MUKADDERAT VE İCABAT - Dr. BEDRİ RUHSELMAN - BÖLÜM 24

Share

http://www.dunyaana.com/images/bedri%20ruhselman%204.jpgD - MURAKABEİ NEFİS

Şimdiye kadar geçen üç bahis, asıl mürakabei nefis mevzuunun tatbikatındaki kolaylığı temin etmek içindi. İnsanın acı veya tatlı mukadderatının taayyününde nefsaniyetin ve vicdanın ne kadar mühim bir rol oynadığı şimdiye kadar geçen mülahazalarla pekala anlaşılmıştır. Vicdanı ihmal edip nefsaniyeti teşvik eylemekle insanın ne kadar zorlu ve sıkıntılı akibetleri kendisine hazırlamakta olduğunu tasdik ve kabul etmemek mümkün değildir. Zira bir az evvel dediğimiz gibi ne olursa olsun insanın tekamülü duramaz.

Halbuki nefsaniyetin azgınlığını önliyebilecek bir ruh kudretine erişmedikçe de ileri merhalelere varabilmek ve oralarda barınabilmek kaabil olamaz. Şu halde eğer bir insan nefsaniyetinin kafasını kendi elile ezmesini bilemez veya beceremezse tabiatın namütenahi büyük ve önüne durulamıyan kuvvetleri onun bu nefsaniyetinin kafasını ezmek için malik olduğu her türlü imkanı kullanmasını bilir. Ve onu zorla yola getirir. Fakat, işte bu zorluktur ki o insanın azabının başlangıcını teşkil eder. Binaenaleyh insan nefsaniyetini yenmeğe çalışmadan da belki gene az çok süratle bir tekamül merhalesini katedebilir, yalnız bu katediş büyük azaplar çekmeğe, uzun ve zahemetli yollardan geçmek mecburiyetine katlanmağa mal olur. Şu halde bunları bildikten sonra insan için yapılacak iş nefsaniyetini bizzat kendi iradesile islah etmeğe çalışmak olmalıdır. İşin en akıllıcası da budur.

Demekki, vicdanına aykırı gelen ve nefsaniyetini tahrik eden arzularını, ihtiraslarını, hotkamca hareketlerini, nefsi düşkünlüklerini kendi isteği ve rizası ile – bin bir bahane uydurarak – terketmek istemiyen bir insanın karşısına tabiat kanunları, yani ilahi irade kanunları öyle manialar, öyle hayat şartları çıkarır ve onu bu ağır azaplı hayat şartları içinde o kadar bunaltır ki onun bu bunalışı kötü huylarını ortadan kaldırmağa yetecek ruh kudretini kendisine otomatik olarak kazandırır. Mesela, taazzum, tegallüp ve tahakküm illetlerinden kendisini bizzat kendi cehit ve gayretlerile kurtarmaktan aciz olduğunu isbat etmiş bir insanın, kendisi için adeta zelilane ve hicap verici telakki edilen çok mütevazi bir hayatta yaşaması mukadder olabilir. Ve böyle geçecek koca bir ömür içinde yaşamak mecburiyeti ne kadar sıkıntılı ve işkenceli olursa o boynu eğilmek bilmiyen asi insan, tevazuunun manasını o kadar derin olarak anlıyabilecek bir duruma girer. Bu suretle, geçen hayatında kendi iradesini kullanarak belki bir iki senelik veya aylık cehitle elde edebileceği neticeyi, böyle bir asra yakın kocaman bir ömür içinde çekeceği büyük sıkıntılar ve meşakkatler mukabilinde ya elde edebilece ya belki de gene bir muvaffakiyetsizliğe uğramak yüzünden elde edemiyecektir.

Demekki insanın nefsaniyetine mağlubiyeti neticesinde ilahi irade kanunlarının icabatına göre kendisine hazırlanmış olan azaplı, mahrumiyetlerle dolu akibetler ve mukadderler, bazılarının düşündükleri gibi, hiç bir vakit kötü değil, bilakis, onun ruh tenbelliğinden kurtulup öz varlığına büyük kudretler kazandırarak tekamülünde ileri, mesut merhalelere ulaşabilmesi için lüzumlu ve hayırlı ilahi vetirelerdir. Iztırap bu bakımdan da hayırlı mahiyetini ortaya koymaktadır.

Yalnız şunuda hatırdan çıkarmamak lazımdır ki böyle işkenceli, uzun bir hayatı veya nefsaniyete karşı mücadele ile geçecek ruh faaliyetinin süslemiş olduğu kısa ve huzurla dolu başka bir hayatı tercih etmek tamamen insanın kendi elinde ve ihtiyarındadır ve bir liyakat meselesidir. Bunlardan birincisi insan ruhunda muzaffer olmuş bir vicdanın hakimiyetinden doğan neticelerdir. İnsan bunlardan hangisini isterse ona tabi olmakta tamamile serbesttir. Demekki insanın azaplı ve mahrumiyetli bir akibetten kendisini koruması pekala mümkündür ve bunun içinde onun, nefsaniyetinin değil, vicdanının emrettiği yolda yürümeğe azmetmiş olması ve bu yolda cehit ve gayret göstermesi lazım gelir.

Burada karşımıza şöyle bir sual dikilebilir: Vicdanla nefsaniyeti birbirinden nasıl ayırmalıdır?

Geçen bahisleri okuyanlar çok iyi takdir buyururlar ki nefsaniyetin kökü hotkamlıktadır. Hotkamca bütün istekler nefsaniyetin malıdır. Buna mukabil vicdan daima diğerkamlığı emreder. Bunun içine de fedakarlık, sevgi, merhamet, yardım, başkalarını teselli, başkalarına dert ortaklığı, ve başkalarının tekamülüne yardım... gibi bir çok faziletli hareketler girer. Binaenaleyh herhangi bir içgüdüsünde hotkamca maksatlar sezilirse onun ileri sürdüğü mazeretler ve sebepler ne kadar meşru ve makbul görünürse görünsün bir nefsaniyet tuzağı olduğundan asla şüphe etmemek ve ona göre hemen vaktinde lüzumlu olan tedbiri almak icap eder. Zira önceleri masumane bir meleküssiyane gibi ruha sokulmağa çalışan nefsaniyet bir az yüz bulup şımardığı zaman en azğın ifritleri bile hayran bırakacak savletlerile insanı yere sermekte gecikmez. Onun başı ancak uyurken veya henüz uyanmağa başlarken ezilebilir. Ve illa çok güçtür. Ve iş ilerledikten sonra onu yola getirebilmek için sırasına göre büyük azaplar çekmek gerekir.

Burada benim şahsen yaptığım tecrübelere nazaran muvaffakiyet şu yolda daha emin olarak sağlanabiliyor: Nefsaniyetin sık sık yoklamalarına meydan vermeden insan kendi iradesile vicdanının emrettiği işleri aramalı ve onları ihmal etmeden vicdanının emrettiği gibi yapmağa çalışmalıdır. Bu takdirde nefsaniyet, insanı zorlamağa ve kandırmağa vakit bulamaz. Mesela insanlara - eğer elinden gelmiyorsa – zorla acımağa çalışmalı ve bunu, yani insanların ıztıraplarına acıyabilmek kudretini Allahtan dua ederek istemeli, bu hissi her gün karşılaştığı yüzlerce şayanı merhamet tablolar karşısında hiç bir vakit ihmal etmeden kendisinde – eğer yoksa – bu suretle yaratmağa çalışmalı. Bu işteki muvaffakiyet ancak bir kaç tecrübeden sonra kendisini göstermeğe başlıyacaktır ki bunu gören insan nefsaniyetine karşı ilk zaferi kazanmış olduğunu hissetmekle ne kadar sevinse yeridir. Burada esas olan şey bu yolda bir iki tecrübeden sonra muvaffak olamadım, veya adam sende gibi zayıf düşüncelerle işi yarı yolda bırakmayıp, kendine bir vazife edinmek ve hayatın sonuna kadar bu mücadelede devam etmektir. İlk zamanlarda belki bir az sıkıntılı gelebilen bu cihadı ekber zaman geçtikçe kolaylaşır, itiyat halini alır ve nihayet en zevkli ve huzur verici bir meşgale olur ki bu dereceye geldikten sonra da insan artık bir daha yıkılmamak üzere ayağa kalkmış demektir.

Burada nefsaniyetin ve vicdanın yollarına ait bir misal vermek belki istifadeli olacaktır. Mesela, X... şu veya bu mazereti ileri sürerek Y...nin cebinden bir kaç kuruşluk ekmek parasını zorla aldı. Ve kendisi için harcadı veya sakladı. X...i bu harekete sevkeden iç güdüsü onun nefsaniyetidir. Çünkü yapılan iş tamamile hotkamca bir harekettir. Ve diğerkamca olmaktan uzaktır. Buna mukabil gene X... hiç de tanımadığı fakat yardım ve himayeye mühtaç gördüğü Y...e, cebinde olan beş on kuruşluk ekmek parasından bir kısmını ayırarak verdi. Bu da hiç şüphesiz onun vicdan emrinin ifadesidir. Zira bu adam burada tamamile diğerkamca bir iş yapmıştır. Ve onun bu yaptığı işde hiç bir hotkamlık eseri yoktur.

Yalnız işler her vakit böyle kolay gitmez. Bazı hareketler de vardır ki bunların içinde nefsaniyet şemmesinin bulunup bulunmadığını takdir etmek hakikaten oldukça ileri bir görüş ve tecrübe kudretine vabeste bulunur. O zaman da insanın kendisini bu müşkülattan kurtarıcı en mükemmel silahını, niyetinin temizliği, iyiliği, yani tamamile diğerkamca bir yola müteveccih bulunmuş olması teşkil eder. Yani o insan böyle karar veremediği anlarda kendisinin değil, yalnız karşısındakinin iyiliğini ve huzurunu düşünerek vereceği kararı vicdanının bir emri olarak emniyetle yapabilir. O zaman onun yaptığı işin neticesi de ne olursa olsun o, ruhi vazifesini yapmış ve muvaffak olmuş sayılır. Burada misal olarak evvelce verilmiş olan bir mevzuu tekrar ele alacağız.

Bir dilenci çocuğa, birisi para ile yardım etmek istiyor ve bunu vicdanen mecburi görüyor, diğeri ise bilakis gene vicdanına göre ona para ile yardım etmenin doğru olmadığına kani bulunuyor. Eğer bu iki insanın bu hükümlerinde kendilerinin de hissedebilecekleri hotkamca bir arzu yoksa ve ikisi de tamamile diğerkamca duygularla hareket ediyorlarsa elbette ikisi de yalnız vicdanlarile hareket ediyor demek olur. Ve bu takdirde ikisi de ayni süratle bulundukları yerden ileri doğru fırlayıp üst merhalelere erişebilirler. Fakat bunlardan biri zahiren tamamile vicdani görünen bu hükmünde az çok bir hotkamlık şemmesini bizzat kendisi de duyuyorsa ve bu hotkamca insiyakının tesirinden kendisini kurtaramadığı için böyle güya vicdani, yani diğerkamca bir endişe ile hareket ettiğine kendisini inandırmağa çlaışıyorsa onun vicdanı başka türlü düşünüyor, yani verdiği hükmün tamamile aksini emrediyor demek olur. Yukarki misalde olduğu gibi bu adam, çocuğa para vermemeği onun iyiliği için değil de sırf cebinden beş on kuruşu ona vermeğe kıyamadığı için vicdani mülahazalardan bahsediyorsa ve bu serdettiği özrün de sudan olduğunu hissedebiliyorsa o, kendi varlığına karşı müraice hareket eden nefsaniyetine mağlup, hotkam bir insan da başka bir şey değildir. Böyle bir adamın, yani sırf o fakir çocuğu dilenciliğe alışmasın diye yardımından mahrum bırakan adamın karşısına bir zorba çıksa ve: eğer sen bu çocuğa bu parayi vermezsen ben senin elinden onun biraz fazlasını zorla alacağım ve kendim sarfedeceğim, dese ve o adam da bu zorbanın hakkından gelemiyecek bir durumda olsa acaba ne yapacak? Eğer gene yukarki mülahazalarına sadık kalıp parayi çocuğa vermemek için o zorbaya biraz da fazlasile teslim ederse o zaman o insan bu çocuğa para vermemek hususunda serdetmiş olduğu mülahazalarında tamamile samimi, haklı ve vicdani olarak hareket ediyormuş denilebilir. Fakat nasıl olsa kaybedeceğini anladıktan sonra – hiç olmazsa meseleyi az zararla kapatmak – için parayı zorbaya değil çocuğa vermeği tercih ettiği anda evvelki hükümlerinde samimi olmadığı ve tamamile hotkamca hareket etmiş olduğu anlaşılır.

Demekki buradaki kıstası, yapacağı işde göstereceği niyetin hotkamca veya diğerkamca olup olmadığını, insan bizzat ruhunda yapacağı ince bir tahlil neticesinde meydana çıkabilir. İşte bu ameliyeye bir nefis mürakebesi diyoruz. Ve böyle bir ameliyeyi onun dışında hiç bir kimsenin o adamın hesabına yaparak doğru bir hükme varabilmesi de asla mümkün değildir. Zira o kimsenin ruhunun derin tabakalarında faaliyet gösteren nefsaniyet ve vicdan mücadelesinin vereceği neticeyi o insanın bizzat kendisinden başka hiç bir kimse bilemez, duyamaz, anlıyamaz.

Netice şu ki ayni bir hadisenin karşısında birbirine zıt iki noktai nazar beyan eden iki insan – ikisi de niyetlerinde temiz ve diğerkam iseler – tamamile vicdanlarına göre hareket etmiş olabilirler ve ikisi de ayni süratle tekamül yolunda merhaleler katedebilirler. Fakat bu birbirine zıt iki mülahaza eğer ayni bir şahsın ruhunda tecelli ederse o zaman muhakkak surette bunların birisinde – bütün vicdani görünen kıyafetine rağmen – az çok bir nefsaniyet kaygısının, yani hotkamca duyguların rol oynamakta olduğu anlaşılır. Bu takdirde çok dikkatli bir nefis murakabesi yapmak lazım gelir. Böyle bir nefis murakebesinde, insanın kendisini bütün hadiselerin üstünde görerek tam bir bitaraflıkla hareket etmesi ve mürailikten kaçarak tam ve karışıksız bir samimiyet içinde hareket eylemesi şarttır.

Çok nazik olan ve vicdani hükümlere kolay kolay bağlanamıyan bazı vakalarda bütün iyi niyetlerine rağmen gene işin içinde çıkamıyan bir insanın yapabileceği, çok kolaylıkla tatbik edebileceği bir usul daha vardır. Nefis mürakabesi sırasında sıkıştığı zaman, bu usul insanı ekseriya büyük güçlüklerden kurtarabilir. O da şudur:

Karşısındaki insana vicdani olarak yapabileceği işi iyice tayin etmekte güçlük çeken bir insan o anda karşısındaki ile kendi mevkiini değiştirivermelidir. Yani tam manası ve icapları ve zaruretlerile kendisini o adamın ve o adamı da kendisinin yerine koyarak bu durumda, kendisinin o adamdan beklediği bereketin neden ibaret olduğunu tayin ve takdir etmeğe çalışmalıdır. Eğer bu yer değiştirme ameliyesini tam bir şekilde ve bütün icaplarile yani bitaraflıkla yapabiliyorsa, daha doğrusu kendisini tamamile o adamın o andaki bütün durum ve ihtiyaçları içinde hissedebilecek hale sokabiliyorsa o zaman karşısındakinden beklemekte olduğunu gördüğü hareketin, şimdi kendisinin de o adama karşı yapmakla vicdanen borçlu bulunduğu bir hareket olduğunu bir az zor dahi olsa tereddütsüzce kabul etmelidir. İnsanlar için bu, en kestirme bir felah yoludur. Burada Şihap dostumuzun çok kısa, fakat çok mühim olan sözlerini bir hakikat olarak arzediyorum:

ŞİHAP: Ekim 23, 1951

<< Vicdan sesi herkesin içinde başka türlü ihtizaz eder. Ve iki şahıs misal olarak ele alınırsa birinin evet dediğine diğeri hayır, der. Hiç şüphe etmeyin ki ikisi de tekamül ediyor. Yeter ki gayeleri diğerkamlık, feragat ve başkalarına yardım etmek olsun. Hotkamlık bahis mevzuu ise bu şekildeki hareketlerde hiç bir tekamül aramak beyhudedir. Bu kısa cevapla verilen mevzuun ehemmiyetini olabilir ki bazı yeni arkadaşlarınız takdir etmiyebilirler. Onun için bu mevzuu burada terketmemelerini ve üzerinde uzun müddet düşünmelerini tavsiye ederim. >>

* * *

Bütün bu mülahazalar, nefis mürakabesinin ne kadar mühim ve lüzumlu bir iş olduğunu ve her insanın haklı olarak dilediği mesut ve sevinçli akibetleri hazırlıyabilmesi için nefis mürakebesine ne kadar büyük bir kıymet vermesi icap ettiğini açık olarak göstermektedir.

Bizi kurtaracak olan gene biziz. Ve biz kendimizi ancak, nefis mürakabeleri yaparak vicdanımızın nefsaniyetimiz üzerindeki hakimiyetini tesis etmek ve ona göre de duygu, düşünce ve amellerimizi islah etmek suretile kurtarabiliriz. O halde nefis murakebesi nedir ve nasıl yapılır?

Burada söz salahiyeti Cemiyetimizin ( Türkiye Metapsişik Cemiyeti ) rehberi olan çok muhterem ruh dostumuz Şihaba aittir. Zira bu yolda bize ilk esaslı bilgileri bu zat vermiş bulunmaktadır.

ŞİHAP: Eylül 11, 1951

<< Bütün bu sözlerinizi toplayıp size, nefis mürakabesinin ne şekilde yapılması lazım geldiği hakkında bir iki kelam edeceğim. Belki bu sözlerimden sonra bu murakebe işinde noksanlarınızı görecek ve eksiklerinizi bu sözlerime göre tahsis yoluna gideceksiniz.

<< Mürakabei nefis mahkemesinde bir hakim bulunur, bir de maznun. Hakim, vicdanınızdır, maznun ise nefsiniz. Bu maznunun, bilesiniz ki muhakkak ve muhakkak suçu ve suçları mevcuttur. Eğer içinizden biri çıkagelir de bir suçum yok, derse o, kendi suçunu kendi içinde görebilinciye kadar buraya devamdan istifadesiz kalsa gerek.

<< Hakim olan vicdanınız hiç bir zaman müsamaha, mülayemet, af nedir bilmemelidir. Biliniz ki kainatta yegane mülayemet, af ve müsamahanın yer alamıyacağı mevki, mahkemei nefis salonudur. Bir insan ki kendi nefsini mürakabe esnasında nefsini mazur görür, onun suçlarını mülayemetle, afla karşılar o, başkalarına karşı gaddar ve hotkamdır. Nefse karşı hiç bir zaman mülayemet etmemelidir ki diğerkam olunsun.

<< Biliniz ki, hepinizin başından geçmiştir ki insan, vicdanın sesini bazan tamam duyar. Tamam duyduğu anlar olduğu halde adeta kendi kendini aldatırcasına yaptığı suç ve kabahatleri mazur gösterecek bahaneleri de icat etmekten geri kalmaz. Ve bu işde o kadar çok hüner gösterir ki bu, şayanı hayret derecededir.

<< İnsan, nefsini mürakabede demin de söylediğim gibi adeta zalim bir hakimlik rolünü vicdanına vermelidir. Eğer sizler bu mürakabei nefis hususunda şahsen bu şekilde hareket etmediyseniz yeniden düşününüz. Bu şekilde kendinizi hazırlıyabilirseniz ne mutlu size. Bunun, emin olunuz ki zannettiğiniz kadar kolay bir iş olmıyacağını idrak ederim. Amma ne dedimdi: beşeriyeti bir kaç adım ötede bekliyen karanlık uçurumdan kurtarmağa namzet olanların bu darlığı yırtmaları lazım gelmez mi? >>

Fakat yukarki tebliğden de anlaşılıyor ki mürakabei nefis kolay değildir. Zira her şey sadece mürakabei nefisle olup bitivermez. Yani çok defa nefsaniyetini haklı gösterecek şekilde bir insan nefsini bir iki defa mürakabe ettikten sonra gene hava ve hevesinde bildiği gibi yaşamakta devam ederse kendisinden beklenen büyük tekamülü tahakkuk ettirmiş olmıyacaktır. Burada yapılması lazım gelen başka mühim bir işde, nefis mürakabesini tam ve yolu ile yaparken insanın, hatalarını pürüzsüz  ve tereddütsüzce görebilmesinden sonra bu hataları tekrar etmemeğe kati bir şekilde azmetmiş ve karar vermiş olmasıdır. Bununla beraber, nefis mürakabesinde insanın tam bir tarafsızlıkla hareket ederek sadece hatalarını bütün açıklığı ile görmesi ve samimiyetle kabul etmesi de gene onun tekamülüne yarıyan çok büyük bir kıymettir. Şu halde mürakabei nefis – eğer tabiri caizse – insan ruhuna musallat olan bir hastalığın vaktinde teşhisini koymağa yarıyan bir nefis bilgisi yoludur. Şurası aşikardır ki bir hastalığın, bir derdin teşhisi konmazsa, daha doğrusu asıl illeti bulunmazsa onun kati olarak şifası güçleşir. Bu nokta hakkında da muhterem ve kıymetli dostumuz Şihabın aşağıdaki tebliği bizi nurlandırmaktadır.

ŞİHAP: Eylül 13, 1951

<< Mürakabei nefsi bu şekilde daimi kendine iş edinen arkadaşlar, zannetmesi ki derhal bütün hatalarından kurtulacak, bütün bildiğiniz fazilet ve iyilikleri kendinde toplıyacaktır. Hayır!... Bu ancak tedrici olabilecek bir nimettir. Mürakabei nefis; hatalarını görmek, hiç bir bahanesiz görmek demektir. Tashih ise daha zor ve çetin bir yoldur. Bu tashihi yapmak ve ilahi yola daha azimli bir şekilde, yürümek ancak bu mürakabei nefisle olacaktır. Hatanızı pürüzsüz, tereddütsüz görebilmek, o hataları bertaraf etmek demek olmamakla beraber, tahmininizden pek büyük, pek üstün bir başarı olacaktır. Ne mutlu yalnız hatayi tam, kusursuz ve onu zalim vicdan gözü önünde muhakeme eden arkadaşlarınıza. Zannetmeyiniz ki hepiniz mürakabei nefis yaptınız da birdenbire dünyanızın en temiz insanları haline geldiniz. Ne mümkün! Buna kolay kolay erişmek pek kaabil değildir. Ancak karınca adımı ile bir adım atsanız gene büyük muvaffakiyet olacaktır. Bu sözlerim sizin cesaretinizi kırmamalıdır. Güç olan işler büyük muvaffakiyet sağlar. >>

Bu tebliğlerdeki sözler çok açıktır. Bütün bu büyük dostlarımızdan almış olduğumuz bilgileri bir araya toplıyarak şahsen şu mülahazayı ileri sürebiliriz:

Bazıları vardır ki nefis mürakabesini yaparken vicdanlarının muhalefet ettiği noktalar karşısında mütemadiyen nefsaniyetlerinin hareket tarzlarını mazur ve makbul gösterici birtakım bahaneler ve müdafaa planları tertip etmeğe kalkışırlar. Bu neye yarar ve kimin için yapılır? Bu hareketin hakiki manası düşünülürse onun ne kadar acaip olduğu meydana çıkar. Zira, esasen insanı kötü veya iyi hareketlerinden dolayi en evvel mahkum edecek olan unsur onun bizzat gene kendi vicdanıdır. Ve vicdanın böylece insanı mahkum edeceği zaman gelince de ortada nefsaniyetten eser kalmıyacaktır. Bu takdirde günün birinde kendisini yarı yolda bırakacak olan yalancı bir dostla ( nefsaniyetle ) karşı karşıya geçip vicdan hükümleri aleyhine kararlar vermeğe kalkışmanın ne faydası ve manası olabilir? Nefsaniyet ve arzular evvelce de arzettiğimiz gibi tamamile dünya işlerine ve madde ruh münasebetlerine, yani bedene bağlı zaruretlerdir. Günün birinde nefsaniyet ve bütün arzular bedenle birlikte terkedilip dünyada bırakılacak ve bu zaruretler de ortadan kalkacaktır. Fakat buna mukabil vicdan, ruhla beraber bütün serbestliği ile hükmünü istediği gibi infaza muktedir zalim bir hakim olarak sahnede tek başına kalacaktır. Bu gün maddi birtakım imkanları fena şekilde kullanarak vicdanın sesini boğmağa çalışmak pek kolaydır. Zira bu ameliyeye, nefsaniyetin azğınca arzuları büyük mikyasta yardım eder. Binaenaleyh bir insan, daha doğrusu nefsaniyeti galip bir insan; vicdanını boğduğu yerlerde hatta bir az da rahatlık hissedebilir. Maddi ihtiraslarına kavuşmanın vermiş olduğu sevinçle nefsaniyeti onun bu hareketini alkışlar. Amma bu iş hep böyle devam etse iyi. Etmez ki... etmiyecek ki... Günün birinde insanın bedeni bütün nefsani ihtiras ve arzularile birlikte kendisini terkettiği zaman vaktile nefsaniyetine uyup yaptığı işlerden dolayi o insanı kim alkışlıyacak? Ve bütün haşmetile karşısında, hesap sormağa dikilen zalim vicdanına karşı onu kim müdafaa edecek? Gene nefsaniyet mi? Asla! Buradaki asla kelimesinin manasını, ömürlerinde hiç olmazsa bir defacık olsun şöyle böyle küçük ve kaçamak tarzında vicdan azabı çekmiş olanlar pekala takdir edebilirler. Bu takdirde vicdan bütün gürlüğü ile kudretli sesini yükseltip ilahi irade kanunlarının değişmez icabatına uyarak o varlık hakkındaki en ağır hükümlerini verirken o, bu ağır hükümlerin çok acı neticelerine maruz kaldığı zaman bunun, kendisi için hiç bir sun’u taksiri olmadan Allah tarafından veya başka biri tarafından takdir kılınmış bir akibet olduğunu söylemek cesaretini kendisinide bulabilecek midir? Ateşi elile tutan çocuk bile, - eğer aklı bir az eriyorsa – eli yandığı zaman bütün hırsını sadece ağlamakla geçirir ve kimseye bunun için çatamaz. Yani kabahatin kendisinde olduğunu bilir. Demekki mürakabei nefis, ilerde ıztıraplı bir hayattan insanı koruyucu tedbirler alabilmenin yolunu göstermiş veya hiç olmazsa yaptığı kötü işlerin fenalığını daha şimdiden insana duyurmuş olması bakımından da ayrıca büyük bir kıymet halini alır. O şartla ki bu ameliye tam ve yukarda Şihap dostumuzun işaret ettiği noktalara uygun olarak yapılmış olsun.

Bazıları da vardır ki mürakabei nefis mevzuundan adeta ürkerler, nefret ederler. Bu bize göre çok sakat bir harekettir. Bazı kuşlar vardır ki avcı gelirken kafalarını kuma gömerler ve bu suretle güya avcının gözünden kaçabileceklerini sanırlar amma haddi zatında onlar avcının gözlerini değil, kendi gözlerini bağlamışlardır, yani avcı onları gene görür fakat onlar avcıyı göremez olurlar. Eğer bir insan mürakabei nefisten kaçmak veya nefret etmekle, daha doğrusu nefsaniyetinin arzu ve ihtirasları peşinde kontrolsuzca koşmağı tercih ederek hakikaten vicdanlarının kontrolundan kendilerini kurtarmış olabilselerdi o zaman bu tarzı hareketi çok makul görenler bulunabilirdi. Şuna kaniiz ki nefis mürakabesinden korkmamak, kaçmamak, ve bilakis onu sevmek ve ona koşmak lazımdır.

Nefis mahkemesinde o insan oldukça ağır hükümler giymiş olsa bile bu hükümleri onun gene sabır ve tahammülle karşılaması, ilerde gelecek akibetlerin hafifletilmesi hususunda çok faydalı olacaktır. Gene Şihap dostumuz bir tebliğinde, nefis mürakabesi yaparak hatalarımızı görmek ve onların, dünyada iken azabını duyabilmek suretile öbür tarafa götüreceğimiz yüklerini hafifleteceğimizi açıkça söylüyor. 

Yukarki tebliğin açıkça gösterdiğine nazaran nefis mürakabesinden sonra vicdanın menettiği şeyleri, vermiş olduğu bütün kararlara rağmen gene tatbik etmek kudretini göstermese bile bu halin azabını duymasının ona sağlıyacağı kazançlar bile mürakabei nefis ameliyesinin ne kadar faydalı ve ehemmiyetli olduğunu göstermeğe kafi gelir.

Nefsaniyet bir düşman ise, ne ondan kaçarak, ne de onun boyunduruğu altına girerek ona galip gelmek mümkün olmaz. İnsanın mukadderatını cehennem hayatına çavirebilen nefsaniyet düşmanını perişan etmek için onu nefis mahkemesi salonuna sokarak zalim vicdan hakiminin huzuruna çıkarmak ve o hakimin vereceği bu çetin düşman aleyhindeki hükümlere göre onunla göğüs göğüse pençeleşmek lazımdır.

* * *

Nefis mahkemesini açmak ve mürakabei nefis yapmak ameliyesi oldukça basit ve kolaydır. Bunun için en müsait zamanı intihap etmek başta gelir. Bu da insan yatağında akşam, kendisini tamamile yalnız ve başbaşa hissettiği anlardır. İnsan böylece akşam yatağına girdiği zaman; 24 saat zarfında kendi iradesile yapmış olduğu işler neticesinde kimlere neler yapmış olduğunu ve bu yapmış olduğu işlerle kimleri mutazzarrır ettiğini, kimlerin ıztırabına sebep olduğunu, kimlere göz yaşı döktürdüğünü veya kimleri aldatarak iyilik yapıyorum diye kendilerine fenalık yaptığını, kimlere yardım edebilecek durumda olduğu halde omuz silkip geçtiğini, kimlere acıması lazım gelirken acımadıktan mada lakaydı veya istihza ile muamele ettiğini, kimlere karşı taazzum, tekebbür göstererek kırıcı ve istihza edici hareketlerde bulunduğu kimin izzeti nefsini incittiğini... ilh. bir sinema şeridi gibi ve o anların içinde yaşıyarak en ince teferrüatına kadar gözünün önünden geçirmeğe başlar. Bu vakaları hatırlar ve tekrar onların içinde yaşamağa çalışırken bilhassa vicdanının aksülamellerini mütemadiyen ve ehemmiyetle, bir zerresini bile kaçırmadan takip eder. Burada onun vicdanına zalim bir hakim rolü vermesi de şu demektir ki herhangi bir vaka karşısında vicdanının göstereceği reaksiyonu küçülterek değil daima dev aynasında büyülterek görmeğe ve duymağa çalışmalıdır. İşte o böyle yapmak istedikçe nefsaniyetinin ilk zamanlarda gür çıkan, fakat bu husustaki mümaresesi arttıkça cılızlaşan sesini yavaş yavaş kaybetmeğe başlar. Bu ses her türlü müdafaa çarelerine baş vurarak kendisini haklı çıkarmağa uğraşır. Hatta bunun için bazan açıkça ve düpedüz yalanlara, hilelere ve kaçamaklı yollara müracaat etmekten de çekinmez. Mesela, ( ben ona tokadı indirmeseydim o beni öldürecekti, ne yapayım, böyle hareket etmeğe mecburdum. ) Yalan! O da pekala bilir ki o tokadı vurmasaydi öteki bunu öldürmüyecekti. Fakat kendisini müdafaa için o, bütün bu yalan ve dolapları hep haklı ve doğru göstermeğe uğraşır.  
 
İşte nefis mürakabesinde bunların hiç birisi makbul sayılmıyacak ve dinlenmiyecektir. Nefsaniyetin söylediği bütün sözler ne kadar makul ve makbul görünürse görünsün merduttur. Bu sözümüzü hiç de gayri tabii görmemelidir. Burada akla pekala şu gelebilir, canım makul olan bir söz nasıl reddedilebilir? Biz de bu itiraza şu sözle mukabele etmek isteriz: canım, insanı ayağının altına almak istiyen kurnaz bir düşman; bu haince emellerine nail olmak için makul sözler bulup söyliyemez mi? Şimdi, makul konuşuyor diye o düşmanın ayaklarının altında ezilmek için önüne sırt üstü yatıp uzanmak mı lazım gelir? Gerçi o adam mürakabei nefsi sırasında nefsaniyetinin << makul >>, okşayici, ve vicdanın haşin hükümlerine karşı koruyucu mülayim sesini dinlemediği için belki de yaptığı kötü işlerden dolayi sıkıntı duyacaktır, üzülecektir ve azap çekecektir. İyi ya... İşte asıl lazım olan da bu. Zira o bu sıkıntıya düşmekle vicdanına karşı olan borcunu ödemiye başlamıştır bile. Ve sıkıntıdan sonra hafifliyecek, huzur duyacak ve işte o günkü kötü hareketinin ilerde çok pahalıya mal olacak borcunu peşinen ve daha çok rahat ve müsait şartlar altında hiç olmazsa kısmen veya belki de tamamen ödemiş bulunacaktır. Ve zaten o bir defa böyle nefis mürakabesini itiyat haline soktuktan sonra yavaş yavaş hatalarından da tabiatile kurtulmağa başlıyacaktır. Zira bir hata uğrunda çekilen azap ne kadar küçük de olsa gene o hatayi tekrar etmemek için ruhta derin bir intibah husule getirir. Bu da azap ve ıztırabın otomatik ve hayırlı, halaskar tesirlerinden biridir.

Bu ameliyenin her akşam tekrarını adet haline getirmek lazımdır. Eğer dünyadaki insanların ve münevverlerin binde biri bu işi yapabilselerdi dünyamız nisbeten bir cennet olur ve diğer alemlerin gıptasına şayan bir hale gelirdi. Fakat heyhat!... Dünyada bugün nefsaniyet, vicdana ağız açtırmıyacak kadar hakim durumdadır. Allah insanları islah etsin. Ve bu dünyayı korkunç bir cehennem olmaktan kurtarsın.

* * * 

İnsanları mürakabei nefisten, yani nefis mahkemesinde vicdanın vereceği kararları işitmekten uzaklaştıran amillerden biri de kendi nefsaniyetlerinin zebunu ve esiri olduklarını hissetmeleridir. << Kabahat samur kürk olsa kimse giymez >> derler. Yazık ki pek doğru olan bu söz, çok kötü ve sakat bir ruh halinin güzel bir ifadesi oluyor. İnsan bir sürü kötü itiyatlarının zebunudur. Birtakım maddi cazibelerin esiridir. Bir çok temelleşmiş arzuların ve maddi gayelerin getireceğini sandığı mevhum saadetlerin meclubudur. Böyle bir insan nefis mürakabesine koyulmakla bütün bu vahi saadetleri ve gelip geçici hazları kaybedeceğini düşünür ve göynü, yani gene nefsaniyeti böyle bir fedakarlığa asla razı olmaz ve onun için de mürakabei nefisten istikrah eder ve şiddetle kaçar. Çünkü o artık nefsaniyetinin hükmü ve esareti altında mağlup olmuş bir insandır, mağlubiyetini kabul ve teslim etmiş bir esirdir. Bu sözlerden bir netice çıkıyor: şu halde, insan büyük nefis mahkemesinin huzuruna çıkabilmeğe de – eğer henüz hazır değilse – kendisini hazırlamak ihtiyacındadır. Yani bu ali mahkemeye çıkmazdan evvel oraya çıkabilecek cesareti ve kudreti iktisap eylemenin yolunu aramak zorundadır. Bu nasıl olur? Burada kıymetli dostumuz Kadrinin tebliği bize ihtiyacımız olan bilgileri vermektedir.

<< KADRİ: Temmuz 19, 1948

<< Sual – Nefse hakimiyet eksersizini nasıl yapalım?

<< Kadri – Bir gün içinde hatırınıza gelen isteklerinizi gözünüzün önünden geçiriniz. Sizin için faydası olmıyan birtakım iç arzuları kendini göstermektedir. Bunlardan bilhassa hoşunuza gitmesi muhtemel hareketlerden sarfınazar etmeniz sayesinde bu iş yoluna girer. İçinizden bir eğlence yerini gidip görmek gelir. Bu arzu zaman geçtikçe kudretini arttırır. Şayet siz kendi metanetinizi attırmak gayesile bundan sarfı nazar ederseniz bu terbiyeyi kazanmış olursunuz. Canını sıkıldığı için bir şey içmek, bir şey yapmak içinizden gelir. İsrarla bu da yapmamağa azmeder ve yapmazsınız. O zaman arzuların miktarı da azalır. Bu azalış, isteğin bitmesinden değil, sizin irade kudretiniz karşısında o arzuların, kendi yüzlerini göstermemesinden ileri gelir.

<< Vazife ve bir maksat uğrunda gösterilen mukarrer istekler tabii bunun dışındadır. Size hiç bir faydası melhuz olmıyan, sırf eğlence mahiyetini arz eden istekler içindir bu.

<< İnsanlar ne kadar kudret sahibi olurlarsa kendilerini muhitlerine o kadar iyi tanıtırlar. Ve daha büyük işler yapmak iktidarını kazanırlar. Kudretler maddi ve manevi olmak üzere iki kısma ayrılır.

<< Bir memleketin başında bulunan ve büyük işler gören insanlar, tabii kudretli şahıslardır. Bunlardaki maddi kıymet şayet manevisi ile birleşirse o zaman çok büyük bir kabiliyet halinde kendisini gösterir. Peygamber, asrı içinde büyük bir hükümdar, kumandan, ayni zamanda yüksek maneviyat ve ruh sahibi bir şahsiyetti. Yalnız başına sırf manevi bir kudret sahibi bulunsaydi – gene bir kıymet olmakla beraber – büyük hareketlerinin aksi, belki, bu güne kadar gelemezdi.

<< Maddi hareketler üzerinde gösterilecek büyük işlerdir ki maneviyatın mütemadiyen gelişmesini temin eden bir zemin hazırlamış olur. Yalnız maddi kıymetlerle mücehhez büyük irade adamlarının da uzun senelere intikal eden bazı şerefli menkıbeleri olmuştur. Fakat bunlarda da gene yüksek bir ruh kudretinin yardımı daima nümayan olmuştur. Ruhi kudretler maddi enerjilerle birleşmediği takdirde o hareketler uzun ve büyük akisli olamaz. Şu halde maddi sahada devamlı işler peşinde koşmak, insan maneviyatının da kuvvetlenmesine yardım eder. Bir köşeye çekilmiş bir insan bir kütüphaneye saklanmış kıymetli bir kitaba benzer. Onu göz önüne arzedip başkalarının istifadesine yararlı bir hale sokmaktan çekindikçe ne o kitabın kıymet arzetmesine, ne de okumak istiyenlerin ondan faydalanmasına ihtimal bulunmaz. Daima çalışmak, teşebbüs etmek, muvaffakiyet arzusunu taşımak ve bu hareketlere kendi manevi kudretinden ( bu kudretlerin neler olabileceği yukarlarda tekrar tekrar söylenmiştir. B. R. ) parçalar ekliyerek ruh kuvvetini devamlı olarak salındıracak sahalar aramak, güçlükleri yenmeğe azmetmektir ki yeni ve üst devre için lüzumlu bir kıymete kendinizi hazırlamış olursunuz. >>

Demekki bir taraftan insan nefis muhakemesine girebilecek cesaretini böylece hazırlarken diğer taraftan da yukarda Şihap dostumuzun bir az evvel söylemiş olduğu gibi, ne olursa olsun mürakabei nefis ameliyesini yapmağa atılmaktan çekinmemelidir. Zira gene tekrar ediliyor: nefis mürakabesinde vicdanın emirleri tatbik edilemezse bile bundan mütevellit çekilecek sıkıntılar ve iç üzüntüleri dahi aşağı yukarı büyük bir muvaffakiyet gibi, yani o hatayi kısmen tadil ve tashih etmişcesine insanın ruhunda kıymetli ve faydalı tecelliler gösterecek ve ruhun kudretlerini adeta otomatik denebilecek tabii bir yürüyüşle ve tedricen arttırılacaktır. Burada şu mülahazayi de hemen göz önüne koymak icap ediyor: İnsan hangi işe başlarsa başlasın daha ilk adımlarını atar atmaz ondan büyük muvaffakiyetler beklemeğe kalkışırsa çok defa cesaretini kırıcı birtakım hayal kırıklığı ile karşılaşmakta gecikmez. Bilhassa nefsi islah yolunda yapılacak teşebbüslerde bu nokta çok mühimdir.

Burada acelecilik vasfı ile izah edilebilen, insanın takat ve kudretinden fazla bir süratle neticeler almağa çalışmak ve tedriç kaidesini çiğnemek kuvvetli bir düşman olan nefsaniyetin ekmeğine tereyağı sürmek olur. Demekki nefis mürakabesinde ve nefsin islahı işlerinde tutulacak yol insanın; asla kendisini yormadan, bıktırmadan, fazla ve ağır yükler ve külfetler altına girmeden, fakat buna mukabil de bu yolda başlamış olduğu aheste adımlarından bir tanesini bile, hiç bir bahane ile bir gün dahi aksatmadan yoluna sabır, sebat ve azim ile devam etmesidir. Bu şekilde yapılacak hareketlerin asla bir muvaffakiyetsizlikle karşılaşması imkanı yoktur. Azimli ve imanlı bir niyetle ve maksatla atılan her adımın muhakkak surette o niyetin iyiliği ve yüksekliği derecesine göre hayırlı neticeleri ve insana hazırlıyacağı akibetleri olacaktır. Burada nefis mürakabesine bizi hazırlayıcı bir az daha yüksek tertipte bazı faaliyetlere temas eden çok kıymetli bir tebliği daha arzediyorum. Bu tebliği iyice hazmederek okuyan dostlarım, nefis mahkemesi salonuna – oradan muzaffer olarak çıkmak azim ve cesaretile – göğüslerini gere gere girebilirler.

KADRİ: Ocak 31, 1949

<< Bir ağaç sahibi; bir gül yetiştirmek için ne büyük zahmetlere katlanır. Neticede yalnız güzel bir gül elde eder. Ve her gün sarfetmiş olduğu emeklerin mükafatı olarak da bunu kabul eder. Belki bu, verilen emeklere, sarfedilen fedakarlıklara karşılık olmıyabilir. Çünkü o ufak çiçek için bazan aylarca uğraşmak lüzumu hasıl olmuştur. Fakat geçenler unutulduğu için o güzel koncanın manzarası ve yeni bir doğuşun insan üzerindeki neşeli tesiri o fedakarlıkların üzerini ince bir perde ile örter ve sevince sebep olur. Her verilen emek böyle bir kaç ayda karşılığını verebilseydi insan ondan çabuk bıkmazdı. Bir kaç sene boşu boşuna çalışmak, sonra da ufacık bir çiçek elde etmek... Fakat arzun çok büyük, ve nasibin de arzun gibi ise onun büyüklüğü nisbetinde karşılıksız çalışmak mecburiyetindesin. Taki mevsimi hulul edinciye kadar.

<< Bir zaman söylemiştim: Bir ağacı diker ve beklersiniz. Sonra onu kurudu diye söker, köklerini çıkarır, fakat daha yaş olduğunu görür ve teessüre düşersiniz demiştim. Sebepsiz ve vakitsiz üzüntülerle vakit geçirmemek, manasız hareketlere kalkmamak, beklemek ve zamanını anlıyabilmek marifettir. Bazan bir çok seneler hiç bir karşılık görmeden beklemek lüzumu hasıl olur. Bu kadar manasız bir bekleyişin üzerinde sebat edebilmek sağlam bir karakter ve yüksek bir cesarete bağlıdır. Öyle meyve veren ağaçlar vardır ki onların neşvü neması bir çok seneler bazan da bir ömre bedeldir. Fakat gene bunu dikerler. Kendileri o ağaca verdikleri emeklerin neticesini görmeseler bile kendilerinden sonra gelenlere bir yardımı olur düşüncesi, onları böyle karşılıksız fedakarlığa sevketmiştir.

<< Her şeyde muhakkak karşılık beklenmez. Siz kendi ruhi kudretinizi, kendi kabiliyetinizi evvela kendinize isbat ediniz de onun mükafatı er yada geç sizi bulur. Size yetişmese bile arkanızdan gelerek sizi gene bir gün bulur. Siz kendi vazifenizi yapınız bu kadarı da kafidir.

<< İnsanlar daima bir iş mukabilinde bir yorgunluğa katlanmağa alışmışlardır. Hiç karşılık beklemeden yorulmak ahmaklık gibi gelir. Fakat en ufak bir hareketin bile manasız ve maksatsız kalmıyacağını aleminizde onun bir aksinin muhakkak meydana geleceğini bilmelisiniz. Bu hareketiniz size ve civarınıza ne kadar hayır vermişse o kadar müfit neticeler tevlit edecektir. Bunun için, manasız bir iş yaptığınızı düşünmeden siz fedakarlık yapınız. Onun neticesi ister olsun, isterse olmasın. Sizin beklemediğiniz zamanlarda elinize yapışan, sizi refaha kavuşturan, karanlık yerlerde size ışık tutan ve bir iz gösteren, böyle evvelce mükafatını göremediğiniz fedekarlıkların karşılığı ile karşılaştığınız zaman bu karşılığın neye mukabil olduğunu hatırınıza bile getiremezsiniz. Bu size verilmiş bir cevaptır.

<< İradenin kuvvetlenmesine büyük yardımı dokunan hareketlerden biri de sabırdır. Sabır etmesini bilen insan, kendine hakim olmağı öğrenmiş insandır. Kusurlarını mazur göstermek için insanın serdettiği mazeretlerin ve asabiyetin en mühim tedavisi sabırdır. YAPILMAMASINI ARZU ETTİĞİNİZ HER HANGİ BİR KÖTÜLÜĞÜ ŞAYET YENEMİYORSANIZ BEKLEYİNİZ. VE ONU BEKLETİNİZ. Bu sabrı ne kadar uzun zaman göstermek kudretine malik olursanız emin olunuz kazancınız da o kadar büyük olur. Belki de bu irade kudretiniz sizi o kötülükten büsbütün alakoyacaktır. İyilik yapmada acele, kötülükler için de o kadar ağırlık. İnsana bir kıymet verilmesine sebep olan ağır başlılık işte bu gibi işlerde başa alınmalıdır.

<< Büyük bir ırmağın etrafında sıralanmış birtakım salkım söğütler vardır. Onlara bakınız. Altından, asırlardır devam eden ve her gün rengini değiştiren büyük bir su akmaktadır. O, dallarını bu suya batırmış onun gidişini, çırpınarak ve taşlara çarparak akışını seyreder. Yaprakları bazan suya dalar, bazan ondan ayrılır. Yavaş yavaş salınır ve gayet metin bir sabır ve sebat nümunesi gibi karadan uzak. Böyle olmasına rağmen gene büyük bir metanetle hem toprağa iltifat eder, hem de suya neşe salar. İnsanlar onun altına bir parça serinlemek için gittikleri zaman onlarada kollarını açar. Ve herkese elinden gelen yardımı yapar. Fakat hiç bir şey beklemez. Bir gün büyük bir sel onu kökünden koparıp içine alacak, yahut kelbi deline deline içi boşalıp, çöküp gidecek. Fakat gene neş’eli ve sabırlı bir hareketle hedefe doğru sürüklenecek ve hiç bir ıztırabın izini taşımadan süzülecektir.

<< Hayatta tabiat kanunlarına uyan şeylere bakarak örnek alınız. Bir çiçeğe, bir ağaca, bir kuşa, bir taşa, bir toprağa... Sonra da dönüp kendinize bakınız. Onlarla aranızda milyonlarca fark vardır. Fakat onların gösterdiği irade kudretini siz gösteremiyorsunuz. Onların sabrı sizde yok. Onlardan çok üstünsünüz. Sizin kudretleriniz o kadar büyük bir tekemmül göstermiştir ki onlar yanınızda bir cemat, bir hayvan kalmıştır. Fakat siz insanlığınızı her zaman gösteriniz. Ve hatirlayiniz. Nasıl bir kuru dal bir güzel çiçek meydana getiriyorsa sizin ruhunuzun çiçekleri de ondan çok üstün ve güzel olsun. Bir ağacın nelerinden istifade ediliyor? Meyvelerinden, gölgesinden, yaprağından, dalından, odunundan. Sen bir ağaç değilsin. Şu halde senin etrafına temin ettiğin istifade onunkinden pek çok olmalıdır. Bir gül ağacı neler yapıyor. Siz onun çiçeklerinden daha kıymetli şeyler meydana getirin. Onu koklıyanlar, bir gülü koklıyanlardan milyonlarca defa fazla olsun. Ne yapalım, bir çiçek için bir bahçe sahibi nelere katlanıyorsa siz de elinizi incitmek, kalbinizi kırmak, kendinizi üzmek pahasına da olsa böyle fedakarlıklara katlanınız ki sizin de çiçeğiniz böyle güzel ve nazarları çekici olsun.

<< İnsanların birbirine yardımları nasıl büyük bir vazife ise kendine karşı kendi yardımlarını da kabul etmesi öyle bir vazifedir. Bunun için, kendini tanıyarak, bilerek, zayıf taraflarını kuvvetlendirerek, idrak ederek bütün kıymetlerini bir araya toplamalı ve ondan güzel bir çiçek çıkmalı ki heyeti umumiyeye arz edilebilecek bir değerde olsun. Etrafınıza baktığınız zaman, gördüklerinizi kendinizle mukayeseye kalktığınız zaman yalnız şekil ve tavırlarına bakarak değil, onların insanlara verdikleri faydalarile yaptığınız işleri mukayese ediniz. O zaman göğsünüz ilerde, başınız yukarda kalırsa iftihar ediniz. Yoksa, bir ağaç kadar müfit olamadım, bana yazık değil mi diye başınız eğik kalmasın. Dikkat ediniz. Size bu kudreti Allah fazlasile bağışlamış. Eliniz, kolunuz, kafanız işlerken iş başından kaçmıyarak verilen vazifeyi yapmak fırsatını kaçırmağı bir an hatırınızdan çıkarmayiniz. >>

Bu tebliği, nefis mahkemesi salonunda, mürakabei nefis ameliyesi yapılırken zalim vicdan hakiminin daima müracaat edeceği kanun kitabının maddelerinden bir kaçını ihtiva etmektedir. Bu şekilde hazırlanmış olan bir insanın ne mürakabei nefis mahkemesinden, ne ölümden, ne de mukadder akibetinden korkması için ortada hiç bir sebep kalmamıştır.

İnsan öyle ağır şartları haiz bir dünyanın içinde yaşamak zorundaki ilk nazarda bu ağırlığı yenebilmek için lüzumlu imiş gibi görünen nefsaniyetin arzu ve ihtirasları da insanı pekala aldatabilir. Mesela insana öyle görünebilir ki insan nefsaniyetini körletirse sanki yaşaması, hayatta muvaffak olabilmesi çok güçleşecektir. Ve nefsaniyet sanki adeta dünyadaki insan varlığının, çetin hayat mücadelesi karşılığında bir silahı, bir müdafii, sadık bir yaridir. Fakat hal hiç de böyle değildir. Ve bunun tamamile aksinedir. Şimdiye kadar geçen mülahazalar bu noktayi iyice aydınlatmış olsa gerek.   

Bununla beraber hakikaten hayat güçtür ve bu hayat içinde insanın nefsaniyetinden fedakarlık yapabilmesi de ayrıca birtakım güçlükler arzeder. Zira dünya hayatı bu gün maalesef öyle maddi ve öyle kaba bir anlayiş sistemine göre ayarlanmıştır ki bu hayatla ancak nefsaniyet bağdaşabilir ve bu hayat da ancak nefsaniyeti kıymetlendirebilir. Bu gün, makine devri zihniyetine maalesef hakim olan evvela can sonra canan düsturu çıkmaz bir yoldur. İşte bunu kendisine kurtuluş yolu sayan bir topluluğun içinde yaşarken insanın nefsaniyet mücadelesine girişmesi ve bunda muvaffak olabilmesi kolay değildir. Fakat ne yapalım, büyük neticeler güçlükler ve manialarla dolu bir çalışmadan sonra elde edebilir. İnsan vicdanının gösterdiği ilahi yollarda yükselmekteki süratini ancak böyle çok ağır şartlar altında nefsaniyet düşmanını yenmek suretile kazanabilir. Bu da bu günkü insanların yüksek mukadderleri icabatından olarak alacakları büyük ve hayırlı neticelere istihkak kesbedebilmeleri için kurulmuş bir dünya hayatına vabestedir. Ve böyle çok yükseklere, çok mesut mukadderlere hazırlanabilmesine fırsat bahşettiği için de bu günkü hayat şartlarının bu ağırlığı ilahi bir lütuftur. Onun için insanın etrafında bir sürü zorluklar vardır. Bu zorluklar hadiselerden gelir, eşyadan gelir, tabiattan gelir, insanlardan gelir, içtimai hayat şartlarından gelir ve en çetini olarak da bizzat kendi nefsaniyetinin sönmek ve doymak bilmiyen ihtiraslarından gelir... ilh. Bu kadar güçlük içinde  muzaffer olmak  üzere girişilmesi lüzumlu olan nefsaniyet mücadelesine evvelce bir cihadı ekber demekle hiç de hata etmiş olmadığımızı sanıyoruz.

Bununla beraber bu mücadeleyi mümkün olduğu kadar kolay yollardan idare etmek ve kudretleri fuzuli yere israf etmemek için tedbirler almak da ihmali caiz olmıyan harekettir. İşte bu hususta alınacak en mühim tedbiri büyük kadri dostumuz bize çok açık ve anlıyabileceğimiz bir mana içinde izah ediyor:

KADRİ: Temmuz 23, 1947

<< Zamanın icapları bütün varlıklar üzerinde muhtelif şekilde tesirler icra eder. Bu tesirler her varlığın kendi öz kudretine göre muhtelif durumlarda birtakım yeni yeni tezahürler halinde kendisini gösterir. Onun için her yeni karşılaşılan durum ile o varlığın kudreti arasında devamlı bir mücadele mevcuttur. İşte bu mücadelenin normal bir hale gelip iyi ve verimli bir netice verebilmesi için ya o günkü icapların tesirlerini bir az azaltıcı tedbirler almak, yahut ruh kudretinin mukavemetini muhtelif tecrübe ve birtakım terbiyelerle yükseltip o icaplara uyacak hale sokmak zarureti vardır. Aksi halde muvaffakiyet değil, devamlı bir mücadele, neticesiz bir savaştan başka elde bir şey kalamaz.   

<<  Bulunduğunuz asrın size tahmil etmiş olduğu ne gibi işlerin bulunacağını iyice düşünerek onları, günlük hadiselerin sizin ruhunuzdaki akislerile bir defa karşılaştırmanız lazımdır. Bu tesirler sizin ruh kudretinizi sarsacak bir hale gelmiş bulunuyorlarsa o zaman siz bu hadiseleri azaltıcı tedbirleri bulmakla mükellefsiniz. Yahut kendi ruh kudretinizi buna uyacak şekilde yükseltmek yolile galebe çalacaksınız.

<< Bu iki yoldan birincisi, bu gün ve sizler için daha mümkün, ikinci yol ise çok evvellerden İsa ve Muhammet zamanında tatbikine imkan olan bir hareketti. Onlar, kendi ruhi kudretlerini terbiye ederek o zamanın hadiselerini bu ruh kudretlerile muhakkak ve müsbet bir şekilde karşılıyabilirlerdi. Yani kendilerine hakaret eden ve tokat atan bir adama ruh kudretlerinin yüksekliği eseri olarak öbür yanaklarınıda uzatırlardı.

<< Siz, bulunduğunuz zaman içinde bu hareketi yapamayıp birinci şekli tatbik ederseniz muvaffakiyetiniz daha verimli olur. Yani siz o icapları değiştirme yollarını bulmağa çalışacaksınız. Daha açık söyleyeyim: Size böyle bir hareket yapmak istiyen şahsa bu hareketi yaptırmamak, onun bütün düşüncelerini değişik bir yola sevketmek çarelerini arıyarak o günün icabını başka bir şekle sokmak suretile muvaffakiyet kazanacaksınız.

<< Bu söylediğim misal yalnız bir tokat hadisesinde değildir, her gün sizinle karşı karşıya bulunan bir çok hareketler sizin ruhunuzda ayni şekilde akisler bırakmaktadır. ( 1 ) Siz bunları zamanın ve kendi varlığınızın ve hayatınızın icaplarına uyacak bir şekilde geliş istikametlerini değiştirerek o hadiseleri yenmek çarelerini arayiniz. Tabii bu esnada sizin ruhi kudretleriniz de müşterek çalışacak ve muvaffakiyet iki yoldan olacaktır. Fakat görünen hareket birinci kısımda tam bir temerküz halinde kendini gösterecektir. Bu şekilde ancak sizin için hayati ve ruhi şartlara en uygun bir tedbir alınmış olur. Sizin sıkıldığınız hadiselerde tutmak istediğiniz yola bir esas olmak için bunları yazdırıyorum. Siz bunlardan kendi kudretiniz ve istifadeniz derecesinde müstefit olabilirsiniz. Fazlasını söylemek imkansızdır. Siz de bunu takdir edersiniz. Bir yolu tamamen açık olarak göstermek tamamen menedilmiş bir kanun gibidir. Bu kadarını bile ne büyük fedakarlıklarla söylediğimi takdir ediniz. Yalnız ne demek istediğimi anlayiniz bu kadarı kafi.

( 1 ) Bu tebliğ elime yeni geçtiği sırada oradaki tavsiyelerin tatbikatı sayesinde oldukça hatırı sayılır bir kötülükten kurtulmuştum. Tramvayda otururken münasebetsiz adamın birisi yanıma dikilerek elini omuzuma koyup dayanmağa başladı. Evvela bunun farkında olmıyarak yapılmış bir hareket olduğuna zahip olarak kendisine bir şey söylemeden vücudümü biraz geriye çektim. Adam bundan mütenebbih olacağı yerde büsbütün elile omuzuma bastırmağa başladı. Öyleki bir az ileri gitsem ötekinin büsbütün azacağını farkedince hemen aklıma bir gün evvel okuduğum Kadri dostumun tebliğindeki sözler geldi ve kendimi topladım. Buna karşı onun bu hareketini tadil edici bir çare olmak üzere: hemen yerimden kalkarak adama nezaketle ( kardeşim, dedim. Ben epice oturdum. Yorgun değilim, siz buyurun oturun ) Adam, teşekkür bile etmeden oraya oturdu ben de yanından uzaklaştım. Fakat ayni adam iki istasyon ilerde yanındaki başka bir adamla ehemmiyetsiz bir sebepten dolayi döğüş etmeğe başladı. 

<< İnsan dünyaya geldiği andan itibaren devamlı bir mücadele içinde yuvarlanmağa mahkumdur. Bu, işte hayattır.

<< Her safhası ayrı bir şekil gösteren, insana bazan çok acı, bazan tatlı anlar yaşatan, fakat sebebi ve manası ve maksadı ne olduğu anlaşılamıyan ve uzun gibi görünüp geçen bir faaliyettir. İşte bunun adı hayattır.

<< Hayat ebedi varlıkların tekamülü için kurulmuş bir yolun başından geçmeğe hazırlanan bir varlığın ilk adımını attığı bir merdivendir. Bunların kademeleri gittikçe yükselir, yükselir. Fakat bu yükselişin muhtelif dereceleri olmakla beraber iktisap edilen irtifa çok azdır. İşte bunun adı hayattır.

<< Bu başlangıç çok uzun ve girift yollardan istikametini çizen ilk hareket noktasıdır ki insanlar durmadan aldıkları hız ile ileri doğru fırlarlar. Ve bazıları bu hızla o kadar yükseklere ve yukarlara çıkarlar ki oradan katetmiş oldukları mesafeye baktıkları zaman gözleri kararır. ( sizin de bunların arasında bulunmanızı ne kadar candan isterim.  )  İşte bunun adı hayattır.

<< Mücadele, devamlı bir kavga ve her mücadelede olduğu gibi dayak yeme, göz yaşı dökme, azap çekme safhaları bu geçen günlerin birer icabıdır. Ve böyle olması, sizin de bunların içinde bulunmanız lazımdır ki bunun adı hayattır.

<< Başka yolun, başka istikametlerin her birinin geçit yerleri, köprüleri hepsi burada başlar. Atladığınız nisbette, kendi hızınızın aldığı kudret nisbetinden bu bir kaç yolu birden aşarak, bir çok yeni istikametlerin eşiğine varmak kudretini bu geçirdiğiniz anlarda kazanmış olursunuz ki bunun adı hayattır.

<<Bu devamlı mücadele içinde benliğini tanıyarak, kendi gittiği yolu seçerek, bilerek istediği istikameti kendi ruhunda tayin etmek kudretini kazanmış olanlar pek çoktur.

<< Fakat yalnız kavga ve hayat düşüncesi ile bir günün ertesi sabahı olmıyacağını sanarak sadece kendilerini bu toprağa bağlamış bulunanlar da vardır ki işte bunun adı hayattır.

<< Siz mücehhez bulunduğunuz yüksek kudretlerinizi daima hareket halinde ve uyanık bir şekilde bulundurdukça yollarınız her zaman açık ve parlak olur. Ben size çok yazdırdım. Siz neticelere değil, teşebbüslerinize bakınız. O işe teşebbüs etmek onun neticesini almaktan çok daha büyüktür. Mademki siz uyanıksınız, bütün ruhi kudretlerinizi tam bir randımanla harekete geçirmeğe bu gün için imkan bulamasanız bile icabında bunları kullanabileceğinize inanınız var ya bu bile size muvaffakiyetiniz ve iyi neticeler almanız için kafidir.

<< Fakat bu kadar hercümerç içinde, bu devamlı mücadelede bir toz zerresi kudretinden başka bir şey olmıyan bir varlığın çok tabii olarak uğrıyacağı bir çok engeller vardır. Siz bu engellere çarparak ve mücadele ederek yükselecekseniz, unutmayiniz. Bu mücadeleniz, yeter ki sizin iyi düşüncenize ve kudretli varlığınıza kadar aksetsin ve her mücadelenin sizin varlığınızda iyi bir netice ve tesiri bulunsun. İnsanların uymağa mecbur olduğu birtakım kanun, nizam ve zorluklar vardır. Tabiat kanunlarının vermiş olduğu müşküller bir varlığa yetmiyormuş gibi birtakım içtimai zaruretler de bu kanunların kudretini büsbütün arttırmıştır.

<< Çok eski zamanlarda yaşıyanlar muhakkak ki sizin maruz kaldığınız engellerden çok azlarına tesadüf etmişlerdir. Asır ilerledikçe, medeniyet arttıkça hayata bağlılık ve ruhi kudretlerin kendi inkişaflarını göstermelerindeki zorluk da o nisbette artar. Tabii bu müşkülat içinde eskilerin vardıkları mertebelerin yarısına bile varmak çok büyük bir muvaffakiyettir. Birtakım maddi huzuzatı tatmamış olanların ondan fedakarlık etmelerinin hiç bir kıymeti yoktur. Fakat görüp, anlayip, bildikten sonra fedakarlık etmek diğerlerine nazaran çok mesafe almak demektir. Size verilmiş olan vazifelerin hüsnü surette ifası; sizin mücadeledeki kudretinizin, çalışmanızın, azim ve iradenizin faaliyetlerine çok bağlıdır. >>

Dünya şartları ağırdır, denildi. Hakikaten, insanın nefsi ile mücadelesini güçleştiren bir sürü dış amiller adeta insanı çileden çıkarırcasına onun etrafını sarar. Mesela yolda giderken birisi ona çatar, bir saygısızlık gösterir. Veya daha ileri giderek nefsaniyetini tahrik edici hareketlere kalkışır. Zaten pusuda bekliyen nefsaniyet bu hareket karşısında kabarır. Ve o anda o adamın o zamana kadar kurmakta olduğu güzel bir binayi berbat etmeğe kafi gelecek kötü bir harekete onu sürükliyebilir. İşte bu durum karşısında muhterem Kadrinin yukarki tebliği bizi kafi derecede aydınlatmaktadır. Yani burada yapacağımız şey karşımızdakini, bize kötü bir hareketi yapabilecek duruma sokmamağa çalışmak ve bunu evvelden önlemeğe uğraşmaktır. Bu suretle hem o, hem biz kazanmış oluruz.

Gene Kadri dostumuzun aşağıdaki tebliği nefsin islahında çok mühim rolu olan fedakarlık ve diğerkamlığın nefsaniyet ve vicdan karşısındaki durumu hakkında bizi aydınlatmaktadır. Bunları okudukça insanın yolu açılır. Ve önündeki güçlükleri yıkabilmeğe kafi gelecek kudretleri süratle inkişaf eder.

KADRİ: Ağustos 17, 1950

<< Solgun ufukların arkasından doğan bir ay, bir dünyayi aydınlatırken bunun aksi tarafında bulunan bir alemi de koyu bir zulmet istila eder. Her tarafın nur içinde bulunması her zaman imkan dahilinde değildir.

<< Bir zulmetten sonra kavuşulan büyük bir aydınlık insana hakiki sevinci hissetmesine en büyük bir medar olur. Gök yüzünde devamlı olarak her gece bir ay mevcut olsaydi onun muayyen fasılalarla görülmesini iştiyakla bekliyenlerin mevcudu muhakkak daha az olurdu.

<< Elden kaçan ve az olan nimetler insanı daha çok cezbedici sebeplerdir. Bir şeyin azlığı onun kıymetini gösterir. Çokluk değil, öz ve hakiki olanlara kıymet atfedilmenin ehemmiyeti bundan ileri gelir.

<< İnsanlar ıztırap ve zulmeti tatmadıkça hakiki bir nura kavuşmanın saadetini hissedemezler. Hayatta geçen günler daima birbirinin ayni olsaydi yaşamanın zevki daha az, dünya da büyük bir tecrübe sahası olmağa layik olmıyacak kadar bıktırıcı ve usandırıcı olurdu. Bazan gülerek, bazan ağlıyarak insanı, gittiği yolda oyalayici birer unsur haline gelmiş olan bu hareketlerdir. Bu muhtelif hayat içinde kendi ruh kudretini göstermek gibi bir kabiliyete mazhar olmakla yapılacak vazifeyi kolaylaştırmak imkanı elde edilmiş olur. Karun kadar zengin olarak devamlı şekilde dünyada yaşamaktan hiç bir zevk almağa imkan yoktur. Yalnız bu kudretle de, vazife ifasını kolaylaştırıcı sebepleri elde etmek mümkün olamaz. Bütün hayatı fakru zaruret içinde geçmiş bir insanda bir çok işlerinin aksamasına karşılık elde ettiği tecrübelerle, o karuna yaklaşması ve onu geçmesi de mümkündür. Fakat o Karun da o fakirin kudretine yaklaşacak bir dirayet gösterirse onun da tasavvur edemiyeceği kadar büyük bir mertebeye varması imkanı daima mevcuttur.

<< İnsanlar ağlıyarak, bağırarak, birbirini çiğniyerek bir kütle halinde bir yere doğru akıp gidiyorlar. Bu akında önlerine çıkan engelleri de beraber sürükliyerek daha binlerce mihnetzedeyi kendilerine ekliyerek daima mevcudunu arttırmakta fakat  ulaşacakları malum hedefleri olmadığından yakıp yıkmanın arkasını bir türlü getirememektedirler. Bu kütlenin önünde aciz bir vücutla direnmek, onu durdurmağa hiç bir zaman kifayet etmemekle beraber bu çığın hiç olmazsa bir az sarsılmasına, bir kaç bahtsızın bu felaketten kendilerini tahlis edebilmelerine bu direnme belki sebep olabilir. Bir kütleye, kütle diye uymak değil, onun hedefini tasvip etmek veya etmemekle ona iltihak kararını vermek lazımdır. Her zaman çokluğun kararı doğru olamaz. Bazan azlık da kendi yüksek kudretile bu çokluğu durdurmuş ve onun başka istikametlere tevcihine imkan bulabilmiştir. Milyonların gittiği yolu bir tek şahıs başka tarafa yöneltmiş ve beşeriyetin bir felah izine sapmalarını temin etmiştir.

<< Bir adam bir kütle ile uğraşmaktan aciz bir zavallı ne yapar diye düşünmek değil, bir tek kişinin yardımı ile o kütleden bir kişinin eksilmesine amil olmağa azmetmek lazımdır. Kalbden gelen bir kudretle doğruyu hissetmek ve çokluğa uymakla değil, hakikate ermeğe gayret etmekle insan kendi felahını bulur. Sen de o kütleden isen onlarla, değisen yalnız kendi kudretinle öğün, hiç bir zaman ruhi ihtiyacına cevap vermiyen hisler altında zebun olmak esaretini kendine mal etme. Layık olacağın mertebe, senin ezelden erişmek kaygısını taşıdığın bir emeldir. Onun, seni ikaz etmek istediği hislerden fariğ olmadıkça hatırına gelen bir çok fikirlerle emelini çevirmedikçe o, sana gideceğin yolu her zaman gösterecektir. Emin ol. Ve öyle adımını at.

<< Hayat bir tecrübe ise onun içinde kendi kudretini en bariz şekilde kendine göstermekle mükellef bir mümeyyizsin. SEN KENDİ KENDİNE KARŞI İMTİHAN EDİLEN BİR TALEBE VE HİÇ BİR İLTİMAS TANIMIYAN ZALİM BİR HOCASIN. Sende iki cevher mevcut ki biri seni yetiştirmeğe gayret sarfetmekte, diğeri de yetişmeğe uğraşmaktadır. Biri dersten yılan bir talebe, diğeri amansız, müstebit bir rehber. Sen bunların her ikisinide göz önünde tutup kendi hükmünü daima kendin verecek, başkaları da senin bu hareketinden bir ders alacak ve sen ayni zamanda bir de yol gösterici olacaksın. Vazifeni alırken sana ışık tutucu kudret gene senin ruhuna bahşedilmiş, başkalarına yardım için de kendin vazifeli kılınmışsın. Ne kadar cevherli bir talebe olursan mümeyyiz tarafın o kadar taleblerini arttıracak, sen tenbel oldukça o senin islahından ümit kesince seni yalnız başına bırakacaktır. Sen ondan ayrılmadıkça, onun zulüm ve istibdadına boyun eğdikçe o talebe ortadan kalkıp bütün hakikate aşina bir varlık olacak ve bu muhtelif şahsiyetlerin, yalnız senin ruhunun tecrübe ve kudretini arttırıcı bir vasıtadan ibaret olduğunu anlıyacak ve doğruyu o zaman öğreneceksin.  

<< Çile çekmek, ıztırap duymak, teessür ve azap içinde bulunmak hiç bir şey ifade etmez. Bunlar senin bir ufkunda ay doğarken diğer bir ufuktan bu ayın batışını gösteren delillerdir. Senin teessürün belki başkasının saadeti için bir hazırlık, senin sürurun diğerinin ufkundaki bir hilalin batmıya başlamasıdır. Senin hayatın da böyle birtakım cevherlerden dolanmakta, bir ufuktan batarken diğerinde kendini göstermekte, ruhun yeni bir tecrübe devresine başlamaktadır.

<< Hayata olduğu gibi intibak edebilmek onun tesirinden çok azaba kapılmamak, geçici sevinçlere kendini bırakmamak, büyük kütle karşısında tek bir varlık, fakat hakikate erişmek azmini güden kudretli bir varlık olarak dikilmek azmini bırakmamak lazımdır.>>

* * *

Nefis mürakabesi bahsini kapatmazdan önce, bu mevzuda haklı olarak akla gelmesi melhuz bulunan bir nokta üzerinde durmak lazım geliyor. Bu kitabımızda sırası geldikçe mütemadiyen varlıkların hürriyet ve serbestliğinden bahsettik. Halbuki şimdide nefis mürakabesi diye açmış olduğumuz bir bahiste insanın hürriyetini her noktada tahdit edici kayıtlara tabi tutulması zaruretini öne sürüyoruz. Burada bir karışıklık var gibi görünüyor, acaba bu halin içinen nasıl çıkabileceğiz gibi bir sual akla gelebilir. Öyleya nefis mürakabesi, insanın bir çok şeyleri yapmaktan menedilmesi gayesine matuf bir harekettir. Böyle olduğu takdirde hürriyet nerede kalır!...

Evvela hürriyet nedir?... Hürriyet hakkında insanlar bir çok şey söylemişlerdir. Bununla beraber hürriyetin hakiki manası bütün insanlar tarafından gene iyi anlaşılmış değildir. Umumiyetle insanlar hürriyeti, istek ve arzularında hareket serbestliği manasına almağa mütemayil görünürler. Fakat bunun ne gibi mahzurlar doğurabileceğini de derhal hissettiklerinden hemen, hürriyetin hududunun, başkalarının hürriyetine tecavüz etmemek olduğunu da ileri sürmek zaruretini duyarlar. Halbuki samimi düşününce herkes pekala bilir ve kabul eder ki her noktasında tahdit edilmiş bir serbestlik hakiki hürriyet sayılamaz. Ama, dünyada herkesin istediğini yapabilir manasına gelen hürriyeti de tatbik etmeğe asla cevaz verilemez ve imkan da yoktur. Zira bu manada kabul edilen hürriyetin cemiyetteki tatbikatı kargaşalık, anarşi ve felaket doğurur. Bunu da kimse inkar edemez. O halde insanlar için hürriyete kavuşmak mümkün olmıyacak mı? İşte çatallı bir sual!... İnsanlar arasında sakat ve müphem manasile anlaşılan hürriyet insanların, cemiyetin emniyeti ve selameti bakımından dünyada tatbikat sahası bulamayince bu mefhum bir sözden mi ibaret kalacaktır? Evet... 

İnsanların arzu ve temayüllerinde serbest kalmaları manasına gelen hürriyet dünyada ve bilhassa medeni ve yüksek insan cemiyetlerinde asla bahis mevzuu olamaz ve böyle bir hürriyete kavuşmak iddiası da hiç bir vakit gerçekleşmesi mümkün olmıyan bir vahimeden ibaret kalmağa mahkum bulunur. Fakat bu sözlerimin kapalı kalmaması için biraz daha açıklanmasını arzu ederim.

Şu odada on beş kişi oturuyor ve sohbet ediyoruz. Hiç birimiz teamül haline girmiş olan bu toplantının icaplarına karşı gelemiyoruz. Mesela içimizden birisi hiç bir münasebeti yokken – canı istedi diye – kalkıp bağıra bağıra bir şarkı söyliyemiyor, ortada bir kaç taklak atamıyor ve hatta bazan bir ayağını diğerinin üzerine bile atıp oturamıyor. İstediği gibi konuşamıyor, aklına gelen her hareketi yapamıyor. Hatta denildiği gibi başkalarının hürriyetinin tahdidine müteallik olmıyan hareketleride yapmağa mezun bulunmuyor. Mesela herkesin sohbete dalmış olduğu bir sırada kendisi onların ortasında gazetesini çıkarıp okuyamıyor... İskemlesinden kalkarak odanın orta yerine herkesin yanında bağdaş kurup oturamıyor ilh... Peki ama bu odadaki insanların hürriyeti nerede kaldı?.. Haydi bunun aksini alalım, yani bu 15 kişiye, istediklerini yapmak hürriyetini verelim. O zaman da burası tımarhaneye döner. Birinin canı konuşmak isterken diğerininki şarkı söylemek, üçüncüsününki uyumak, başka birinin ki dansetmek, diğerinin ki kavga etmek, ona buna çatmak ilh... ister. Halbuki cemiyet hayatı buna asla müsait değildir. Bir odada, bir kaç kişiden mürekkep bir topluluk içinde cari olan bu hal büyük bir insan topluluğu, bir cemiyet içinde daha çok geniş ve sıkı kayıtlara tabi olarak mevcuttur. O halde herkes, en küçüğünden en büyüğüne kadar istediği her şeyi ancak başkalarının müsade ettikleri, hoş gördükleri nisbette yapmağa mezundur. Ve illa onu yapmaktan menedilmiştir. Esasen insanların bir kısmı bu kaideye riayet etmedikleri veya edemedikleri için tımarhanelere düşerler. Buna da hürriyet demezler. Bu manada kabul edilmiş olan hürriyet, bir hapishane hücresinden sımsıkı kapalı bulunan bir insana: İşte burada tamamile hürsün, istediğin gibi hareket edersin, demeğe benzer.

Şu halde insanlar arasındaki topluluk hayatında yukarki manada kabul edilen bir insanın hürriyeti ancak diğerlerinin hürriyetlerinin az çok tahdidi bahasına mümkün olabilir. Mesela çok çirkin sesli bir adam sokakta bağıra bağıra şarkı söylerse bu ancak diğerlerinin istemedikleri halde o kötü sesi dinlemeleri bahasına mümkün olur. Keza canım istiyor diye birisinin ensesine tokat atan bir insan ancak o adamın müsamahası ve müsaadesi ile bu işi yapmağa mezun sayılır. Ve illa iş kötüye gider. İşte böyle birisinin hürriyeti ancak başka birisinin hürriyetinden yapacağı fedakarlık nisbetinde mümkün ve kaabili tahakkuk olunca kesif bir topluluk içinde ve mütekabil münasebetler dahilinde yaşamak durumunda bulunan insanlar arasında bu manadaki hürriyet bir vehimden ibaret kalır. Ve öyle kalması da lüzumludur, zaruridir, çünkü aksi takdirde cemiyet hayatının selameti ve ehemmiyeti ortadan kalkar ve o cemiyet devam edemez. İşte bunun içindir ki dünyada hürriyet yoktur. Ve gene hürriyet olmadığı içindir ki hürriyete teşne olan ve hürriyet içinde yaşamak şiarile muttasıf bulunan insan ruhu bizzarure hürriyetten mahrum olduğu müddetçe o mahrumiyetinin ıztırabı içinde kıvranmaktadır ve onun hürriyet hakkındaki bu sakat anlayişi devam ettikçe de daima kıvranacaktır. İşte bence, dünyanın sıkıntılarının, üzüntülerinin, hatta azap ve işkencelerinin çoğu da bundan, yani ruhun mühtaç olduğu hürriyete kavuşamamış olmasından ileri gelmektedir.

Fakat ruhun ihtiyacı olan asıl hürriyet, insanların umumiyetle anladıkları ve elde etmek istedikleri hürriyet değildir. Yani insanın arzu ve temayüllerini yerine getirmek manasına gelen bir hürriyet ruhun istediği, beklediği ve özlediği hakiki hürriyet ve serbestlik değildir. Bu bilakis esarete doğru bir akıştır. Ruhun ihtiyacı olan hürriyet eğer insanlar tarafından anlaşılır ve kabul edilirse o zaman dünyada hiç bir surette, hürriyet hiç bir kayda ve tahdide tabi tutulmadan bütün icabatı ve hudutlanmıyan şümulü ile gerçekleşir ve cemiyet, insan toplulukları tarafından tahdit edilmek şöyle dursun, hatta genişlemesi şümullenmesi teşvik edilir ve kolaylaştırılır. Zira ruhların özleyişlerine uygun olan böyle bir hürriyet ayni zamanda cemiyet hayatının çok mübrem olan ihtiyaçlarını tam manasile karşılayıcı imkanları da beraberinde taşır.

Şu halde hürriyet nedir, sualini sorarken böyle bir hürriyeti kasdetmiş olmamız icap eder.

Doğrudan doğruya yapılan tarifler yavan ve akamete mahkumdur. Zira insan müfekkiresi bunlara ekseriya ma’kes olamaz. Onun için bahsimizle ilgili olan bu çok mühim mevzuu, yani hakiki hürriyetin tarifini veya izahını gene usulümüz üzere misaller çeşitli mülahazalar içinde sevgili okuyucularımızla birlikte yapmağa çalışacağız. İşte en kaba bir misalle başlıyalım.

Kapalı bir odada iki kişi yaşamaktadır. Bunun birine A..., diğerine de B... ismini veriyoruz. Şimdi durup dururken A... kalkıyor ve  sürahiyi alarak B...nin kafasına geçiriyor. Ve onun kafasını yarıyor. A... bu işi elbette bir maksat tahtında yaptı. Veya canı öyle istediği için yaptı. Bununla beraber o, hareket serbestliğini, yani hürriyetini kullandı. Fakat buna mukabil B... de duracak değil ya. O da A...ya mukabelede bulundu  ve onun bu kötülüğünü akim bırakıcı veya onu cezalandırıcı hareket teşebbüslerine girişti. Oda bunu yapmakta kendini haklı saydı. Zira A... kendi hürriyetini kullanmakla beraber. B... nin de o odada selamet ve emniyetle yaşamak hürriyetini ihlal eyledi. İşte bu yüzden B... A...nın müteakip hareketlerini önleyici mukabil hareketlerde bulundu, yani o da A...nın hürriyetini ihlal etti. Şimdi demekki bu iki insan birbirinden ya zarar göreceğini düşünerek veya birbirine fenalık yapmak istiyerek mütekabilen hürriyetlerini ihlal ettiler. Fakat acaba bu iki insanın bu suretle birbirine zarar verici hareketlerde bulunmasının amili ne olsa gerektir? İşte bu sualin cevabını vermeğe başladığımız anda mevzuumuzun tam göbeğine parmağımızı basmış oluruz.

A...nın durup dururken kalkıp B...nin kafasına sürahiyi indirmesinin sebebi nedir, yani bu adam bu kötü harekete kendisini sevkeden ruh hallerine hangi amilin tesiri altında kalarak düştü?... Bu kitabımızı okuyan bütün sevgili okuyucularımız bu sualin cevabını, gözlerini kırpmadan verirler ve bu amilin nefsaniyet olduğunu derhal söylerler. Bu neden nefsaniyet olsun?... Çünkü A...nın bu hareketi yapması hususundaki mümkün ve muhtemel olan bütün sebepleri ele aldığımızda, bunların içinde bir tanesini bile bulamayiz ki hotkamca değil de diğerkamca bir gayeye matuf olarak yapılmış olsun. Mesela A... intikam duygusu ile hareket ederek B...ye böyle bir kötülüğü yapmak fiilini irtikap etti. İşte hotkamlık ve nefsaniyet!... Mesela, A... kendisine rakip gördüğü B...nin vücudünü ortadan kaldırmak için bu işi yaptı. İşte hotkamlık ve nefsaniyetin en kötü nümunelerinden birisi!... Mesela, kendisinin B...den daha kuvvetli, üstün ve kabadayı olduğunu ona göstermek için sürahiyi onun kafasına geçirdi. Gene hotkamlık ve nefsaniyetin budalaca ve ahmakça tezahürlerinden birisi!... Mesela, sırf B... nin kafasını yararak onun ıztırap çektiğini görmek ve bundan bir zevk duymak istedi. Ve bu suretle de canavarca bir nefsaniyet duygusunun esareti altında zebun olduğunu gösterdi. Ve mesela bunların hiç birini düşünmedi de sırf canı böyle istediği için yaptı. İşte nefsaniyet düşkünlüğünün ta kendisi!... B...ye gelince: o da ayni düşüncelere benziyen hotkamca ve nefsaniyete zebun bir haleti ruhiye içinde A.... ya mukabele etti ve ona mukabil kötülüğü yaptı.

Birde aynı misali ters tarafından ele alalım. A... parasız ve sefil kalan B... ye kendi yiyeceğinden bir kısmını ayırarak verdi ve bunu da ondan hiç bir karşılık beklemeden yaptı. Şimdi acaba A... nın bütün bu hareketinden dolayi B... tarafından kendi hareketlerini tahdit edici herhangi bir müdahele vaki olabilir mi? Elbette olamaz. Çünkü A...nın yaptığı bu işin kendisi için hayırlı olduğuna B... tamamile kani olmuş ve ona güvenmiştir. Binaenaleyh o, A...nın bu hareketine mani olmak şöyle dursun hatta ondan bekler ki bu hareketin o, daha çoğunu yapsın. Onu bu gibi hareketlerinde teşvik eder, alkışlar ve daha serbestçe hareketini temin etmek için elinden gelen yardımı ona yapar. Yani iş evvelkinin tamamile aksine cereyan eder. A...nın B...ye bütün hareketlerinde böyle diğerkamca bir gayeyi güttüğünü ve ona karşı hotkamca hiç bir hareketi yapmağı aklına getirmediğini düşünelim. İşte o böyle yapmakta devam ettiği müddetçe, oda arkadaşı tarafından hürriyetinin hiç bir vakit, hiç bir surette ihlal edilmesi bahis mevzuu bile olmıyacak ve A... ona karşı yapacağı bütün hareketlerinde tam manasile hür olacaktır. Zira onun bu hareketinden B... hiç bir vakit mutazarrır olmıyacağı gibi, bilakis faydalanacaktır. Ve bu bakımdan da onun hareketlerini tadil etmek ve hürriyetine karışmak lüzumunu ve ihtiyacını duymıyacaktır. Demek ki bir odada yaşıyan iki arkadaşın birbirine karşı yalnız vicdanlarının emrile yapacakları işler hiç bir zaman tahdide tabi tutulmıyacak ve onlar bu hareketlerinde serbestliklerini ve hürriyetlerini istedikleri gibi ve kolayca kullanabileceklerdir. Daha doğrusu birisinin hürriyetini tahdit edecek diğerinin hürriyeti bahis mevzuu olmıyacaktır, yani böyle hürriyetler asla çarpışmıyacak ve karşılaşmıyacaklardır.

Şimdi büyük bir insan topluluğunu, bir cemiyeti ele alalım: Eğer bu cemiyetin bütün fertleri böyle diğerkamca, yani nefsaniyetlerini tamamile veya mümkün mertebe kırarak az çok vicdanlarının emrile hareket ediyorlarsa bu fertlerin hürriyetleri nasıl tahdit edilebilir ve niçin tahdit edilsin?... O cemiyette bulunan her fert bilir ve takdir eder ki karşılaşacağı her insanın bütün hareketleri ancak kendisinin ve cemiyetin faydalanması ve iyiliği içindir. Buna inandığı anda o, karşısındaki adamın hareketlerini tenkit veya tahdit değil, bilakis tebcil ve takdir eder. İşte ruhun özlediği, cemiyetin mühtaç olduğu hakiki hürriyet budur.

O halde hakiki hürriyeti ancak diğerkamca gayelerle yapacağımız işler ve hareketlerde aramalıyız. Diğerkamca, yani vicdanının emrine uyarak yaptığı işlerden dolayi hiç bir insanı takyit etmek mümkün değildir. Böyle bir hareket gayri tabii ve tesirsiz olur. Büyük bir coşkunlukla akan bir seli nasıl hiç kimse tersine çeviremezse insanın sırf ve arkasında hiç bir nefsani gayenin barınamadığı diğerkamca hareketlerini de hiç bir insan, hiç bir kuvvet durduramaz ve tahdit edemez. Bunların ikisi de ilahi irade kanunlarının birer icabıdır. O halde insanlar tam ve hudutsuz bir hürriyete malik olabilirler, yeter ki başkalarile olan münasebetlerinde kendi şahısları namına hiç bir fayda, hiç bir menfaat gütmesinler, düşünmesinler, ve beklemesinler.

Demekki hakiki ve ruhun özlediği hürriyete insan ancak, nefsaniyetini hapse mahkum edebildiği nisbette kavuşur. Burada kıymetli ruh dostumuz M. Mollanın bir tebliğinden çıkardığım şu parçayi naklediyorum: << İNSAN, HÜRRİYETİNİ, NEFSANİYETİNİ HAPSE KAADİR OLDUĞU NİSBETTE KAZANIR. >> Ve bu yolda kazanmış olduğu hürriyeti de onun elinden hiç bir kimse geri alamaz ve tahdit etmek kudretini de gösteremez. Buna mukabil, insan nefsaniyetine zebun olduğu nisbette hürriyetini kaybeder. Belki onun bol parası vardır, belki kudretli bir mevki sahibidir ve bu yüzden de etrafında bir sürü dalkavukları ve işini kolaylaştırıcı, kendisine << hür >> süsü verilmesine yardımcı bir çok adamlarıda bulunabilir. Bütün bunlar olabilir. Fakat yazık ki o gene hür değildir, eğer hareketlerinde diğerkam değil, hotkam ise!... O hür değildir. Ne kadar hür görünse bile!...Çünkü onun hürriyeti ancak bir kısım insanların istismarcılığından, bir kısım insanların korkusundan, bir kısım insanların da lakaydisinden ileri gelebilir. Bu ise ruhun istediği ve cemiyetin mühtaç olduğu hakiki ve ebedi hürriyet değildir. Bu, muvakkat bir halin çok kısa süren devamı boyunca payidar olan ruhun bir atalet, bir durgunluk devresidir ki bu devrenin zail oluşu büyük bir nefsaniyet esaretinin, önüne geçilmez acılıklarını bütün çıplaklığı ile ortaya koyacaktır. Demekki böyle maddi refahın veya kudretin maskesi altında gizlenmiş bulunan, insanın nefsaniyetine karşı esareti dışardan görünmese bile insanı içten içe kemiren yani hürriyetsizlik içinde onu boğan gizli bir azap kaynağı olur. O insan bütün servetine ve bütün saltanatına rağmen bahtiyar değidir, mesut değildir. Çünkü hür değildir... Tekrar ediyoruz: Eğer vicdanını, nefsaniyetine karşı zalim ve müstebit bir hakim yapamamışsa.

Hakiki hürriyet, vicdan ve nefsaniyet mücadelesinde vicdanın zaferi ile neticelenmiş bir kahramanlığın ifadesidir. Böyle kahramanlardan mürekkep bir topluluk içindeki milyonlarca ferdin nihayetsiz olan hürriyetleri birbirini asla incitmez ve haleldar etmez, bilakis birbirine geniş yollar açar, faaliyet imkanları bahşeder. İşte hürriyet...

Fakat acaba dünyada halen böyle bir hürriyet var mı? Ne gezer... Acaba insanlık böyle bir hürriyete kavuşabilir mi? Şüphesiz, elbette!.. Ve kavuşmalıdır. Neden kavuşmasın? Niçin böyle hudutsuz ve mesut bir hürriyeti istemesin ve özlemesin?... Kaldı ki bu onun ruhunun en derin bir ihtiyacıdır.

Hülasa, hakiki hürriyet nefsaniyete değil, vicdana aittir. Nefsaniyet hür olamaz ve olmamalıdır, zira insanlık aleminin inkişafı ancak nefsaniyetin izmihlali nisbetinde mümkün olabilir. Bu sözün neticesi şudur: Hürriyet maddenin değil, ruhun malıdır. Maddeye, maddi durumlara atfedilmek istenen hürriyet hiç bir vakit gerçekleşmesi mümkün olmıyacak bir vahimden ibarettir. İşte onun içindir ki bir nefsaniyetin değil, kitabımızın her bahsinde vicdanın hürriyetinden bahsediyoruz. Ve gene onun içindir ki mürakabei nefis mahkemesinde hakim mevkiine nefsaniyeti değil, vicdanı çıkarıyoruz. Taki hakiki ve ebedi hürriyetimize kavuşabilelim ve hakiki hayatımızın hür ve mesut merhalelerine ulaşmanın yolunu tutalım. Zaten dünyaya inip bunca imtihan ve tecrübelere tabi tutulmamızın mühim sebeplerinden biri de bu değil mi?    
  
Demekki insan ruhunun en büyük hak ve iştiyaklarından birisi olan hürriyet, ancak nefsaniyeti yenmekle kazanılacağına göre, nefis mürakabesinin hürriyeti kazanmak babında doğrudan doğruya ve en ön planda bir rolü vardır.

* * *

Yukarki mülahazalardan sonra, gene bir bakıma göre haklı bir itiraz akla gelebilir ve denebilir ki ne de olsa biz dünyada yaşıyoruz. Hayatımızı idame ettirmek için de kendi nefsimize ait bir sürü ihtiyaçlarımızı gidermek zorundayiz. Eğer yukarda söylendiği gibi hakiki hürriyete kavuşmak için kendi nefsimizi tamamile unutup hep başkalarını düşünürsek ve kendimizi tamamile ihmal edersek o zaman dünyada yaşıyabilmenin imkanı kalmaz. Binaenaleyh bu manada alınan hürriyetin ideal bir kıymeti kabul edilse bile onu tatbik etmeğe dünyamızın hayat şartları müsait değildir.

Bu düşünce tamamile yerindedir. Fakat yukardaki gibi ruhun hakiki hürriyetinden bahsederken ne biz, ne de kıymetli tebliğatile bizleri aydınlatan büyük ruh dostlarımız hiç bir vakit, dünyadaki hayati ihtiyaç ve zaruretlerin ihmaline dair herhangi bir fikirde bulunmuş değiliz. Kıymetli okuyucularımıza bu noktanın yanlış arzedilmiş olmasını önlemek arzusu ile burada bazı mülahazalara daha lüzum görüldü.

Eğer kitabımızın geçmiş sayfalarındaki fikirler unutulmamış ise büyük ruh dostumuz Kadrinin, İnsanların dünyada birbirinden ayrı iki türlü vazifesinin bulunduğu ve bunların ayni derecede dikkat ve ehemmiyetle takip edilmesi lazım geldiği hakkındaki sözlerini sevgili okuyucularım çok iyi hatırlıyabilirler. İnsan, ruhunun hakiki hürriyetini kazanmak için nefsaniyetini vicdanı lehine feda etmekten bir an bile fariğ olmamalıdır, derken dünyada yaşamamız ve tekamül yolunda muvaffak olabilmemiz için mühtaç olduğumuz maddi vasıtaları temin etmekle ve bunun için de maddi faaliyetlerde bulunmakla mükellef bulunduğumuzu asla unutmuş ve inkar etmiş değiliz. Netekim intiharı da merdut ve menfur bir hareket, bir korkaklık ve dünyada vazife kaçağı olarak kabul ediyor ve vasıflandırıyoruz. Bunu böyle düşünüp duruken nasıl olur da gene dünyamızdaki vazifelerimizi layıkı ile yapabilmek için lüzumlu olan maddi faaliyetlerin kıymet ve ehemmiyetlerini red ve inkar edebiliriz!

Biz nefsani arzulardan bahsederken hayatın beka ve davamını, yani dünyadaki diğerkamca ve vicdani vazifelerimizi, en son imkanlarımızı da kullanarak en iyi derecede yapabilmemiz için lüzumlu olan maddi vasıtaları temin etmek ihtiyacını kıymetten düşürmek istemiyoruz. Ve esasen vaziyet de böyle değildir. İnsanlar, elbette dünyada yaşarken gerek bedenlerinin ve mesuliyetlerini üzerlerine almış bulundukleri yakınlarının hayatlarını, gerek cemiyet hayatında, tekamülleri yolundaki muvaffakiyetleri için zaruri ve lüzumlu olan vasıtaları temin etmeğe çalışacaklardır. Ve böyle yapmağa da mecburdurlar. Bu yolda duyulan ihtiyacın adına da hiç bir vakit hotkamlık denemez. Ve böyle bir hareket asla bir nefsaniyet tezahürü addedilemez. Bir hareketin nefsaniyet tezahürü olabilmesi için her şeyden evvel onun, vicdana karşı gelmesi, yani vicdanın emrettiği yoldan aykırı bir istikamet takip etmesi icab eder. Zira hotkamlık, insanın mübrem ve hayati mecburiyetler dışındaki bütün nefsani arzu ve ihtiyaçlarını gaye edinerek onları başkalarının zararına olarak tatmin etmek hırsının ifadesidir. Hatta daha önce bir tetkika tabi tutulursa görülür ki hotkamlıkta mübrem ve hayati ihtiyaçlar pek de nazarı itibare alınmaz. Orada insanı başkalarının aleyhine sevkeden amillerin hayati ihtiyaçlardan bambaşka şeyler olduğu pekala müşahede edilebilir.

Mesela izzeti nefsini rencide etti diye adam öldüren insanlar vardır. keza herhangi bir şöhret hırsı ile birisinin ayağını kaydırıp onun yerine geçmek için her türlü kötülüğü yapmak istidadında bulunanlar da vardır. Bunun gibi, kendisine hiç bir fayda temin etmiyeceğini pekala bildiği halde çok sevdiği ve hatta yardımını ve himayesini gördüğü kimseleri kıskanan ve bu yüzden de ellerinden geldiği fenalığı gizliden gizliye onlara yapan bedbahtlar vardır. Gene öyleleri de vardır ki sırf eğlenmek ve sadistçe, daha doğrusu hayvanca ihtiraslarını tatmin etmek için başka hiç bir şey düşünmeden en masum en zavallı insanları, hayvanları ve varlıkları çeşitli acılar içinde öldürmeğe çalışırlar ve bu nefret verici hareketi kendilerine başlıca bir meşgale yaparlar. İlh... Bu hareketlerin hiç birisinde hayati ve mübrem bir ihtiyaç ve zaruret yoktur. İşte bütün bunlar, amansız bir şekilde hapsedilmesi lazım gelen ve icabında yok edilmesi insandan beklenen nefsani hareketlerdir. Hotkamlık, kendi tekamülü yolundaki zaruri ve hayati ihtiyaçlarını da nazarı itibare almadan ve hele vicdanın sesine asla kulak asmadan nefsaniyetin şuursuzca ve kör itiş arzularına tabi olmak ve bunun için başkalarına karşı icap eden her türlü kötülüğü seve seve yapmak sakarlığından doğmuş sakat bir ruh tezahürüdür.

Bittabi insanın, diğer varlıklar arasında, o varlıkların iyilikleri uğrunda sarfedeceği emekleri tayin ederken kendinden yapacağı fedakarlığın derecesini ölçmeğe yarıyacak miyarı bulabilmesi, ancak ruh kudretinin yüksekliğine bağlı bir keyfiyettir. Bazılarının fedakarlık babından kendi ihtiyaçlarının hududu diğerlerine nazaran mukayese edilemiyecek kadar geniş olabilir. Çok ilerlemiş ve tekamül yolunda büyük mesafeler kaydetmeğe karar vermiş olan bazıları ise başkalarının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçları haline koyacak kadar asıl kendi ihtiyaçlarını unutup gitmişlerdir. Bütün bunlar tekamül yolunun muhtelif merhalelerini işaretliyen birer sınır taşı gibi işaretlerler. Bu noktayi biraz daha açıklıyabilmek için yukarda bahsetmiş olduğumuz iki oda arkadaşı misaline bir daha dönmek istiyoruz. Kendisine bol bol kafi gelecek derecede yiyeceği ve parası olan A..., günlerdenberi sefil ve aç bir halde bulunan B...ye yemeğinin ve parasının bir kısmını verirse diğerkamca bir iş yapmış olur. Ve yemeğinin, parasının bir kısmını da kendisi için ayırması hiç bir vakit hotkamca bir iş yapmış olduğunu ifade etmez. Fakat B... karşısında açlıktan kıvranıp dururken, kendisinden birşey eksilecek diye ona bir şey vermiyen ve üstelik de bu hareketinde kendisini haklı görmeğe çalışan A... bu hareketile hotkamca bir iş yapmış olur. Ve hele herhangi bir nefsani ve şahsi endişe ile ya kuvvetine güvenerek veya kurnazlık yaparak, B... nin el ve avucundakileri de alıp onu sefil ve perişan bir halde bırakmağa kalkıştığı anda dostumuz A... hotkamlığın şaheserini yaratmış olur.

Fakat bunların hiç birini yapmaz da aç ve sefil kalmış olan dostunun bütün ızdıraplarını kendi çekiyormuş gibi duyar ve bu acının tesirile ancak kendisine kadar yetecek olan gıdasını da tamamen B...ye verir ve bu yüzden kendisi aç kalır ve açlığını da duymıyacak kadar bu işi yaptığından dolayi bir sevinç hissederse işte o zaman A... büyük bir kahraman ve fedakar ruhun dünyadaki misallerinden birisini  vermiş ve belki de dünya mektebini artık bitirme yolunda bulunduğunu göstermiş olur.

Bununla beraber gene hatıra gelebilir ki insanların mübrem hayati ihtiyaçları devamlı bir hikayedir. Bundan başka biz, yalnız bu günkü ihtiyaçlarımızın değil, müstakbel hayatımızı da emniyet altına almak zorunda değil miyiz? Halbuki yarın hayat yolundaki mücadelemizdeki muvaffakiyetin ne şekilde tecelli edeceğini bu gün kestiremediğimiz için daima yarını da düşünerek elimizde bu günden artanı yarına saklamak, öbür yarına saklamak... daha öbür yarına...ilh. Bu yarınların hiç bir vakit sonu gelmez. Ve bu düşünce ile diğerkamlıktan kaçmak istiyen bir insandan her şeyden evvel şunu teemmül etmesi beklenir ki kendi canının, sonu gelmiyen yarınlarını emniyet altına almak gayesile kardeşinin, bir dostunun bu günkü hayati ihtiyaçları karşısında omuz silkip geçmekte kendisini yerden göke kadar haklı görürken temin ettiğini veya edeceğini sandığı hayatının yarınki selametinin garantisi acaba ne olsa gerektir?... Hiç!... Kim onu temin edebilir ki şu kapıdan dışarı çıkarken bir saat sonra kalb sektesinden ölüp gitmiyecektir? Kim onu temin edebilir ki bir kaç gün sonra evi yanmıyacaktır, ocağı sönmiyecek ve senelerce ona buna mühtaç bir durumda bırakmıyacaktır?... ilh.

Böyle garantisi olmıyan, kendi kudreti dışında, hayatının en nazik hallerini her an tehdit altında bulundurucu hadiseleri daima karşısına çıkarmağa hazır bulunan bir dünya hayatında, bütün bunları düşünmüyor da başkasına karşı yapmakla mükellef bulunduğu bir yardımı yapması lazım gelen yerde, bu yardımı yapmamak için bir kaç vakit sonra hayatının konforundan kaybedeceği şeylerden mi endişe duymak aklına geliyor? Bu, hayati bir tedbirin alınması için yapılmış bir hareket değil, nefsaniyet kaygısından öteye geçemiyen sakat bir nefis itişinin tezahürüdür. İnsanlar dünyaya gelmekle onların mübrem ve hayati olan bütün ihtiyaçlarını karşılayici kudretler de kendilerine verilmiş bulunmaktadır. Kalbimiz muntazaman atıyor. Bu nazik ve iki dakikalık tevakkufu ile bizi yere sermeğe kafi gelen hayati uzvumuzun böyle aksamadan bütün hayat boyunca vazifesinde devam etmesi acaba bizim dahiyane aklımızla inceden inceye düşünüp taşınarak almış olduğumuz tedbirlerin tatbikatı sayesinde mi mümkün oluyor? Eğer iş bizim bu kısa ve aciz akıl dirayetimize kalırsa bütün dünyada hiç olmazsa bir saat atmakta devam edebilecek bir kalb kalır mı dersiniz? Bununla beraber o gene bizim kudretimizle vaki olan bir iştir. Ve kalbimiz atmakta, hayatımızın sonuna kadar devam edecektir, çünkü dünyadaki tekamülümüz için bu lazımdır. Peki ama kalb, ciğer, böbrek, beyin gibi hayatımızın emniyeti ile ilgili bütün maddi ve en nazik, en mühim, en kıymetli varlıklarımız bile kendilerine lazım olan vasıtaları bizim haberimiz olmadan temin ediyorlar, vazifelerini aksatmadan yapıyorlar ve bu suretle tekamülümüz için ihtiyacımız olan hayat imkanlarını temin ediyorlar da biz bu faaliyetlerin istihdaf ettiği yüksek gayeyi unutarak gelecek günlerimizin emniyetini sağlamak veya bu günümüzü en rahat ve konforlu şartlar altında geçirmek gibi sonu gelmez arzuların tatmin edilememesi korku ve endişesi ile, gene tekamülümüz için mükellef ve muvazzaf  bulunduğumuz en küçük işleri bile yapmaktan nasıl çekinebiliriz? Bizi iyi niyetten, diğerkamca hareketlerden, vicdanın emrine göre hareket etmekten ayrılmazsak hiç bir vakit aç kalmayiz, sefil olmayiz, perişan duruma girmeyiz. Ve hayatta hiç bir muvaffakiyetsizlikle de karşılaşmayiz. Eğer buna rağmen arzu etmediğimiz hadiselerle karşılaşıyorsak bu da gene kendi efal ve harekatımıza ait veya tekamülümüzün selameti için lüzumlu olan bilmediğimiz birtakım sebeplerin tesirleri altında bizim için faydalı, lazım ve mukadder bir zaruret olur ki biz ne yaparsak yapalım, ne şekilde hareket edersek edelim, ne kadar müessir tedbirler alırsak alalım onların önüne geçemeyiz.

Demekki esasen gene vicdanımızın da muvafakati ile dünyamızdaki varlığımızı koruyucu vasıtaları temin hususunda elimizden geldiği kadar çalışmaktan bir an bile fariğ olmamakla beraber bu faaliyetimizinde nihayet, ruhumuzun ebedi tekamülü için dünyada hemcinslerimize ve bütün varlıklara karşı göstermekle mükellef  bulunduğumuz fedakarlığı, yardımı, sevgiyi ve hülasa diğerkamlığı yapabilmemize ancak bir vasıta olduğunu asla unutmadan bu büyük ve lüzumlu olan ikinci faaliyetimizi de her an yapmaktan ve birinci, yani maddi ve hayati faaliyetimizin bu ikinci, yani ruhi faaliyetimize herhangi bir bahane ile engel olmamasını sağlamaktan hiç bir vakit geri kalmamalıyız.

* * *

Nefsaniyetin insanı kendi kendisine karşı haklı çıkarmak için kullandığı en müessir silahlardan biride korkudur. Korkaklık az çok nefsaniyete bağlı bir ruh halidir. Korkunun nefsaniyet kaygısından almış olduğu muhtelif ve mütenevvi renkleri vardır: Başta aç ve sefil bir hale düşmek korkusu olmak üzere, sıkıntı çekmek, rahatını kaçırmak, parasını çaldırmak, işinden ve memuriyetinden olmak, evini, barkını, çoluğunu, çocuğunu, şusunu busunu elinden kaçırmak veya kaybetmek, hasta olmak ve nihayet ölmek korkuları birbirini takip eder durur. Ben öyle dostlarıma rast gelmişimdir ki bunlardan bazıları bütün samimiyetlerile << Ah şu gelir kaynaklarımı kaybedeceğim diye ödüm kopuyor. Artık bu konfora alıştım. Onsuz yaşamak benim için çok zor olacak. Bunları düşündükçe aklıma gelen mahrumiyetlerin hayalen tasavvur ettiğim azabı bile beni çileden çıkarmağa kafi geliyor. >> diye hayıflanıp durmuşlardır. Bunlar kendilerine beyhude yere böyle ağır üzüntülere mahkum etmiş ne kadar çok acıdığım büyük kıymetlerdi!... Bunlar her istediği şeyi vermeğe çalışarak, doymak bilmiyen kör nefsaniyetlerinin iştahlarını açtıkça açan ve iştahları iyice açılmış nefsaniyet canavarlarının ağızlarına mütemadiyen ruhlarından, kalblerinden koparıp attıkları parçalarla öz varlıklarını aheste aheste kaybetmiş olmanın azap ve endişesini bir korku heyulası içinde duyan sevgili aziz dostlarımdı. Aradan çok zaman geçti, şimdi bunların bazıları tahayyül ettikleri korkunç durumlarının hakikaten gerçekleşmiş realitelerile karşı karşıya bulunuyorlar. Bazıları ise ruhlarında fuzuli olarak yaratmış ve yaşatmış oldukları nefsaniyet canavarının korku, endişe ve hüsran duyguları içinde çırpınarak hayatlarının – hiç de mesut sayılmıyan – son nefeslerini tüketmiş bulunuyorlar. Ne olurdu, bunlar nefsaniyetlerini bu kadar canla ve başla beslemiş olmasalardı da bahtiyar olarak yaşasalar ve bahtiyar olarak ölselerdi!...

Hayatta sefil ve perişan olmak, parasını ve eşyasını kaybetmek, hatta ilk nazarda tamamile ruha aitmiş gibi görünen sevdikleri insanların bedenlerini kaybetmek, şöyle veya böyle olmak korkusu vicdandan değil yalnız nefsaniyetten gelen bir azaptır, bir işkencedir. Yani bir insan ki nefsaniyetini tamamile susturmuş ve vicdanının emir ve ikazlarını dinlemiş ve hareketlerini ona uydurmuştur, o insanın korkacağı hiç bir mevzu ortada kalmamıştır. Bunun aksine olarak vicdanının emir ve ikazlarını çiğneyip geçmiş, nefsaniyetinin bütün azgınlıklarına alet olmuş bir insan için hayat ve ölüm mevzularının her safhası, her adımı binlerce korku ve endişe ile meşbudur. O ne tarafa baksa orada kendi huzurunu, rahatını kaçıracak veya canına, malına kıymetlendirmiş olduğu maddi herhangi bir varlığa kıyacak karşısına çıkmağa her an hazır bir ifritin çehresini görmekte gecikmez.

İnsan korktukça, korkunç amillerin etrafını sardığını görür. Zira korkuya zebun olmak, nefsaniyete yol vermiş bulunmanın açık bir ifadesidir. Halbuki bu korku ile o, hayatının selametini emniyet altına almak endişesi içinde hotkamlığı gaye edinip ona sımsıkı sarıldıkça hayatın emniyetini kaybeder, ve emniyetini kaybettikçe de korkusu artar. Bu suretle onun bu hali denize düşmüş bir adamın yılana sarılmasına benzer. Maddi ve nefsani ihtiraslarının tatmini peşinde vicdanını çiğneyip geçmekte devam ettikçe, bu ihtiraslarını hiç bir vakit tatmin edemiyeceğini ve elinde bulunan şeylerin hepsini her an gelmesi melhuz bir fırtına ile, günün birinde kaybetmek durumunda kalacağını içten içe, insana hissettiren nefsaniyet canavarının sinsi savletleri artar. Ve hayat bir perişanlık içinde sallanır durur. Bu ise ne bir saadettir, ne de hürriyet!...

Şu halde bütün bu korkulardan kurtulmak ve huzura kavuşmak için yapılacak tek iş bir az daha diğerkam olmağa çalışmaktır. Maddeler, maddi kazançlar muhakkak fanidirler. Ergeç bunların hepsi günün birinde bırakılacaktır. O halde ruhi tekamülü için, vazifesi icabı yapmakla mükellef olduğu fedakarlık mukabilinde insan, bizzat kendi arzu ve iradesile bu maddi varlıklardan hemcinslerine yardım kılıklı fedakarlıkta bulunursa bu – belki de onun evvelden tatmin edemediği – büyük ruhi hazlara kendisini kavuşturur. Bundan asla şüphe edilemez. Buna mukabil başkalarına yardım ve fedakarlık babında maddi varlığından kendi iradesile sökülemiyen bir insan günün birinde mukadder olan herhangi zorlayici bir kuvvet karşısında onların hepsinden bir anda ayrılmak zorunda kaldığı zaman evvelki gibi bir ruh hazzı ve saadeti duymak şöyle dursun, büyük bir hüsranın kolaylıkla sönmiyecek şiddette ateşleri içinde kıvranmağa başlar. Halbuki elinde fırsat varken o bu işi, kendi iradesile yavaş yavaş ve kendisini yormadan, sıkmadan yapmağa alıştırırken bile duyacağı derin hazların bahtiyarlığına erişebilir.

Şimdi bütün bu mülahazalardan çıkan netice çok açık olarak kendisini göstermektedir. İnsan dünyadaki maddi hayatını – tekamülüne uygun şartlar ve icaplar dahilinde – korumağa mecbur olmakla beraber meşru olan bu hareketi, bu maksatla ilgili olmıyan nefsaniyetin kullandığı kötü bir korku silahile soysuzlaştırmamalıdır. Yani, başkalarına karşı yapılacak muamelelerde diğerkamca harekette bulunduğu zaman kendisinin bundan hiç bir zaman, hiç bir şey kaybetmiyeceğini, bilakis pek çok, aklının alamıyacağı kadar çok şeyler kazanacağını tereddütsüzce kabul etmelidir. Burada hiç bir şey kaybetmiyecek sözünü söylerken bittabi hep ruhi kazançları göz önünde tutarak konuşuyoruz. Yoksa diğerkamca hareket eden bir insan çok defa maddi varlığından bir çok şeyler kaybedebilir. Fakat bunların hiç birisi hakiki bir kayıp değildir. Zira esasen onlara malikiyet de hakiki bir kazanç olmaktan uzaktır.

Bize eğer herhangi gafil bir insan nefsaniyetine uyarak bir kötülük yapıyorsa asıl acınacak biz olmayiz, o olur. Çünkü biz ona gene diğerkamca hareketle mukabele ettiğimiz için gerçi maddemizden veya maddi kıymetlerimizden bir şeyler kaybetmiş olabiliriz, ama zaten ergeç mukadder olan bu kaybımıza mukabil ruhumuzun ebedi kazançlarını ve hakiki hürriyetini temin etmiş olmanın saadetine ulaşmış bulunuruz. Bize nefsani hareketlerile kötülük yaptığını sanan insan ise gene kısa bir zamanda kaybetmek zorunda kalacağı bir kaç maddi oyuncağa mukabil ruhunun parlaklığını hürriyetini kaybetmiş olmanın uzun müddet sürecek olan azabına kendisini namzet kılmıştır. Ne yazık!...

Demekki ruhun hakiki hürriyetine kavuşabilmesi için, önüne engel olarak çıkan ve çiğneyip geçilmesi icap eden manilerden birisi de korkudur. Ve nefis mürakabesini yaparken nefsaniyetin, bu silahi vicdan hakimine karşı daima kullanacağını hiç bir vakit unutmamak ve ona göre nefsaniyet tuzağına düşmemeğe çalışmak lazım gelir. Ve yalnız iyilik, iyi niyet ve diğerkamlık duygu ve düşüncesile hareket eden insanların böyle tuzaklara düşmemesi kadar da kolay bir iş yoktur, zira bu vasıfları haiz olan insan korku illetinden kurtulmuş bulunur.

* * *

Şimdi mürakabei nefis tecrübelerinde hemen muvaffak olur  ve birdenbire nefsaniyetinin en koyu ihtiraslarından kurtuluverip büyük ruh huzur ve sükunete kavuşabilir mi? Yukarda naklettiğimiz tebliğat ve bunlar arasında bilhassa Şihap dostumuzunkiler bu hususta bize bazı aydınlatıcı fikirleri vermiş bulunuyor. Okuyucularım da bunları pek iyi hatırlıyabilirler. Bu tebliğatın da öğrettiğine göre, insan nefsaniyetinden kolay kolay ayrılamaz. Ve bana kalırsa, hatta ilk tecrübelerin muhakkak surette hemen nefsaniyetten kurtulacağım diye yapılmaması, bu işe tedrice riayet olunarak ilk zamanlarda mürakabei nefis mahkemesinde vicdana karşı yalnız nefsaniyetin galibiyetinden mütevellit yapılmış kötü hareketlerin itiraf edilmesi ve bundan dolayi de bir üzüntü, bir pişmanlık hissinin duyulmağa çalışılması kafidir. Onları tekrar yapmamak kararını vermekle beraber ağlebi ihtimale göre gene tekrar edilişlerinde asla cesaretin kırılmaması ve bu halin bir müddet böyle devam etmesinin tabii olduğunun göz önünde tutulması münasip olur.

Onların bir daha tekrar edilmeyişleri ancak ruh kudretinin bu muvaffakiyete kifayet edecek kadar artmış olmasına vabestedir. Ruh kudretinin artması ise; gene böyle düşe kalka yapılan mürakabei nefis tecrübelerinden sonra her düşüşte yılmamak, kırılmamak, korkmamak ve ayni tecrübeyi bütün evvelki muvaffakiyetsizliklere rağmen ayni azim, ayni cesaret ve metanetle yapmaktan çekinmemek ve bu muvaffakiyetsizliklerin tevalisi ne kadar devam ederse o kadar bu işi, yani mürakabei nefis ameliyesini tekrarlamak ve her defasında nefsaniyetin suçlarını perdelemeden, eksiltmeden, hatta evvelkilerden daha ziyade izam ederek ve nefsaniyeti tamamile haksız görerek vicdan hakiminin karşısına korkmadan çıkarmak suretile mümkün olur. Böyle hareket edildiği takdirde muvaffakiyetsizlik günün birinde – bir daha asla kaybolmamak üzere – büyük ve mesut başarılara inkilap eder ve insan bu muvaffakiyetler tevali ettikçe hakiki saadetin manasını daha derin ve içten duyar ve anlar.

Kitabımızda mürakabei nefis ameliyesinde ele alınması ve defedilmesi zikrolunan nefsaniyet düşkünlüklerinin tenevvüü bazı okuyucularımızı pek haklı olarak daha baştan ürkütebilir. Fakat böyle bir hal vaki olursa bundaki kabahatin tamamile ben de olduğunu şimdiden o dostlarıma itiraf etmeği vicdani bir borç bilirim. Zira böyle bir hali tevlit edecek hiç bir nokta mürakabei nefis ameliyesinde mevcut değildir. Demekki bu, olsa olsa benim yazılarımda kullanmış olduğum ibarelerin iyi ve layıkı ile izah edilememiş bulunmalarından ileri gelse gerek. Bu kadar derin ve ince tarafları sayısız bulunan bir ruh mevzuunu, benim gibi aciz ve kudreti az bir insanın izaha kalkışması esnasında elbette büyük kusurları olacak ve bu kusurlar da kendisini üzecektir. Sevgili okuyucularımdan dileğim şudur ki hiç bir kimse için mürakabei nefis ameliyesinin korkulacak hiç bir tarafının olmadığına inansınlar. Ne kadar günahkar olursa olsun, kendisini ne kadar suçlu sayarsa saysın ve hatta yalnış olarak kendisinin ne kadar islahı kaabil bir kişi olmadığını sanırsa sansın nefis mürakabesi mahkemesine girmek kararını vermiş olan bir insanın orada karşılaşacağı hiç bir güçlük, hiç bir azap, hiç bir tekdir veya tahkir yoktur. Bilakis oraya sıkıntı ile giren her insan ne kadar suçlu olursa olsun oradan büyük bir ferahlıkla, derin bir ruh huzuru ile, dinlendirici bir sevinçle çıkar. Bu muhakkaktır ve mücerreptir. Yeter ki iyi niyet, samimiyet ve tevazula, Allaha bağlanarak, Ona kendisini vererek, Onun uğrunda bu işe başlamış olduğunu idrak etmiş bulunsun.

İnsanın yapmış olduğu büyük hatalar ilk hamlede vicdana karşı itiraf edilmesi güç şeylermiş gibi görünür. Bu yanlış bir görüştür. Bir iki nefis mürakabesi tecrübesinden sonra en büyük hatalar bile kolaylıkla vicdana karşı itiraf edilebilir ve bu itiraf neticesinde insanın duyacağı nedamet duyguları, onun – birdenbire değil! – yavaş yavaş o büyük hataları tekrar etmek zorundan veya zaruretinden adeta otomatik olarak kurtulmasına yardım eder. Ve böylece devam eden mürakabei nefis ameliyelerinden sonra bir gün gelir ki o insan evvelce kendisine vazgeçilmez gibi, salah bulması kaabil değilmiş gibi görünen o büyük hataların, kabahatlerin adeta kendiliğinden za’fa yüz tuttuklarını ve hatta tamamile silinmeğe de başladıkların hayretle görür.

Bir hatayi tekrar etmiyeceğim diye acele ile bir hamlede ortadan kaldırıp atmağa kalkışmak hem tedriç kaidesine uygun değildir, yani gayri tabii bir harekettir, hem muvaffakiyetli netice vermez, hem de insanın bir iki cehitten sonra ümit ve cesaretini kırarak mübareze meydanından mağlup bir halde çekilmesini ve o hatanın kucağına pasif bir halde büsbütün teslim olarak kendisini uzun bir müddet daha koyuvermesini mucip olmak tehlikesini doğurur. Burada bir noktayi daha aydınlatmak lüzumunu hissediyorum. Öteden beri tekrar edip durduğumuz bir söz vardır: Hata dünya kanunları icabatındandır ve kim olursa olsun dünyada yaşıyan insanlar kendilerine göre az çok hatadan masun değildirler. Peygamberler bile dünyanın bütün varlıklarına şamil olan bu kaidenin dışına çıkamamışlardır. Şu halde dünya durdukça onun sakinleri bütün iyi niyet ve iyi düşüncelerine rağmen kendilerini hatalardan kolay kolay kurtaramıyacaklardır. Hata, dünya hayatının icaplarından biridir. Bu sözlerin bazıları tarafından yanlış anlaşıldığını veya yanlış anlatıldığını gördük: ( Ne acayip şey! Hiç hata bir kaide olabilir mi!) denildi.

İşte böyle gene hatalı olan bir itirazı tashih etmenin yeri şimdi geldi. Hata dünya kanunlarının bir icabıdır. Fakat bu demek değildir ki hata iyi bir şeydir ve herkesin hata yapması bir gayedir, dünyada hatalar yapmak bir vazifedir, bir meziyettir v. s... Hata elbette öğünülecek iyi bir şey değildir. Ve hata elbette varlıkların o hatayi işledikleri sahalardaki görgü ve tecrübe noksanlıklarının bir ifadesidir. Görgü ve tecrübe ne kadar artarsa yapılması melhuz bulunan hataların miktarı da o kadar azalır. Bu bir tabiat kanunu icabıdır ve bir zarurettir.

Mesela henüz yürümeğe yeni başlamış bir çocuk yürümek ve bazan da koşmak teşebbüsüne giriştiği zaman sık sık düşmekle haretketlerinde mütemadiyen hatalar yaptığını isbat etmektedir. Fakat o ancak bu hataları yapacak ki doğru dürüst yürümek ve koşmak hususundaki görgü ve tecrübesini arttırabilsin. Yani o çocuk böyle düşüp kalkmadıkça yürümesini öğrenemiyecektir. Ama, mademki o, dünyada yaşamak için yürümek mecburiyetindedir, o halde yürümesini öğrenmek için teşebbüslere girişecek bu teşebbüslerinde bilmeden veya elinde olmadan hatalar yapacak, düşecek ve bir daha düşmemek için hata yapmamağa çalışacaktır. İşte hata hakkında bahsettiğimiz dünya kaidesinin en basit misali budur.

Şimdi bir bu var, bir de o çocuğun hata yapacağım diye hiç bir vakit yürümek teşebbüsüne girişmemesi veya etrafındakilerin buna müsade etmemesi var. Elbette böyle bir hareket dünyadaki hayat icaplarına aykırı olur ve dünya kanunlarına uymaz. Bundan başka üçüncü olarak bir de şu var: O çocuğun her düşüşünde duymuş olduğu acıdan ders alması ve yürürken bir daha düşmemeğe elinden geldiği kadar dikkat ederek çalışması lazımdır. Ve bu da görgü ve tecrübelerin artması hususunda cari olan bir kaidedir. Yoksa o, buna dikkat etmez, kendisinin düşmesinde amil olduğunu hissettiği hataları bile bile ve kasten tekrarlar veya bunların tekrarlanmaması için elinde olan tedbirleri almaz ve aynı hataları tekrarlar durursa elbette herkes gibi doğru dürüst yürümesini öğrenemez. Demekki, tekrar ediyoruz: İnsan dünyada hata yapacak, hatanın acısını çekecek ve bu acının, ruhunda bırakacağı intibaların tesirile o hataları bir daha tekrar etmemeğe gayret eylemek kudretini kazanacak ve böylece dünya hayatının kendisine temin edeceği görgü ve tecrübeleri elde etmek imkanına kavuşacaktır. İşte dünyadaki tekamül kanunu bunu icap ettirmektedir.

Fakat mülahaza ve müşahedeler de gösteriyor ki bütün bu hatalar ancak hareket teşebbüslerinden doğmaktadır. Ataletle geçen bir hayatta hata yapmak nisbeti azalır. Hareket, faaliyet teşebbüsleri ne kadar çoğalırsa hatalara düşmek şansı da o kadar artar. Demekki teşebbüslerden – hata korkusu ile – asla kaçmamak, tekamülün ne kadar zaruri bir lazimesi ise, görülen hataları her defasında tashih etmeğe sarfı gayret etmek ve bunda muvaffak olamadığı zamanlarda – gene ayni hatayi elinde olmadan tekrarlamak korkusu ile – hayırlı ve tekamülü için uygun gördüğü o teşebbüsten vaz geçmemek, fakat bu dafasında evvelki tecrübelerinden almış olduğu derslerle ayni hataları, yapmamağa bütün gayretile ve samimi olarak çalışmak ve böylece hatalarının adetlerini yavaş yavaş azaltarak kudretlerini arttırmak dünya hayatının esaslarından biridir. Binaenaleyh, tabiatta her şeyde cari olan tedriç kaidesinin bilhassa burada, yani mürakabei nefis ameliyesinde hiç bir vakit gözden kaçırılmaması ve ihmal edilmemesi lazım gelir. Buradaki muvaffakiyetin sırrı ancak tedriçtedir. Tedriç kaidesine riayet edildikçe en asi nefsaniyetlerin en korkunç ve yerleşmiş, temelleşmiş savletleri bile kızgın bir ateş üzerine konmuş tereyağı gibi kendi kendine erimeğe, yumuşamağa ve tamamile zararsız bir hale girmeğe mahkumdur. Bu da muhakkaktır ve mücerreptir.

Şu halde bir edep ve terbiye tatbikatı mektebi olan ve bize ancak kısa bir müddet için ikametgahlık yapan şu köhne dünyamızda tekamül çok zordur. Tekamülden bizi alakoymak için önümüze bir sürü engeller, oyalayici, cicili bicili, cazibeli oyuncaklar çıkar, gene tekamülümüzden alakoymak için karşımıza bizi korkutucu fakat kof ve hiç de göründüğü gibi olmıyan birtakım kukla umacılar dikilir. Fakat bütün bunlara rağmen bu dünyamızda tekamül etmek çok kolaydır. Yeter ki bütün bu cicilerin ancak birer oyuncak, bütün bu korkunç görünen mefhumların birer umacı kukladan başka şeyler olmadığını insan anlıyabilecek ve takdir edecek duruma girmiş bulunsun. Bu duruma girmek de o kadar zor bir iş değildir. İstensin, karar verilsin ve işe samimiyetle girişilsin yeter.

* * *

Gene murakabei nefis bahsini kapatmazdan önce, bu ameliyeye girişmek teşebbüsüne geçenlerin karşılaşacakları bir güçlüğe temas etmek ve bu güçlüğün yenilebilmesi için yardımcı bazı usullerden bir az bahsetmek istiyorum. Bu güçlük şundan ileri gelmektedir:

Herhangi bir hareket karşısında insan, bu hareketin vicdana uygun bir hareket mi, yoksa diğerkamca bir kisveye bürünerek pusu kurmuş nefsaniyetin bir tuzağı mı olduğunu ekseriya tayin edemez. O eğer bu tereddüdü ile mürakabei nefis mahkemesine müracaat ederse elbette işin içinden çıkamaz. Yani vicdan ve nefsaniyet istikametlerini ayıramıyacağı için mürakabei nefis mahkemesine müracaat ederse elbette işin içinden çıkamaz. Yani vicdan ve nefsaniyet istikametlerini ayıramıyacağı için mürakabei nefis mahkemesinde daima vicdan hakimini haklı çıkarması ve nefsaniyeti ne bahasına olursa olsun mahkum etmesi vacibesine riayet edememek endişesi içinde kalır.

Şu halde mürakabei nefis mahkemesine müracaattan evvel, yapılacak olan veya yapılmış bulunan işin vicdana mı, yoksa nefsaniyete mi ait olduğunu kendisince kati bir kanaat elde etmiş olacak kadar doğru olarak tayin etmiş bulunması lazım gelir.

Bir hareketin vicdanı tatmin edici karakteri haiz olduğunu bir defa şahsi bir kanaat halinde tayin ettikten sonra mürakabei nefis mahkemesinde onun tarafını iltizam etmek artık bir karar ve irade meselesinden ibaret kalır. Şu halde evvela bu hareketin vicdani bir yolda olup olmadığını nasıl tayin edeceğiz?

Bunun için insanın mürakabei nefis mahkemesinden önce gene kendi içinde ihzari mahiyette bir mahkeme kurması ve bu hareketin karakterini o mahkemede yapacağı ince bir ruhi tahlil ve tetkikten sonra tayin etmeğe çalışması lazımdır.

Bu hususta, kısmen yardımcı ruh dostlarımızın tebliğatından ilhamlar alarak, kısmen de şahsi görgü ve tecrübelerimize dayanarak aşağıdaki bir kaç prensibi birer yardımcı halinde okuyucularıma arzediyorum:

BEDRİ RUHSELMAN

Share

Bu site özeldir ve ticari amaç taşımaz.

Copyright © Dünya Ana