sevgi, fedakarlık ve fazilet gelir. Şu halde yüksek kadere nail olmak demek, Allaha yönelmek idealinin susuzluğu içinde gösterilen daimi ruh faaliyeti ile ruh kudretlerinin her gün yeni bir inkişafını sağlayici hayat şartlarına ulaşabilmek demektir. Böyle bir kaderden mahrum insan, iç nurunun ışıklarını sımsıkı örten kalın isli ve kirli camlarla etrafı çevrilmiş, ne kendisini, ne de etrafındakileri aydınlatmak kudretinden mahrum karanlık bir fener gibi sönük kalmıştır. Bu sözlerden muradımız şudur: Hiçbir ruhun; atıl, uyuşuk, cedden kalma telakkilere kendinden hiçbir kudret ilave etmeden ve ilahi yollarda inkişaf etmek uğrunda cehitler vegayretler göstermeden hareketsiz kalması mukadderle kabili telif değildir. Çünkü ilahi irade kanunları ruhların daima parlıyan ve etrafına gittikçe bollaşan ışıklarını saçan birer lema olarak vücut bulmalarını emretmiştir. Şu halde, durgun görünen insanlar da ergeç içlerinden gelecek şiddetli özleyişlerle sarsılacaklar ve her sarsılışlarında ruhlarını kalın isli camlar gibi örten maddi kesafet perdelerinden, yani maddeye bağlı nefsaniyetlerinin azgın savletlerinden bir kısmını ve sonra bir kısmını daha varlıklarından söküp ata ata etraflarını aydınlatan birer nur halinde parlıyacaklardır. Çünkü mukadder olan budur.   

* * *   

İnsanın mukadderatı arzu ve iradesine göre tecelli ettiğine nazaran saadetinin de buna bağlı olduğu meydana çıkar. Yani, sevinçli ve saadet verici bir mukadderini zuhuru için, o mukaddere uygun bir arzu ve istek ile amel etmek kararını vermiş olmak, bu kararın tahakkukuna azimle gayret sarfetmek ve duygu ve düşüncesini hep o yolda yani yukarda yazmış olduğumuz ilahi yolda kullanmak lazımdır. Altın arıyan altın bulur, çakıl taşları peşinde koşanların da hakkı çakıl taşından başka bir şey değildir.

İnsanların dünyaya gelmelerinde esasen, çok yüksek ve kendilerinin de anlıyabilmekten aciz bulundukları ilahi maksatlar vardır. Bunlardan biz ancak çok cüzi, bir zerre dahi olmıyacak kadar küçük bir kısmını ( biliyor değil, ) belki ancak bir az sezebiliyoruz. Dünya, varlıklar için bir sermaye işletme yeridir. Bu sermaye orada ne kadar muvaffakiyetle işletilirse öte tarafa geçtikten sonra onun getireceği o kadar bol nema ele geçer. Zira öbür taraf da nemaların toplanacağı yerdir. Fakat dünyada ruhun melekeleri olan büyük sermayelerin işletilebilmesi pek kolay bir iş değildir. Burada birtakım dünya şartlarına ve icaplarına uymak zarureti vardır. Sırtüstü uzanıp yatmakla bir insan bu sermayesini işletemiyeceği gibi, hele kendi sermayesini kalın, isli camların arkasına saklıyarak başkalarının sermayelerini kullanmakla şahsi sermayesinin öbür tarafa ait hiçbir nemasını temin edemez. Şu halde dünyada sermayelerini işletmek için bir gayret sarfetmiyenler tenbel olanlardır. Tenbeller ise hangi işte hakkile muvaffak olabilmişlerdir ki bunda da iyi bir muvaffakiyet kendilerine mukadder olsun!.. Demekki dünyada – öbür tarafa da şamil – bir muvaffakiyete ulaşmak için hareketsiz, atıl bir hayat geçirerek değil, hodkamlığı teşci eden, sevgi ve diğerkamlığın düşmanı olan nefsaniyet yılanının başını ezmek ve bütün insanlığa şamil bir sevgi ve fedakarlık hissi ile hareket etmek itiyadını kazanmak yolunda yorulmadan, bıkmadan daimi bir nefis mücadelesi uğrunda cehit ve gayret sarfederek yaşamak lazımdır. Bu da – tekrar ediyoruz – güç bir iştir. Fakat her güç olan işin neticesi de o nisbette büyük, hayırlı ve muvaffakiyetli olur. Ve o nisbette insanı büyük huzur ve saadete kavuşturur.

* * *   

Mukadderi kısace şu manada da anlıyabiliriz: İnsan ister, Allah verir. İsteyici insan, verici Allahtır. Fakat bu, öyle bir isteyiştir ki kökünü ilahi lema olan ruhtan alır.

Bütün bu mülahazalardan anlaşılıyor ki bütün mahlukatın ve bu miyanda insanların, istek ve iradelerile mukadderlerini tayin etmelerinin manası, asla ilahi iradenin fevkinde veya onunla boy ölçüşebilecek bir seviyede bir kudret sahibi oldukları demek değildir. Böyle bir şey hiçbir vakit bahis mevzuu olamaz. Burada esas nokta şudur: İnsan iradesi, esasen kendisi için mukadder olan ilahi irade kanunlarının icabatından ihtiyacı kadar ve kudreti dahilinde istifade etmek bahşayişini yerinde ve iyi bir şekilde kullanmakla mükelleftir. Hem kendisinin bir vazifesi, hem de hakkı olan bu hareketinde insan, gene ilahi irade kanunları mucibince her türlü serbestliğe malik kılınmıştır. Böyle bir neticenin ise hiçbir zaman insan iradesinin ilahi muratla boy ölçüşebileceği manasını ifade etmiş olacağı düşünülemez.

* * *

İlahi irade kanunlarının şümulü o kadar sonsuz ve hudutsuzdur ki en ideal bir kemal ve kudret derecesine varmış bir varlığın bile gösterebileceği en yüksek kudretinin, ilahi irade kanunlarının icaplarından bir zerrelik değişikliğe dahi sebep olabileceğini düşünmek hatadır. Zira Mutlakla, izafi ve nisbi varlıkların hiçbir şekil ve surette nisbet ve kıyası bahis mevzuu olamaz diye, evvelce uzun uzadıya mülahazalarda bulunulmuştu. Binaenaleyh bir mahluk, iradesini ne kadar hudutsuz bir serbestlik içinde kullanırsa kullansın gene ilahi irade kanunlarının icabatından dışarı asla çıkamaz. Çünkü, ilahi murat ne zamanla, ne mekanla, ne de bila kaydü şart bütün mahlukatın tabi oldukları kuyudatın hiçbirisi ile mukayyet değildir. Şu halde mukadder, umumi kainat nizamı ile ilgili bir emri ilahidir. Ve bir varlığın, bir insanın mukaddere boyun eğmesi demek, kainat nizam ve tertibine uygun bir faaliyet göstererek yaşaması demektir. Yukarıdanberi geçen izahlara nazaran bu sözü daha açık olarak şöyle de ifade edebiliriz: İnsan, öz varlığının duyduğu ihtiyaç ve zaruret nizbetinde kainat nizamı içinde faydalı ve uygun bir unsur olmak istek ve iradesile cehit ve gayret sarfederek mukadderi yerine getirmek zorundadır. O bunu bilerek bilmiyerek duyar ve arar.   

* * * 

Hülasa herşey Allahın emri ve muradı dahilinde cereyan eder. Fakat bu emir ve murat, beşeri manada anlaşıldığı gibi nisbi ve izafi bir emir ve muratla asla benzeri münasebeti olmıyan bir mefhumdur ki bizim bunu anlıyabilmemize de esasen imkan yoktur. Yalnız şu kadarını sezebiliriz ki o emir ve muratta bizim kafamızın ihata edebileceği bir hudut ve ölçü mefhumu yoktur. Gene bu sonsuzluk mefhumu içinde düşünebiliriz ki kainatta hiçbir hareket Allahın bu ezel ve ebetleri yaratan ezel ve ebetlere hükmeden emrinin bir zerrecik dahi dışına çıkamaz. Ve böyle bir şeyin olabileceği de düşünülemez. O halde takdir, bütün kainatın nizam ve ahengini emniyet altında tutan ve bütün kainatın sebebi hayatı olan ilahi bir cihazdır. İşte bunun içindir ki kendi istek ve arzularile karşılaştıkları ve tabi oldukları halde insanlara mukadder zoraki ve cebri bir saik gibi görünür. Zira hiçbir varlık kainatın nizam ve ahenginin dışında kalamaz. Ruh dostlarımızdan Akın şunları söylüyor:

AKIN : Temmuz 31, 1948                           Medyom : Bn Nezihe Bayurgil

<< Bütün kainat, zincirleme olarak yayılan ilahi irade kanunlarının icaplarının tecelliyatından başka bir şey değildir. >>

Spatyomdan bizi nurlandıran bütüb büyük ruh dostlarımızın kader hakkındaki sözleri birbirine tamamile uygun olarak arzettiğimiz noktaları ifade etmektedir. İşte gene kıymetli ruh dostumuz olarak arzettiğimiz noktaları ifade etmektedir. İşte gene kıymetli ruh dostumuz olan Hacı Ali’nin tebliğinden bir paçayi aşağıya yazıyoruz: << İmkanlar elinizdedir. Bu imkanları kullanmakla ilerde neler bulacaksınız! >>  

İnsanlar arasında bazı düşünceler vardır ki bunlar sahipleri için bir hayli tehlikelidir. Mesela bir insan herhangi bir kötülüğü alabildiğine yapar. Fakat günün birinde vicdanile muhasebeye giriştiği zaman şaşırır. Kendinin kabahatli çıkacağını hisseder. O zaman sapacak yan sokaklar aramağa başlar. Burada cebriyecilik onun imdadına yetişir veya o böyle zanneder. ( Ne yapayim, der. bunu yapan veya yaptıran ben değilim O’dur. ) Bu mütalaanın altında saklı olan mana şudur: ( Benim bu işte hiçbir sunu taksirim olmamalıdır!...) Belki bu tarzı hareketin bir müddet için vicdanının sert hükümlerine karşı nefsaniyeti destekleyici tesiri olabilir. Fakat neye yarar? O böyle yapmakla evvelden sezmiş olduğu mesuliyetin önüne hiçbir vakit geçmiş olamaz. Buna mukabil acı da olsa hakikati görmekten korkmamakve hakikatin acı çehresinden ibret alarak nefsini islah cihetine gitmek lazımdır. Ve kurtuluş ancak böyle olur.  

İnsan yetiştirilemez, yetişir. İnsan değil, hayvan değil, hatta bir nebattan bile bahsedilirken yetiştirilir, denmez, yetişir denir. Burada yetiştirilme mefhumunu uyandıran hadise herhangi bir varlığın yetişebilmesi için bilerek, bilmiyerek, istiyerek istemiyerek başkaları tarafından ona yapılamakta olan yardım şekilleridir. Yoksa hiçbir kimse, bir ağaç tohumunun içine girerek onu intaş ettiremez ve gene hiçbir kimse filiz halindeki bir ağacın tepesinden yakalayıp çekiştire çekiştire onun dallarını budaklarını uzatarak büyük bir ağaç haline onu sokamaz. Eğer o ağaçta kendi kendine büyümek ve yetişmek kudreti olmasaydı onun da bir odun parçası gibi olduğu yerde kalması icap ederdi. İşte nasılki bir nebat bile kendi içinden gelen gayretile büyümek, inkişaf etmek zorunda ise ondan daha çok ilerde olan bir insanın da öylece kendi öz varlığının kudretlerile inkişaf etmesi lazım geldiğini inkar etmek doğru olmaz. Bir varlığın kendi kudretile inkişaf etmesi başka bir iştir, o kudretlerini hareket ve faaliyete getirmesi için dışardan kendisine yapılacak telkinler ve teşvikler, gösterilecek ihtimamlar gene başka bir iştir. Bunlardan birincisi tekamül, ikincisi ise terbiye ile alakalı birer mevzudur. İnsanın yetişmesine dışardan yardım edecek olan unsurlar, bütün hayatı boyunca başıdan geçecek olan hadiselerdir. İşte bu hadiseler insanlar için bazan hoş olur, o zaman da insanlar talihsizlikten dem vurarak şikayet etmeğe başlarlar. Hakikatte ise iş ne öyledir, ne de böyle. Bütün bu hoşluk ve nahoşluk hikayeleri, insanların bilgi noksanlıklarından mütevellit telakkilerine göre kabul edilmiş izafi kıymetlerdir. Burada esas olan mesele, insanların bu hoş veya nahoş telakki ettikleri hadiselerle bağdaşıp ebediyen onların nimet veya külfetlerinden hisseyap olmaları değil, tekamülleri için ancak birer vasıta olansayısız şuunat arasında bunlarıda geçirmiş olmak ihtiyaç ve zaruretini gerçekleştirmiş bulunmalarıdır. O halde insan, bu hadiseleri, dışardan da göreceği yardımlarla bizzat kendisi, kendi ihtiyacına göre seçecek ve ihtiyacını temin ettikten sonra da onları terkedebilecektir. Onlar ister hoş, ister nahoş olsun, bu böyledir ve böyle olacaktır. Binaenaleyh akıllı insan ne kadar sevindirici olursa olsun karşılaştığı herhangi bir hadise ile yolunu şaşırarak vicdanının emrettiği yolları çiğneyip geçerek ne oldum, delisine dönmez ve bu içinde bulunduğu hoş halin, ancak tekamülü hazırlayici ve daha mesut, ileri bir hayata kendisini ulaştırıcı fırsatları kendisine veren bir imkan kaynağı olduğunu, fakat zamanı gelince bu halin de diğer gelip geçen milyonlarcası gibi değişeceğini hiçbir zaman  unutmaz ve ondan vicdanının emrettiği yollarda azami derecede istifadeye koyulur. İşte hayatta hakiki muvaffakiyete ulaşmış insan budur. Keza gene akıllı adam odur ki başına gelen felaket saydığı herhangi bir hadise karşısında kendisini kaybederek büsbütün nefsaniyetinin kucağına atılmaz ve bu üzücü halinin de diğerleri gibi belki de çok kısa bir zamanda muhakkak geçeceğini, fakat bu gün onun kendisi için – istifade edebildiği nisbette – hayırlı olduğunu ve kendisini sevinçli günlere hazırladığını aklından bir an bile çıkarmaz ve o üzüntülü halden şikayet edeceği yerde bilakis sevinçle ona mukavemet etmenin yolunu bulur. Denize düşen yılana sarılır, derler. Hele o yılanın asla sokmıyacağını, bilakis insanı selamet sahiline ulaştıracağını bilecek kadar tecrübesi ve görgüsü artmış ise denizde boğulmak üzere kimsa ona sevinçle bir kurtarıcı, bir halaskar olarak sarılmakta asla tereddüt etmez. İşte hayat da böyledir. Bunu böylece bilip anlıyana ne mutlu!...

KADRİ : Haziran 28, 1948                         Medyom : Ö…

<< İnsanlar, yapacakları iş hakkında kendilerine bir nizqm vermeli, bir yol çizmelidirler. Oğlum sen ne olmak istiyorsun, diye çocuğa sorarlar. O da kendi sevdiği mesleği söyler. Onun kabiliyetini ana ve babası düşünür. Muvafıksa teşvik eder, değise yerine başkasının geçmesine gayret eder.

<< Sen ne yapmak istiyorsun? Evvela bunu tayin etmelisin ki ondan sonra yapacağın işler bu tuttuğun yolda seni yetiştirici bir hal iktisap edebilsin. Aksi halde nasıl yetişebilirsin? >>

Buradaki sözler, yukarda arzettiğimiz gibi, insanı yetiştiricilerin de ancak yetişmek istiyenlerin ruh kudretlerine uyarak bu işi yapabileceklerini açıklamaktadır. Hayat baştan başa bir kaderdir. Bu kader ilahi irade kanunlarının namütenahi icabatından, insanların kudret ve liyakatleri derecesine göre ayrılmış imkanlardır.

MUSTAFA MOLLA : Şubat 23, 1951                Medyom : Macit Aray

<< Hayatınız doğrudan doğruya bir şuuri çevresindeki faaliyetlerinizin kadrosunu teşkil eden bir cehitler kompleksinden başka birşey değildir. O hayat, yolun mahiyetine intibak eden bir su değil, bilakis onun istikameti dahilinde, fakat ona galip bir tarz ve sa’y mahluku olan insanın kendi mucizesi halinde demektir. >>

Filhakika bir su, hiçbir vakit, kendi akıcılığına imkan veren yollardan gayri yollarda akamaz. Mesela bir dağın eteğinden yukarıya doğru bir şellale dökülmez. O arz cazibesi denilen tabiat kaidelerinden her istifade ettiği yerde kendisine bir yol bularak akmak zorundadır. Fakat varlıkların hayatı bundan başka türlü bir seyre maliktir. Hayat bir şellale ise o şellale yalnız kendisini arza çeken bir tabiat kanununa körü körüne bir su gibi itaat etmez, kendisini yukarlara doğru itilaya sürükliyen ve coşkunluğunu bu suretle arttıran ilahi irade kanunlarının icaplarını da arayıp bulmak ve onlardan faydalanmak ister, özler ve bu özleyişinin tahakkukuna cehit ve gayret sarfederek ona nail olur. Tebliğe devam edelim:

<< Bu günkü beşeri tekamül ancak ruh seviyesinin bir mucizesidir. Hiçbir zaman mükemmel ve kainatşümul bir prensibe varması, insanın mukadderi bakımından vasıl olacağı bir netice değilse de bu yolla aramanın ve yorulmanın, tefekkür zaviyesinden ehemmiyeti pek büyüktür.

<< İnsanın mukadderi, onun bizzat kullanmağa başladığı, kaadir olduğu bir iradenin meyveleridir. Fakat bunun dışına çıkan her türlü ehval ilahi murada tabidir. >>

İnsan her istediğini ancak kendi liyakati ve kudreti derecesinde alır ve mukadderini bu şartlar altında kendisi hazırlar. Fakat iradesini kullandığı halde elde edebilmesi mümkün olmıyan neticeler de namütenahidir. Burada gene Allahın emri her şeyin üstünde olarak icrai hükmeder. Böyle insanın kendi mukadderine ait iradesi dışında kalması icap eden eden hadiseler bir taraftan, insanın henüz bunları elde etmek liyakatinin kifayet derecesine gelmemiş olmasından, diğer taraftan da kainatşümul münasebetlerin icaplarına uymak zaruretinden ileri gelmektedir. Yani, çok yükseklerde parlıyan bir yıldızı elde etmeğe bütün gayretini sarfetse dahi insan buna muvaffak olmaz. Çünkü kendisini o yıldızdan faydalanabilecek duruma henüz hazırlamış ve ona layık bir hale sokmuş değildir. Keza, hayatının kainat şümul hadisatla çatışan taraflarına onun iradesi taalluk etmez. Zira başkalarının mukadderatile alakalı işlere istediği gibi müdahele etmek hakkı hiçbir insana verilmiş değildir. İşte bütün bunlar da mukadderdir ve takamülün zaruretini de bu yönden araştırmak lazımgelir. Nasıl ki bir mektep talebesi sınıf geçeceğim diye başkasının sınıfta kalmasını istemek hakkına malik değildir. Keza, iptidai bir mektebin birinci sınıfındaki bir talebenin, mühendis mektebi son sınıf talebesile birlikte imtihana girip kazanarak diploma almak istemesi ve mühendis olup hayata atılmağa yeltenmesi mevsimsiz ve yerinde olmıyan bir harekettir. Fakat o da zamanla çalışır, bu yolda lüzumlu olan tekamül vasıtalarını yerinde ve yolu ile kullanılır, bu işte sabır ve sebatla cehit ve gayret sarfederse, vakit gelince – eğer diğer şartlar da müsait ise – onun büyük bir mühendis olmaması için ortada bir sebep kalmaz. Kıymetli ruh dostlarımızdan kendisini Mevlana Celalettin diye tanıtan ilerde bir varlık şunları söylüyor:

MEVLANA CELALETTİN : Şubat 23, 1951      Medyom : M. Aray

<< İnsan muhitinden çok şey alır. Fakat asla benliğindeki fezail veya fenalıkları bir hamlede vermez. Veya cemiyet ianesile ihya veya ifna edemez. İçimizdeki ifriti sol elimizle beslerken, sağ elimizle de semalara uçmak üzere benliğimizi teşyi etmekte olan gene biziz. İnsan ancak kendi cürufunu kendi iradesile temizliyebilir. >>  

Artık bu sözlerden sonra iradeyi inkar etmek için çok kuvvetli delillere malik olmak lazımgelir. Eğer bir kimse iradesini rastgele ve nefsaniyetinin keyif ve havasına göre kullanarak yaptığı işlerin kötü neticelerinden kendisini ( ben yapmıyorum, Allah bana yaptırıyor, ) diye kurtarmağa çalışıyorsa sanırız ki  bu, kendi kendini aldatmaktan başka bir şeye yaramaz. Ve bu hareketin adına biz, ruh tenbelliği, deriz. Esasen iradesiz hiçbir insan olmıyacağı için her insan bilsin, bilmesin iradesini muhakkak şu veya bu yolda kullanıp durmaktadır. Herkes iradesini kullanır, fakat pek az kimse onu kendisine çok cazip görünen maddeye ve toprağa bağlı nefsaniyetinin esaretinden kurtarıp vicdanının müteal yollardaki nurlu, fakat ilk zamanlarda çetin olan yürü! Emirlerine tabi kılmak cehit ve gayretini gösterebilir. İşte bu gayreti gösteremiyecek kadar kendisini, yani nefsini sıkıntıya koymak istemiyen bir insanın ruhuna biz, tenbelleşmiş, diyoruz. Bu tenbelliğinin doğuracağı mukadderatın – yukarıda bir nebze bahsettiğimiz gibi – üzücü neticelerinin, günün birinde gelip başına çatacağını, gene kendisi de farkında olmadan, vicdanının sinsi ilcaları ile müphem bir şekilde içten içe sezen insan, kendisini kurtarmak için bu tenbelce hareketinin mesuliyetini sırtından atarak üstün ve mukavemet edemiyeceği kudretlere yüklemeğe kalkışabilir. Bu çok kolaydır. Fakat böyle yapmakla o, kendisi için hiç de hoş bir netice vermiyecek olan büyük hatalara düşebilir.

MUSTAFA MOLLA : Mart 16, 1951               Medyom : M. Aray

<<  Tekamül yolunun mevanii o kadar fazla ki… Hangi yerinden bahis açılsa nihayet vaziyet birbirinin ayni gibidir. Mesela, tenbellik bir maniadır. Ve bilirsiniz, manialar ya bizzat kendi uyuşukluğumuzdan veya muhitinize, agah olamadığınız sebepler dolayisile, hakim bulunamayişinizden, yani aşağı yukarı ruhi rükudetten doğan bazı sebeplerle izah edilebilir.

<< Bu manialar, gene bilirsiniz ki hayatınızı baştan sona kadar vasatınız mesafelerince ağları içine almış  bulunmaktadır. İradenizin ve hür yaratılmış olmanızın büyük sebeplerinden biri de budur. Zira insanı, yürüyeceği yolda gene kendi vasıta ve melekeleri takip eylemekte ve bu yollar bütün karakterlerile insanların iç ve dış yapılarında herhangi bir cepheye hitap etmektedirler. Bu arada engellerinizin, yani iradi cepheye müteallik olan maniaların çeşitli tezahürleri ve isimlendirilmeleri bulunabilir. Bu, gene tekrar edelim, tenbellik uyuşukluk, yani bilmeden atalet bir başka tabirile: İsteklerin harekete geçmeyiş halidir. Bu hal, tecessüsleri lüzumsuz kılan ve binaenaleyh adeta nebati bir planda yaşanırmış gibi bir nevi ruhi humma sayılabilir nevidendir. >>

Burada da gene, insanın mukadderile omuz omuza yürüyen ve mukadderine zemin hazırlıyan tekamülün insan iradesi ve cehti ile olan sıkı münasebetlerinin çok hakimane bir izahile karşılaşıyoruz.

Hülasa bazı ters düşüncelere rağmen biz şuna inanıyoruz ki insanlar hiçbir vakit kendi istekleri ve liyakatleri dışında ve kendi tekamüllerine, aykırı, keyfe göre kurulmuş bir kaderin oyuncağı değildirler. İnsanlar ne başkalarının iradelerile bir tarafa sürüklenmek, ne kör birtakım tesadüflerin tesirile meçhul ve gayesiz yollarda oradan oraya itilip kakılmak ne de bütün iradelerini ve ruh kudretlerini kaybetmiş birer kukla gibi, kurulu bir makinenin çarkları tarafından tahrik edilmektedirler.

MUSTAFA MOLLA : Mart 16, 1951                  Medyom : M. Aray

<< Kimi insanı dünyada bir oyun topu sanarak onu kör tesadüflerin esiri bir zavallı hükmünde mütalaa etmeğe çalışır. Kimisi gökten inen yıldırımların, hiçbir kusuru olmıyan insana çarpmarak öldürmesini ilahi takdir diye anar. Bir başkası da takdir çok muğlaktır, içinden çıkılamaz, diyerek bir sürü hurafeye, safsataya yol açacak meçhuller, düğümler yaratır. Herkes kendine göre bir telakkiye sahip de olsa ortada dosdoğru bir hakikat şem’ası dururken sağa sola koşarak bilinmezliğe gitmenin bir hikmeti elbette mevcut değildir.

<< Mukadder evvela kendi çapınızda ve kendi yönünüzde ele alınması zaruri bir meseledir. >>

Bu sözler sarihtir. Ve her düşünen insanın ruhunda yeni birtakım intibaların tezahürlerini meydana getirir.

* * *

Neo-Spiritüalizma çalışmaları namı altında toplamış olduğunuz bilgilere ve tebliğlere göre mukadderatın manasını muhtelif zaviyeden, fakat daima o realiteye uygun ve münasip mefhumlarla okuyucularımıza bildirdik. Karışık olmaktan ziyade derin ve düşündürücü olan bu mevzuunun inceliklerine nüfuz edebilmek için onu böyle muhtelif yönden ayrı ayrı mütalaa etmek zarureti vardır. Binaenaleyh bu mevzuun karanlık bir noktasının kalmaması için ne kadar izahat verilse o kadar faydalı neticeler elde edilir.

İnsan, evvelce de arzettiğimiz gibi, varlığı ile süphesiz ilahi iradenin bir eseridir. Yani, insan varlığı, mukadderatın çerçevesi içindedir. Fakat insan ne demek tir? Daha doğrusu insanın öz varlığını teşkil eden ruh ne demektir. İlahi lema olan ruh, kendisine has müessiriyet hüviyeti ile ceste ceste inkişaf ettirmek yolunda bulunduğu namütenahi, meknuz kudretler veya melekeler kompleksinin bir ifadesidir. Binaenaleyh ne ruh mefhumunu bu kudretlerden, ne de bu kudretleri ruh mefhumundan ayıramayiz. İşte bu bakımdan Allahın ruhu yaratmasının bir takdir işi olduğu hakikati; ruhun, kudretlerini kullanmak zaruretinin de mukadder bir keyfiyet olduğunu bize kolaylıkla anlatır. Hiçbir ilahi irade kanununun sebepsiz, icapsız ve neticesiz olduğunu kimse iddia edemez. O halde ruh kudretlerinin, yaratılışlarında meknuz bir halde kalmalarının da muhakkak ilahi bir icabı vardır. Buradaki ilahi kasda hiçbir kulun nufus edemiyeceği de elbette takdir ederiz. Ancak belki de henüz Büyük Hakikatten çok uzak bir seziş halinde şöyle düşünebiliriz. Bir defa varlığına kavuşmuş, yani yaratılmış bu ruh mudilesini teşkil eden meknuz kudretlerin inkişafı zarureti, ilahi kastın dışında kalamaz. Bu sözdeki maksadımızı bir az daha açıklamak için evvelce arzetmiş olduğumuz bir misale dönmek istiyoruz:

bir nebatın tohum halde bulunan çekirdeğini ele alalım. Bu, görünüşte kupkuru bir odun parçasından ibarettir. Eğer onu o halde bırakırsak o, hep öyle bir tahta parçası halinde bir madde olarak kalacaktır. Ve hiçbir hayat eseri göstermiyecektir. Halbuki o, haddi zatında böyle değildir. Onun içinde öyle kudretler gizlenmiştir ki bu kudretler faaliyete geçince ondan, o kuru tahta parçası gibi görünüşü ile hiçbir münasebeti bulunmıyan büyük ve güzel bir ağaç meydana gelecek. Bu ağacın dalları, budakları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri olacak. Ve onbinlerce senelik bir neslin idamesinde bu küçücük çekirdeğin büyük bir hissesi bulunacak. Demekki dünyamızda en basit bir varlıkta meknuz bulunan bu namütenahi kudretlerin daima inkişafa teşne bir halde bulunduğunu bu ağaç tohumunun hali bile bize göstermektedir. Şimdi, eğer bu inkişaf ameliyesinde, inkişaf edecek ruhun müdahelesi, ilahi irade kanunlarının icaplarına uygun olmasaydı o zaman bu ruhu vareden Halikın ondaki kudretleri böyle mekni bir halde yaratmasına beşeri bir düşünceye göre sebep ve lüzum kalmazdı. Yani, Halik, ruhu yarattığı gibi onun anasırı esasiyesi olan kudretlerini de, daha doğrusu melekelerini de pekala münkeşif halde, yani bütün ruhları mütekamil olarak yaratırdı. Gene elbette ancak mahdut bilgi ve görüşlü bir kul sıfatı ile düşündüğümüz zaman, ruhların başlangıçta basit ve kapalı halde yaratılmış olmalarının ilahi nizam ve icabatının insanlar için çok derin olan diğer bir manasını da anlamış olmalıyız: Mademki bütün mekni kudretlerile ruhun varlığı mukadder olmuştur, o halde bu kudretlerin inkişaflarında devam üzere olmalarının da bir kader icabı olması zarureti meydana çıkar. Zira, ilahi irade tezahürlerinde boş, manasız ve sebepsiz, abes hiçbir şeyin mevcudiyeti düşünülemiyeceğinden, mekni olan ruh kudretlerinin de ilelebet böyle gayri faal, işlenmemiş, gayri müessir ve hiçbir işe yaramaz halde kalacakları düşünülemez. Şu halde bu kudretlerden beklenen istikametlerde birtakım hareketlerin, inkişafların vukua gelmesi ilahi irade kanunlarınca taayyün etmiş bir kaderin tecellisidir. Ve işte biz bu hareketin adına tekamül, diyoruz. Demekki tekamül ruhlar için mukadder bir keyfiyettir. Ve ilahi irade kanunları ahkamına tabi devamlı ve ebedi bir yaratılış halidir.

Mesela ruhun ilk zamanlarda gizli ve gayri faal bulunan istek ve özleyiş melekesi eğer hiçbir faaaliyet gösteremiyerek atıl ve uyuşuk halde, ilk yaratıldığı şekilde ebediyen kalacak olsaydı onun o melekesinin yaratılmasına da esasen lüzum kalmazdı. Ve bir taş parçasında nasıl herhangi bir istek, özleyiş ve irade yoksa ruhda da böyle bir şey mevcut bulunmazdı. Şu halde ruhun, başlangıçta kapalı duran istek melekesinin inkişafı icap etmektedir. Halbuki ruhtaki bütün diğer melekeler gibi, istek melekesinin de inkişafının sonu yoktur. Yani, mesela bir varlığın en iptidai insiyaklar halinde tecelli eden istek melekesinin insanlardaki irade şekillerine gelinciye kadar geçirdiği inkişaf safhaları, insanlık aleminde sona ermiş ve gayesini bulmuş değildir. İsteğin irade şeklindeki hudutlarını da aşarak ruh hayatının ebedi tekamülünde daha kim bilir nekadar bilmediğimiz yüksek ve aklımızın alamıyacağı değil, hatırımıza bile getirmekten, aciz bulunduğumuz nice tekamül safhaları olacak ve  bizler için henüz meçhul bu tekamül safhalarına ulaşmış yüksek ruhların da tıpkı bizim gibi akıllarının erdiremiyecekleri nice daha yüksek ruh melekeleri ve onların tekamül safhaları da mevcut bulunacaktır. İşte böyle basit bir istek halinde bizce malum bu ruh melekesinin sonsuz inkişafları da böylece sürüp gitmektedir. Ruhun bu bir tek irade melekesinde olduğu gibi, diğer bütün namütenahi melekatında da durum aynen böyledir.

* * *

Bütün bu sözlerden sonra ruh ve kader bahsinin esaslı bir düsturunu şu cümlelerle formüle etmek mümkün olur: VARLIKLARIN MEKNUZ OLAN BÜTÜN KUDRETLERİNİN GERİYE DÖNMEDEN, YANİ TEKRAR BASİT HALLERİNE AVDET ETMEDEN DAİMA VE EBEDİYEN İNKİŞAF HALİNDE BULUNMALARI İLAHİ KANUNLARIN İCABATINDANDIR. VE MUKADDERDİR. VE BÜTÜN VARLIKLARIN TEKAMÜLÜ BÖYLECE MUKADDER BİR ZARURETTİR.

Fakat acaba ruhlarda meknuz olan bu kudretlerin inkişaflarını ilahi irade kanunlarının icaplarına göre temin edecek faaliyet nereden gelir? Yani bu inkişafın vukua gelebilmesi için beklenen faaliyet ruhun bizzat kendisinden  mi yoksa onun dışındaki ve üstündeki kudretlerden mi gelir? Bu faaliyeti ruhun dışında aramak, bizzat ruhun varlığını ve ondaki kudretleri inkar etmek ve ilahi muradı hissedememiş bulunmak olur. Şöyle ki: Evvela, eğer ilahi irade kanunlarının buradaki tecellisi, ruhi kudretlerin ve melekelerin inkişafları ameliyesini ruhların bizzat kendilerine bırakmamak yolunda tezahür etmiş olsaydı o zaman ruh kompleksinin ayrılmaz unsurları olan bütün melekatının ve kudretlerinin niçin defaten en mütekamil ve inkişaf etmiş olarak yaratılmış olmadıklarını makul ve ilahi şiarla telif edebileceğimiz bir tarzda izaha imkan bulamazdık. Zira ilahi muradın, ancak zamanla, tedricen, çok çetin ve karışık yollardan geçerek kudretlerini inkişaf ettirebilen ruhlar gibi tekamül vetirelerine katlanmağa ihtiyacı asla bahis mevzuu olamaz. Yani ilahi kudretin, varlıkların hayatında gördüğümüz gibi adım adım ve sayısız güçlükler ve muvaffakiyetsizlikler içinde düşe kalka ilerlemeğe çalışarak sonu gelmiyen, ebediyet içindeki tekamül merhalelerini kovalamak zarureti ile maluliyeti düşünülemez. Eğer Allah, kullarının iradesini kendi eline alsaydı da onları birer makina gibi işletseydi bütün kainatları yaptığı gibi ruhları da bir anda – ve en küçük bir iradesile – en son nasıl olmaları lazım geliyorsa onun gibi yapar ve onların böyle ebediyet içinde süren tekamülleri keyfiyetini halketmezdi. Bu hakikati görebilenler şöyle düşünmek zorunda kalacaklardır: İlahi irade kanunları icabatının tecelliyatı, ruhların kendilerinde meknuz namütenahi kudretlerinin inkişları yolundaki faaliyetlerini tamamile kendilerine bırakmış olduğu fikrini vermektedir. Yani ruhlar, ilahi irade kanunlarının bahşettiği sonsuz imkan ve müsaadelere dayanarak cehit ve gayretlerile kendi kudretlerini bizzat gene kendileri kullanmakla mükelleftir. Bu cehit ve gayretin harekete geçebilmesi ise ancak istek ve iradelerini ruhların, serbestçe kullanmaları ile mümkün olur. Ve bu irade serbestliği de, onların tekamül zaruretlerinden mütevellit ihtiyaçlara göre istikametini almış bulunur. Şu halde ruhlarda meknuz bulunan kudretlerin mukadder olan ebedi inkişaflarını, yani tekamüllerini bizzat kendi serbest iradelerile gerçekleştirmeleri ilahi bir zarurettir.

Demekki ruhlarda görebildiğimiz en iptidai insiyaklardan başlayıp dünyamızdaki yüksek irade tezahürlerine kadar çeşitli haller içinde görünen istek ve özleyiş melekesinin tedrici inkişaflarındaki derin manaları işte ancak ruhların böyle kendi melekelerini gene bizzat kendilerinin inkişaf ettirerek tekamül etmesi hakikatini kabul ettikten sonra anlamağa başlarız. Ve illa, bütün ruhlarda ve varlıklarda herkesin gözüne batacak kadar mevcudiyetini haykırıp duran irade melekesi, ve onun devamlı tekamül halleri lüzumsuz ve hatta ilahi irade karşısında bir müdahele sayılarak inkar edilmek yoluna sapılabilir. Maalesef, bu yüzden, çok defa büyük bir hüsnü niyetle bu yola saparak kendilerini tatmin edemiyecek durumlara düşmenin üzüntüsünü çeken iyi insanların mevcut bulunduğuna da şahit oluyoruz.

Sözü buraya kadar getirdikten sonra şimdi, mukadder görünen bazı hadiselerle insan iradesinin birbirine nasıl girift olarak yanyana yürüdüğünü ve ne bakımdan biri diğerinin neticesi olabileceğini izah etmeğe çalışacağız. Bunun için de evvelce zikretmiş olduğumuz bir misale tekrar döneceğiz. Bu misal bir yolcu hikayesina aitti. Orada yolcunun, gideceği yere varmak için, önüne çıkan muhtelif vasıtalardan birisini kullanmak zaruretinde olduğunu tebarüz ettirmiştik. Yolcu, iç özleyişi ile serbest irade ve tahayyül melekelerini kullanarak kendisini gideceği yere ulaştıracak vasıtalardan birini intihap edip kullanmağa başladığı anda o vasıtaların kendisine sağlayacağı imkanlara artık boyun eğmek zorunda kalır. Yani mesela kağnı arabasını seçti ve ona bindi ise o yolcunun bir uçak süratile yoluna devam edemiyeceği bedihi olur. Tabiat kanunlarından birisinin icaplarını kullanmağa başlıyan hayat yolcusu da böyledir. Yani, bu kanunların hakim olduğu hayat şartlarına sokulmuş veya dahil olmuş bir varlık artık o kanunların icaplarına ister istemez boyun eğmek zorunda kalır. Ve işte bu, onun değişmez bir kaderi olur. Ancak, o insan bu kaderin nahoş bir netice olduğunu hissederek kendisine daha yüksek kaderlerin nasip olmasını temin etmek isterse bu isteği ile o kaderi hazırlayici sebepleri, yani diğer icapları araştırmağa ve bulmağa çalışır ve muvaffak olarak daha iyi mukaddere ulaşır. İşte bu noktada tekamüldeki cehtin manası daha iyi anlaşılır. Demekki birer ilahi hedef olan tekamül merhalelerine varmak, ruhların gene mukadder olan isteklerile tahakkuk eder. Bu hedefe kendilerini ulaştıracak tabiat kanunlarından bir kısmını serbest iradesile kullandıktan sonra o kanunların zaruri olan icaplarına uymak ruhlar için mukadder olur. Fakat, o icapların neticelerini kendilerinde duyup tecrübe ettikten sonra onlardan ayrılarak hedeflerine ulaşmak için daha uygun  gördükleri başka tabiat kanunlarından birine veya diğerine yönelerek onlardan istifade etmeleri de gene ruhların istek ve özleyişlerine bağlı serbest iradelerinin tabii bir hakkıdır. Şimdi burada ne oluyor?

Ruhlar, mukadder olan varlıklarının mukadder olan yükselme ihtiyaçlarına, istek ve iradelerile tabidirler. Demekki mukadder olan yükselme ihtiyacı İİLET, RUHLARIN YÜKSELME İHTİYACINI TATMİN HUSUSUNDAKİ İSTEKLERİ DE NETİCEDİR.

Fakat ruhların bu istekleri, kendilerini hedeflerine ulaştıracak sayısız tabiat kanunlarından herhangi bir kısmını intihap etmelerine onları sürükler ve bu kanunlar ruhları tekamül merhalelerine ulaştırmağa birer vasıta olur. Halbuki bu kanunlar evvelce arzettiğimiz gibi, ruhlar için birer kader olan icapları da hazırlar. Şu halde RUHLARIN, İRADE SERBESTLİKLERİNİ KULLANARAK TABİAT KANUNLARINDAN HERHANGİ BİRİNİ İNHİTAP ETMELERİ İLLET, O KANUNLARIN İCABATINA UYMAK ZORUNDA KALMALARI DA NETİCEDİR. YANİ, BURADA RUHLARIN İSTEK VE İRADELERİ İLLET, İCABAT HALİNDE GÖRÜNEN KADER NETİCEDİR.

Fakat, bu mukadder icaplara tabi olmakla ruhların kudretleri tekamül yolunda yeni hamleler almak üzere faaliyetini arttırır. Ve nu miyanda onların istek ve iradeleri yeni birtakım kanunların icaplarından faydalanmak cihetine yönelir. İş bu noktaya gelince: KADER, İLLET ; İSTEKLERİN HAREKETE GEÇİŞİ YANİ İRADE, NETİCE OLUR.

Bu hal iyice tetkik edilip anlaşılınca kolaylıkla takdir edilebilirki mukadderle varlıkların irade serbestlikleri birbirile kucak kucağa gelmiş bulunmaktadır. Ve gene düşünülürse görülür ki mukadderat, insanın tamamile serbest olan iradesini adım adım takip etmekte ve onun yakasını bir an bile bırakmamaktadır. Zira mukadderin yokluğu demek yolcunun, bütün hareket vasıta ve imkanlarını kaybetmiş olması demektir. Diğer taraftan yolcunun irade serbestliğini kaybetmesi demek de hareket vasıtalarından hiçbirisini intihap edip kullanabilecek kudreti gösterememesi demektir. Binaenaleyh bu da gene yolcunun hareket vasıta ve imkanlarından mahrum kalmış olması ile müsavi bir netice olur. Ve her iki  halde de yolcunun yolundan geri kalması mevzuu ortaya çıkar. Halbuki ruhların tekamülden geri kalmamaları yaratılışlarında meknuz bir kaderin icabıdır. Onu hiçbir kimse ne bozabilir, ne de değiştirebilir. İşte hakikat budur. Ve mukadderatla insan iradesinin serbestliği böylece ve ilahi murat gereğince bir ahenk üzere birleşik halde yürüyüp gider.

Şimdi akla şu sual gelebilir: İnsanın ve varlıkların serbestliklerinin hiçbir hududu yok mudur? Ve her insan, her istediğini bilakayıt ve şart yapabilir mi? bu sual dikkate şayandır ve hakikaten mühimdir. Bir insanın iradesini harekete getirebilmesi, ancak bildiği, istemek ve özlemek kudretini gösterdiği nisbette mümkün olur. İnsan bilmediği, inanmadığı veya sezemediği şeyleri elbette hakkile istemek kudretinden mahrumdur.

Kainat namütenahidir. Ve kainatın hadiselerinin sayısı ve sonu da yoktur. Halbuki insan kudretlerinin bu hadiseler ortasında tekamül derecelerine göre muayyen ve mahdut faaliyet sahaları vardır. Mesela, en iptidai bir varlığın, bir karıncanın isteyiş ve özleyiş sahası bir insanınkine nazaran çok mahdut ve dardır. Zira onun ancak basit ve iptidai bir duyuştan ibaret olan idraki bir insanınkine nazaran çok küçük mevzular etrafında toplanır ve o mevzuların dışına asla çıkamaz. Bu mevzular da o karıncanın hayatının temin ve idamesi için zaruri olan gıdalanması, cinsi münasebeti gibi bazı hayati hadiselerden ibarettir. Onun, bu mahdut zaruri ihtiyaçlardan ve bu ihtiyaçlarını karşılayici hadiselerdeb başka isteyip özliyebileceği herhangi bir şey olamaz. Zira bunların dışındaki icaplar ve zaruretler ve onları neticelendiren tabiat kanunları hakkında o hayvanın hiçbir duygusu, görgüsü ve tecrübesi yoktur. Mesela onun bir hükümet reisi, bir profesör, bir milyoner, bir alim olmağı istemesi ve böyle bir harekete teşebbüs etmesi gibi şeyler düşünülemez. Çünkü onun aleminde bu realitelerin hiç birisi yoktur. Buna mukabil karıncanın insiyaklar ve ilcalar halinde beliren ruh temayülleri nihayet bir kaç kırıntı gıda maddesile bir toprağın içinde oyacağı küçücük bir çukur etrafında toplanır. Şu halde karınca için tamamiyle meçhul olan ve onun görgü ve tecrübe sahası dışında kalan realiteler onun hayatında bahis mevzuu olamaz. İşte onun içindir ki o hayvancağız iradesini kendi realite çerçevesinin dışına uzatmak kudretinden mahrumdur. Karınca ile bir insan arasında yapılan bu mukayese, ruhi kudretleri birbirinden farklı iki insan arasında da yapılabilir. Yani, nisbeten öyle basit görüşlü ve tecrübeleri kıt insanlar vardır ki onların alemleri diğer insanlarınkine nazaran oldukça dardır. Mesela çok cahil, görgüsüz ve tecrübesiz, basit bir insan; ruhi kudretleri az çok inkişaf etmiş diğer bir insana nazaran çok mahdut şeyler isteyip özliyebilir. Zira onun alemi böyle bir darlık içinde mahbus kalmıştır ve o alemin dışında hiçbir kıymet onun için mevzuu bahis olamaz.

O halde herkesin bütün ruh kudretlerinde olduğu gibi, istek ve iradesinin de bir hududu vardır ve bu hudut da onun ulaşmış olduğu tekamül merhalesine dayanıp kalır. Binaenaleyh o mahdut görüşlü adamın istek ve özleyişleri ve iradesi ancak kendisinin bildiği, inandığı ve daha doğrusu içinde yaşamakta olduğu aleminin hadiselerinden ibaret şeyler etrafında toplanır. Mesela klasik inkarci bir materyalist görüşlü insanı ele alalım: Bu insan için kainat, ancak üç buutlu nizam ve tertip içinde mahsur kalmış maddeler üzerinde tezahür eden tabiat kanunlarının icaplariyle çevrilmiştir. Ve böyle bir insan için de bunların dışında ne bir alem, ne bir varlık, ne de bir kainat düşünülemez. Binaenaleyh o, varlığını işte böyle dar bir kainat mefhumu içinde hapsetmekten daha ileri bir görgü, tecrübe ve bilgi imkanlarından mahrum kaldıkça, bu kendi üç buutlu aleminin dışında yalnız bilmediği, inanmadığı değil, akıl ve hayaline dahi getiremiyeceği milyarlarca ve milyarlarca diğer realitelere ait bir şeyi ne istiyebilir, ne özliyebilir ve ne de böyle bir istek ve özleyişin lüzum ve zaruretine kail olabilir. Fakat dünyamızda yaşıyan ve en ileri derecede görgü ve tecrübeye sahip telakki edilen kişilerin ruh kudretleri de nemütenahi kainatı ve kainatları kucaklıyabilecek seviyede bulunmaktan çok uzaktır. Ve onlarında gene nihayet kendi kudretleriyle çevrilmiş birer alemi olabilir. Bu alemlerin vüsati ve şümulü ne derecede olursa olsun bu vüsat ve şümul ancak nisbi bir kıymetin ifadesi olmaktan ileri gidemez. Ve kainata nisbetle bir zerreden daha küçük kalır.

Halbuki şimdiye kadar serdettiğimiz mülahazalarla da kısmen izah edilmiş olacağına göre, ruhlar ancak iradelerini kullanabildikleri nisbette ilahi irade kanunlarının icaplarından istifade imkanlarını bulabilirler. Bu da gene ilahi irade kanunlarının bir icabıdır ve bunu kimse değiştiremez. Halbuki iradenin serbestçe kullanılabildiği yerler ancak bilinen, inanılan, özden ve candan istenen mevzulardır. O halde insanlar ve bütün varlıklar ancak kendi kudretleriyle tahdit edilmiş alemleri dahilinde iradelerini istedikleri istikametlerde tecelli edecek olan tabiat kanunlarının icaplarından faydalanmak ve bu suretle tekamül hedeflerine ulaşmak imkanlarını kazanırlar. Şüpheli bilgi ile, müphem arzularla, hele imandan mahrum, şüpheler ve tereddütler içinde gösterilen meyillerle esasen hakiki bir istek zuhur etmez ve irade lüzumu derecesinde harekete geçemez.

Şimdiye kadar söylediklerimi bir misal ile izah etmeğe çalışacağım: A…. dünyada zengin olmak hususunda gayret sarfettiği halde bütün hayatı gene fakrü zaruret içinde geçer. Onun zenginliği istemesine rağmen bu işte muvaffak olamaması kendisinin iradesini takyit eden bir mukadderin eseri olarak görülmüyor mu? O halde şimdiye kadar israrla üzerinde durduğumuz, insanın irade serbestliği nerede kaldı ya? İşte bu sualin cevabı bize, geniş bir anlayişe göre mukadderatın manasını kabul ve hazmetmiş olanlar için ne kadar derin bir duygu ve düşünce imkanı hazırladığını ve mahdut ufukların arkasında görülen yeni ufuklara doğru daha ne kadar sayısız yolların ve vasıtaların meydana çıktığı göstermeğe kafi gelecektir. Netekim bu sualin cevabının, mahdut birtek dünya hayatını kabul edenler tarafından verilmesi bile mümkün olamaz.

Ruhun kainattaki bütün maddi hayatını ancak birtek dünya hayatından ibaret sananlar ve bundan evvel ve sonra, ruhun yalnız mana aleminde yaşadığına zahip olanlar – birer sipirütialist olmalarına rağmen – yani, ruhun bekasını dahi kabul etmiş münevverler arasında bulunmalarına rağmen kendilerini gene nisbeten mahdut bir madde kainatı içinde görmekten kurtaramamış ve binnetice hayat sahalarını daraltmış ve gayelerini çok kısa mesafelerdeki birer son menzil mefhumuna bağlamış kişilerdir. Böyle olunca, onların düşünce ve görüşleriyle yukarıdaki sualin şimdiye kadar izah etmiş olduğumuz açık yollardaki gibi cevabını vermek imkanı mevcut değildir. Ve bunların cevabı verilemeyince de mukadderat bahsi düşüncenin daima karanlık boşlukları içinde uyuşmağa mahkum kalacaktır.

Halbuki ruhun maddi alemlerdeki hayatının tekamül etmek için hikmeti vücudu bulunduğunu ve bir tek dünya hayatının da tekamül etmeğe kafi gelmiyeceğini, gerek bir dünyanın ve gerek namütenahi dünyaların çeşitli hayat şartlarının ruhlar için ebedi tekamül yollarında birer vasıtadan ibaret bulunduğunu ve bunların her birinin – hiçbir vakit sonu gelmiyecek – birbirinden daha üstün, daha mükemmel tekamül merhalelerini hazırlayici birer konak olduğunu bilmek, takdir etmek ve anlamak lazımdır. İşte bu idrake vasıl olmuş kimselerin, yukarıda vermiş olduğumuz misaldeki A…nın durumunu büyük bir rahatlık ve kolaylık içinde izah edebilmeleri kaabil olur. Ve denilebilir ki bütün gayretlerine rağmen bu insanın zengin olamaması, fakir kalması; daha evvelki yolcu misalinde izah edildiği gibi onun spatyoma intikalinden sonra karşılaşmış olduğu geçmiş hayatının akislerine ait intibalarla, tekamül hedeflerine ancak fakirlik yolundan varabileceğini takdir etmesi ve bu yüzden hakiki ruh özleyişi ile böyle bir dünya hayatı yolunu tercih etmek istemesi ihtiyacından doğmuş bir zarurettir. Bu suretle o, spatyomda iken tekamül hedefine fakirlik yolu ile gitmek istemiş ve serbest iradesini kullanarak bu yolu seçmiştir. İşte tekamülü uğrunda ilahi irade kanunları icabatiyle gerçekleşen onun bu serbest iradi cehti, kendisinin tekrar dünyaya gelmesinde dahi – gene ilahi irade kanunlarının icabatına uygun düşerek – bir amil olmuştur. Fakat dünyaya geldikten sonra onun bu serbest iradesiyle, intihap etmiş olduğu fakirlik yolunda yürüyerek hedefine ulaşabilmek hususundaki isabetli kararını dünyadaki bağlı idrakiyle takdir edememesi yüzünden, bu evvelki kararının neticellerini almadan yarı yolda dönerek zenginliği, yani evvelki tuttuğu yolun aksine bir yolu dünyadaki cılız ve maddeye bağlı isteğiyle tercih etmeğe kalkışması elbette onun için tahakkuk etmemesi icabeden bir hareket olacaktır. Zira o, serbest iradesiyle esasen fakirlik yolunu tercih ederek ve o yolda harekete geçerek onun icaplarının ve neticelerinin kendisine mukadder birer akibet kılınması bizzat gene kendisi sebep olmuştur. Ve mukadder olan bu icapların vakti ve zamanı gelmeden, yani istihdaf edilen neticeler hasıl olmadan onları değiştirmeğe kimsenin kudreti yetmiyeceği gibi, kendi maddi iradesi de buna asla kafi gelemez.

Çünkü o kendisini imana, bilgiye müstenit asıl varlığının özleyişlerinden hızını almış liyakatli bir irade ile hazırlanan ve kazanılan bir neticedir. Bu neticeyi bozmak teşebbüsleri ise, ancak dünyanın büyük gayelere vasıta olan hadiselerinin gaye ittihaz edilmesi cazibesine tabi nefsaniyetten doğma birtakım gelip geçici arzulara ve heveslere bağlı ihtiraslardan ileri gelmektedir.

Binaenaleyh kaide olarak o insan dünyada ne kadar çabalarsa çabalasın, ebedi tekamülüne uygun olarak evvelce gene kendi iradesiyle seçmiş olduğu acı veya tatlı fakirlik yolundan beklenen neticeleri almadan onu değiştiremez. Bununla beraber belki, evvelkine zıt fakat devamlı bir irade ile göstereceği cehit ve gayret neticesinde ve o neticeleri geciktirebilir, hatta değiştirebilir. Bu hale << mukadderin iyiye veya kötüye kayması >> diyebiliriz. Eğer bu irade, bazı değişen şartlara göre ruhun tekamülü yolunda daha ileri bir hamle almasına yararlı herhangi bir icaba uymak ihtiyacından mütevellit bir isteğe dayanıyorsa, ruhun, dünyaya gelmezden evvel gördüğü tekamül hedeflerine uygun olan bu hal ayni irade müessiriyetini ifade edeceğinden elbette kolaylıkla dünyadaki bu değişikliği yapabilir ve elbette bundan hayırlı neticeler de alabilir. Fakat o, ihtiraslara dayanan nefsani ve devamlı bir irade ile de evvelki yürüyüş istikametini bozabilir, mesela günün birinde böylece zengin olabilir. Bu takdirde onun durumu yukardakinden çok farklı olur. O, gayesinin gerçekleşmesini geciktirmiş, belki de bu yanlış hareketinden dolayi kaybedeceği şeyleri telafi için kendisine yeni baştan katedilecek yollar hazırlamış bulunur. Fakat bu ikinci durum ekseriya vukua gelmez. Zira ruh, gerek kendi eski görgü ve tecrübelerinden almış olduğu kuvvetli intibaların tesirile, gerek eksik olmıyan yardımcı, hami varlıkların ilham ve irşatlarının yardımı ile; istek ve iradesini bu derece nefsaniyetine zebun kılacak yüksek tekamül gayelerinden uzaklaşmağa kolay kolay razı olmaz. Demekki insanın, ancak tuttuğu yolun icaplarını tattıktan ve onların neticelerinden doğan intibaları ruhuna hazmettirdikten sonra elde edeceği yeni görgü ve tecrübelere dayanarak lüzumlu ve faydalı başka bir hedefe doğru serbest iradesini daha münasip yollarda kullanabilmesi kabil olur. Burada da yolunu seçerken o varlığın birtakım üst kudretlerin öğütlerine ve yardımlarına ihtiyacı olduğunu da ve bilhassa tek gayesinin Allah yoluna, tekamülü uğruna müteveccih bulunduğunu da asla unutmamak lazımgelir.

BEDRİ RUHSELMAN

Share

Bu site özeldir ve ticari amaç taşımaz.

Copyright © Dünya Ana