MUKADDERAT VE İCABAT - Dr. BEDRİ RUHSELMAN - BÖLÜM 20

Share

http://www.dunyaana.com/images/bedri%20ruhselman%20genc.jpgMUKADDERAT KARŞISINDA VİCDAN VE MESULİYET DUYGUSU

Mademki insanın mukadderatı efal ve harekatının neticelerine göre taayyün etmektedir o halde insan mukadderi bakımından, yapmış olduğu her işten mesuldur. Fakat insanın bu mesuliyeti, onun doğrudan doğruya ruhunda ve vicdanında gerçekleşen bir mevzudur. Yani dışardan hiç bir kimse onu herhangi bir hareketinden dolayi cezalandırmaz. Binaenaleyh bu bakımdan bir mücazat veya mükafat yoktur. Her iş ruhta olup biter. Demek ki eğer mükafat mücazattan bahsetmek caiz olursa denebilir ki insan gene kendisini kendisine – yaptığı işlerinden dolayi – cezalandırtır veya mükafatlandırtır. Ve bu hususta hükmedecek olan hakim de onun vicdanıdır. Vicdan ise ruhun öz malı olan bir melekesi, bir kudretidir.

Vicdan, insan ruhunda, tekamül nisbetinde perde perde açılarak tecelli eden ve ilahi irade kanunlarının icaplarından asla ayrılmıyan en kuvvetli bir ifade kaynağıdır. İlahi irade kanunlarının icaplarına ait vüsat ve şümulün manasını düşünenler, insan ruhundaki bu melekenin ne kadar kıymetli olması lazım geleceğini tayin edebilmekte güçlük çekmezler. Binaenaleyh vicdan hakkında ( ruhun iyiyi kötüden tefrik etme melekesidir ) diye, ancak insanların anlıyabilmesi için yapılmış tarif, mümkün olabilen en güzel, doğru, ve sade bir tariftir.

Vicdan bir sestir dediler. Bu çok doğru ve yerinde  bir sözdür. Bütün ruhlar alemindeki dostlarımızın tebliğatı bu sözü açık olarak türlü vesilelerle tekrar etmiş bulunmaktadırlar. Burada bundan takriben 3 – 4 sene evvel dostumuz Enis Behiçin medyomluğu ile << Süleyman Çelebi >> ismi altında bir varlıktan alınmış olan bir tebliğattan iki mısra’lık bir yazıyı zevkle iktibas ediyorum. ( 1 )

<< Kalbinde duyduğun sesi bil: Tanrının sesi

<< Bir ses ki mümteni’dir ama vasfedilmesi. >>

Süleyman Çelebi’nin bu tebliğinden biz: << Allahın insan kalbinde tecelli edip konuştuğunu >> manasını asla çıkarmıyor ve kabul etmiyoruz. Bununla beraber bu sözlerin, çok güzel ve buradaki mevzuumuzu destekleyici kıymeti vardır. Duyabilenler için insan kalbinde ilahi ses çınlar. Bu ses, Tanrı iradesi kanunlarının ruhta inkişaf eden in’ikaslarının birer parçasıdır. Ve biz ona bütün diğer kıymetli ruh dostlarımızla beraber vicdan diyoruz.

( 1 ) Varidat – ı  Süleyman. 1940. Sayfa: 27.

Demekki dostumuz Süleyman Çelebi de bu yüksek ve derin manayi yukarıdaki kısa, fakat veciz sözü ile ifade etmiş bulunuyor. Yalnız şunu da hemen arzedelim ki mukadderat ve icabat mevzuunu kitabımızda inceden inceye tasrih ettiğimiz gibi anlamıyanlar, Süleyman Çelebinin bu vecizesini çok sakat yollarda tefsir etmek tehlikesi ile karşılaşabilirler.

Vicdan, ruhun tekamül seviyesine göre ilahi irade kanunlarından istifade edebileceği kısımları en doğru olarak tayin eden ve ona göre de onu, bu kanunlar muvacehesinde daha yüksek anlayiş ve duyuş seviyelerine sevkeden kudretli ve amansız bir mürşittir. Vicdan insanın bütün duygu ve düşüncelerini, bu duygu ve düşüncelerdeki maksat ve niyetleri adım adım takip eder. Ve hiç birisini kaçırmaz. Çünkü o, dediğimiz gibi, öz varlığın esasi bir rüknü, ruhtan ayrılmaz bir parçadır. Binaenaleyh vicdan insanın daima başının ucunda bekliyor, diyemeyiz. Ancak şunu diyebiliriz: Hatır, gönül, müsamaha, merhamet, dostluk, iltimas v. s. tanımıyan, icabında, yani ruhun tekamül ihtiyaçlarını temin yolunda gene ruha karşı en büyük zalimlerden daha zalim bir tavur takınan ve icabında da en lütufkarlardan daha lütufkar olan bu uyanık hakim, insan ruhunun temelinde yerleşmiştir. Hiç bir an, hiç bir yerde ve hiç bir surette insan onun kıl kadar şaşmıyan nezaretinden kendisini kurtaramaz. Kısaca söylemek icap ederse diyebiliriz ki vicdan insan ruhunun tekamülü nisbetinde, ilahi irade kanunlarının icabatını terennüm eden en ahenkli bir sestir.

Bu sözlerden mühim bir netice daha çıkıyor: Mademki vicdan ilahi irade kanunlarının icabatını ancak ruhun tekamülü nisbetinde terennüm etmektedir ve mademki her insanın tekamül seviyesi ayrıdır o halde vicdanların hükümlerinde de asla bir ayniyet mevcut olmıyacaktır. Mesela bir insanın vicdanının beyaz, hükmünü verdiği bir hadise karşısında diğer bir insanın vicdanı pekala ondan az çok farklı bir rengin hükmünü verebilecektir. Fakat ne olursa olsun herkes ancak kendi vicdanına karşı mesuldür. Başkasının vicdanının takdiri onun malı değildir ve ona hitap edemez. Ve ondan da mesul değildir. Bu da çok mühim bir noktadır ki ilerde sırası gelince bu noktaya tekrar döneceğiz. İşte bunun içindir ki bir insanın, dışardan hiç bir kimseyi kabahatli görerek ona kızması ve kin beslemesi doğru değildir.

Bu mülahazalardan sonra asıl bahsimize girmiş oluyoruz. İzah edilmiş olduğu gibi mukadderat, ilahi irade kanunlarının icabatına göre tahakkuk eden tecelliyattır ki insan ruhunda bunu hazırlayici unsurlardan biri de biraz evvel arzettiğimiz vicdandır. Böyle olunca insanın iyi veya kötü niyetle yapmış olduğu bütün sübjektif ve objektif hareketlerinden vicdanına akseden sarsıntılar ruhta birtakım reaksiyonlar husule getirecek ve bu reaksiyonlar da insanın karşılaşacağı hadiselerin birer amili olacaktır. Daha açık söyliyelim: İnsan iyi veya kötü maksat ve niyetle yaptığı işlerden, beslediği düşünce ve duygulardan ötürü vicdanı tarafından muhakkak ya takdir veya tevbih edilir. Bu takdir ve tevbih işi o varlığın müteakip hayatına ait birtakım karşılaşması lazım gelen hadiselerin – ilahi irade kanunları ahkamına göre – hazırlanmasındaki amillerin bir kısmının manasını izah eder, bu ise ruhun bu bakımdan da görgü ve tecrübesinin artmasını ve binnetice vicdanının bir az daha inkişafını mucip olur. Bu hazırlanan hadiseler ise onun akibetini teşkil eder. Ve bu akibet de onun için mukadder olur. İşte bütün bu haller ilahi irade kanunlarının değişmez icabatındandır. Bu icapları insanın keyfi hiç bir hareketle değiştirebilmesine imkan yoktur.

Şu halde cennet ve cehennem, insanın düşünce ve fiillerinde esas olan maksat ve niyetlerin iyiliğine veya kötülüğüne, yani vicdanın veya nefsaniyetin emirlerine uymasına göre bizzat kendi içinde kurulur. Ve bu içinde kurulmuş olan cennet ve cehennemin dışarda bizzarure hasıl olacak akisleri onun iyi veya kötü akibetinin objektif birer kıymeti olur. Bu neticelerin önüne de kimse geçemez. İşte bu, mukadderdir.

Evvelce söylendiği gibi, bir insanın doğması, ölmesi, yaşaması, var olması ve tekamül etmesi nasıl mukadder birer keyfiyet ise, yani ilahi irade kanunlarının dışına kıl kadar bile taşamıyan birer tecelliyat ise o insanın kainattaki sonsuz ilahi mesağ ve bahşedilmiş imkan sahaları içinde tam bir hürriyetle iradesini kullanarak yaptığı işlerden dolayi murakabei nefis mahkemesinde vicdan hakimin vereceği hükümlerin neticelerine tabi tutulması da öylece mukadder birer keyfiyettir.

* * *

İş bu noktaya gelince karşımıza gene mühim bir mevzu dikiliyor ki bu da iyilik ve kötülük mefhumları hakkındadır. Vicdan iyiyi kötüden ayırmak melekesidir, deyince iyilik nedir, kötülük nedir sualinin derhal önümüze dikildiğini görüyoruz. Eğer bu sual üzerinde durmaz ve aydınlığa çıkamazsak şimdiye kadar serdetmiş olduğumuz mülahazaların mühim bir kısmı da bu karanlığın içinde boğulup kalmak tehlikesine düşebilir.

Öyleya, bir insan için makbul sayılan bir hareket diğer bir insan indinde pekala kötü ve menfur bir iş olarak karşılanıyor. Yani birisinin vicdanının iyi dediği şeye ötekininki fena diyor. O halde vicdanın yanılmazlığı ve iyiyi kötüden tefrik etme kudreti nerede kalıyor? Bu takdirde ortada iyilik kötülük mefhumlarının kalmamasına ve binnetice vicdan melekesine atfedilen rolün de manasızlığına inanmak icap etmez mi? Hayır. İşte şimdi üzerinde bir az durmak istediğimiz mevzu budur. Bu mevzuu ele alırken Şarlot müstear ismile bize kendisini tanıtıp çok kıymetli ve öğretici tebliğat veren bir ruh dostumuzun bize sormuş olduğu bir suali buraya aynen naklediyorum:

ŞARLOT: Mart 23, 1951                                     Medyom: R. Bayer

<< Dostum, bilirsiniz ki tekamül ancak dünyanızda, insanlarda vicdan unsuru ile hızlanır. Ve tekamüldeki sık adımlar başlıca, vicdan terazisinin kefelerinin mütemadi hareketile neticelendirilir. Vicdan ise sizce malum olduğu üzere bir taraftan iyilik, feragat, diğer taraftan hotkamlık gibi mevzuların ölçülmesini sağlıyan bir melekedir. Halbuki vicdanın faaliyetine, rolüne sebebiyet veren bu iyilikler ve kötülükler her telakki ve düşünceye göre muhteliftir. Ve her insana göre değişir. Maksadımı bir misal ile izah edersem belki daha kolay anlatabilirim. Mesela, siz yolda giderken zavallı fakir bir çocuk görseniz, kendisine bir miktar yardım yapıp lazım gelen nasihati de verdikten sonra yolunuza devam ederken arkanızdan bir tanıdığınız size yetişip bu yaptığınız hareketin yanlış olduğunu, kendine göre haklı sebeplerle izah etse ve dese ki: Dostum, sen çocuğa bu parayi vermekle iyilik yaptığını sanıyorsun. Fakat hakikatte bu bir kötülüktür. Sen çocuğa bir iyilik değil, fenalık yaptın. Çünkü o bu suretle çalışmak ihtiyaç ve arzusunu duymıyacak, senin gibi yardımda bulunanlar da tevali ettikçe dilenciliği kendisine bir meslek ittihaz edecek ve bu suretle büsbütün fena bir yola girecek dese hiç de haksız bir iddiada bulunmuş sayılmaz. Bilmem maksadımı anlatabildim mi? Bu misali kabalaştırarak geriye, hafifleterek yukarı doğru çıkarırsanız size insan öldürmenin bile o nebata yapılmış bir fenalık telakki edecek insanlara rastlamanız kaabildir.

<< Şimdi bu durum karşısında madem ki tekamül fena hal, düşünce ve hareketlerden kurtulma suretile elde edilebiliyor, ve tekamül yolunda adımlar ancak iyiliğe müteveccihen atılan adımlar sayesinde muvaffakiyete eriyor şimdi size vermek istediğim mevzu budur: Mademki ortada standart iyilik ve standart  kötülük mefhumu ayrılmamaktadır, tekamülü nasıl izah etmek lazım gelecektir ? >>

Kitabımızın muhtelif yerlerinde, muhtelif vesilelerle tekrar ettiğimiz bir hakikate burada gene temas etmek zorunda kaldık. Her insanın, kendi ruh yüksekliği seviyesine uygun bir anlayiş, duyuş ve düşünüş derecesi vardır. Bu, onun kendi aleminin, daha doğrusu kendi varlığının bir realitesini ifade eder. Ve o insanın bütün kudretleri işte bu realite etrafında toplanır. Tahayyülü, iradesi, cehit ve gayretleri, temayülleri, telakkileri hep bu realite dahilinde faaliyete geçer. Ve gene evvelce söylendiği gibi onun bu realitesini de gerçekleştiren ilahi irade kanunları, iradesini bu realite sahası dahilinde istediği gibi serbestçe kullamasına imkan bahşeder. Mesela farzedelim ki bir adamın hayatında geçirmiş olduğu görgü ve tecrübeler kendisine, parasız kalmış, fakat çalışmak kudretinde bulunan bir çocuğa para vermenin onu tenbelliğe alıştırdığını öğretmiş olsun. Böyle bir kabli müşahedeye, daha doğrusu görgü ve tecrübeye dayanan bu adamın düşüncesi tamamile haklıdır. Binaenaleyh o böyle bir düşünce ve kanaatle eğer o çocuğa para vermezse, kendine göre iyi bir iş yapmış olur. Ve vicdanını da tatmin edebilir. Çünkü onun vicdanı ruhunun bu seviyesinin neticelendirdiği realitelere ve kanaatlere bağlıdır.

Fakat tekamül hiç bir vakit yerinde durmaz. Mütemadiyen artar. İşte bu artışla birlikte onun vicdan melekesi de tabiatile inkişaf eder. Bu inkişaf ayni zamanda ruhun kazanmış olduğu yeni yeni görgü ve tecrübelerle müterafık bulunur. Hülasa bu suretle onun bütün ruh kudretleri artar ve daha şümullü, daha mudil tabiat kanunlarından faydalanabilecek durumlara girer ve binnetice o varlık kainatta evvelki haline nisbeten daha geniş ve şümmullü faaliyetlere ve vazifelere istihkak kesbetmiş olur. Bu hal ayni zamanda onun kainattaki illiyet prensibine daha ziyade nüfuz edebilmesini ve bu yüzden de evvelce göremediği bazı diğer illet ve neticeleri şimdi daha açık olarak görmesini temin eder. İşte bu nüfuzu nazar ve görgü ve tecrübenin bu gelişmesi, onun vicdan berraklığını büsbütün attırır. Bu defa da o, bu vicdan berraklığının direktifi altında ilahi irade kanunlarını evvelce uyabilmek kudretini gösteremediği namütenahi icabatından bir kısmını daha hazmedebilme ve böylece tekamülünde yeni bir sürat kazanma imkanlarına erişir. Ve işte o zaman bu adam gene sokakta bir dilenci çocuğa rasgeldiği vakit evvelki gibi değil başka türlü düşünmek ihtiyacını duyar. Ve tereddüt etmeden ona her türlü yardım elini uzatmaktan çekinmez.

İşte ayni adamın evvelki vicdan hükmü ile şimdiki vicdan hükmü arasında tebarüz eden bu açık fark, onun şimdiki durumunun, geçirmiş olduğu görgü ve tecrübelerle, ilahi irade kanunlarının tatbikatı sahasında biraz daha ilerlemiş  olmasından ileri gelmektedir. Zira onun vicdanının evvelki hükümlerile şimdiki hükümleri arasındaki fark, ilahi irade kanunlarının icabatı sahasında evvelki mahdut anlayiş ve duyuşu ile şimdiki geniş ve şümullü anlayiş ve duyuşu arasındaki fark kadar büyüktür. Mesela o, şimdi de pekala şöyle düşünebilir: ( Bu dilenci çocuğa para vermek lazımdır. Onun bu parayi nasıl sarfedeceği veya bu parayi aldıktan sonra onu iyi veya kötü yollarda kullanacağı meselesi beni alakadar etmez. Zira o da iradesinde tamamile serbesttir ve yapacağı işlere göre neticeler alacak ve bu neticelerin tesirine göre ruhunda husule gelecek olan intibahlarla tekamül edecektir. Kaldı ki bu gün o açtır ve yardıma mühtaçtır. Ve ben ona yardım etmekten, onu bu günkü sıkıntılardan kurtarıp daha kötü durumlara düşmesi imkanlarından uzaklaştırmaktan zevk ve huzur duyarım. Aksi halde de ıztırap çekerim. Ona bu gün yardım elimi uzatmak ihtiyacındayim. )

İşte iki insanın birbirinden farklı iki vicdan muhakemesi ve neticeleri. Bu açık misal bize çok iyi gösteriyor ki burada bunların hangisi doğru, hangisi yanlış, hangisi tekamülün vasıtası, hangisi tekamülün vasıtası değil gibi sualleri sormak yerinde olmıyacaktır. Zira birinci varlığın vicdanı ancak o kadar inkişaf edebilmiştir, binaenaleyh tekamülüne o noktadan itibaren devam edecektir. Buna mukabil ikinci varlığın vicdanı bir az daha fazla inkişaf etmiştir, o da bulunduğu noktadan daha ileriye doğru atılacaktır. Şu halde tekamül asla durmaz ve her tekamül seviyesine uygun telakkiler, düşünceler, duygular ve vasıtalar mevcuttur. Ve bütün bunların birbirine uygunluğu bir zarurettir, ve mukadderdir. Şu halde birinci varlık mukadderine uymak suretile ikinci varlık seviyesine yükselecek ve o seviyenin yüksek mukadderatına layık bir duruma girecektir. Bu hal de böylece ebediyen tekamül mevzuu dahilinde sürüp gidecektir.

* * *

Dünyada ne kadar ruh varsa o kadar da tekamül farkı ve derecesi vardır. Ve bu da tabii bir haldir. Noktası noktasına birbirine uyan iki varlığın mevcut olamadığını ruh dostlarımız ifade ediyorlar. Zira esasen tekamül ne kadar namütenahi ise bu tekamülün varyeteleri de o kadar sonsuzdur. Bu namütenahi varyeteler, namütenahi ruh kudretlerinin,gene namütenahi tahavvülatına ait tezahürlerini meydana getirir. Hatta serbest ruh halleri gibi esasen bir sonsuzluk mevzuu olan tezahürleri bir tarafa bırakalım, en basit madde alemindeki varlıklar arasında bile tam bir ayniyetin mevcudiyeti düşünülemez. Mesela bir koyun sürüsünde zerresi zerresine birbirinin ayni olan iki koyun bulunamaz. Bir ormanda gene ayni şartlar altında iki ağaç gösterilemez. Kaldı ki mahdut maddi hayatla kabili mukayese olmıyan sonsuz tekamül ve inkişaf devrelerinde arzı mevcudiyet eden sonsuz ruh kudretlerile hakedilmiş ruhlarda ayniyet aramak büsbütün abes bir iş olur kanaatideyiz. O halde nasıl hiç bir varlık diğerinin ayni değilse hiç bir varlığın vicdan hükümleri de her noktasında birbirinin tamamile ayni olamaz. Belki birbirine nisbeten çok yaklaşabilir. Bu başka iş.

Demekki bir merhaledeki vicdanın vereceği hükümle başka bir merhaledeki vicdanın vereceği hüküm arasında bariz farklar bulunmakla beraber gene herkes ancak kendi vicdanının hükümlerine göre mesuldür. İşte bu bakımdan incelenince, yanlış bir tabir olarak ma’şeri vicdan dedikleri ahlak müeyyidelerinin vicdan hükümlerinden tamamile ayrı neticeler verebildiğinin manası anlaşılır. Kütlelere hitap eden toplu talimat her vakit her insanın vicdan seviyesine uygun olmıyabilir. Ve bu bakımdan da ahlak her vakit, insanın tekamülünü doğrudan doğruya hızlandıran öz vicdanına uymıyabilir ve bu takdirde vicdanın yapabileceği vazifeleri yapabilmeğe ahlak her zaman kifayet edemez. Herkesin başkasından farklı olan ruh kudretlerine göre takip edeceği bir tekamül yolu vardır. Ve bunun ölçüsünüde tayin edecek unsur vicdan olduğuna göre bu yolda hiç bir vasıta onun kadar iş göremez. Binaenaleyh dışardan zorla, tehditle, formalitelerle, ve inanılmamış, benimsenmemiş zaruretlerle ve zoraki telkinlerle insanları doğru yola sürükliyen müeyyideler – ne kadar sahih dahi olsalar – eğer ferdin hiç olmazsa aşağı yukarı vicdanının temposuna uygun değillerse, hiç de matlup olan neticeleri vermiş olmazlar. Bu düşünceye göre yapılacak en iyi iş, her insanın kendi vicdanının direktiflerine son derece saygı göstererek o insanın hayatında o yoldaki inkişafları sağlamağa çalışmaktır. Müşterek talimat diğer bir görüş zaviyesinden faydalıdır ve insanlara tekamül yolunda faaliyet göstermenin lüzumunu telkin etmesi bakımından mühim faydalar da sağlıyabilir, fakat tek başına bununla iş bitmez. Ve yalnız ahlak kaidelerine sarılarak vicdanını çiğneyip geçmekten çekinmiyen ve hatta bunu mecburi sanan bir insanın tekamülü bakımından karlı bir harekette bulunmuş olmaz.

Mesela, medeni hayat seviyesine yükselmiş ve ruhu oldukça incelmiş bir insan tasavvur edelim. Bu insan bazı icaplarla Allah yolunda insanların kurban edildiği bir muhitte yaşamak zorunda kalmış olsun. Bittabi o muhitin gelenekleri muayyen kanaatlerin tesiri altında şu veya bu sebeplerle insanların kurban edilmelerini mecburi bir ahlak kaidesi haline sokmuştur. Ve bu böylece devam edip gitmektedir, bunun dışına çıkmak da o muhitin insanlarınca büyük bir kabahat, günah ve ahlaksızlıktır. Şimdi, eğer burada yaşamak zorunda kalan dostumuzun vicdanı da bunu kabul etmiş ve ancak böyle hareketlerle tatmin edilecek bir durumdan kendisini henüz kurtaramamış ise mesele yok. Onun da yapacağı ve yapması lazım gelen iş bu harekete uymaktır. Zira burada ahlak kaidesile onun vicdanı el ele vermiş bir haldedir. O, bu ahlak kaidesine uymakla esasen vicdanının hükmünü yerine getirmiş olacaktır. Fakat bunun aksi de pekala mümkündür. Yani, o adamın vicdanı böyle herhangi bir sebeple bir insanın kurbanlık diye öldürülmesini asla kabul etmemektedir. İşte bu hal karşısında onun vicdanı muhitinin ahlak telakkisinden tamamile ayrılmış bulunmaktadır. Eğer buna rağmen o adam vicdanının dosdoğru sesine karşı kulaklarını – şu veya bu sebeple, şu veya bu mazeretleri öne sürüp – tıkar ve muhitime uyacağım diye insanları kurban etmeğe kalkışırsa veya bunu makbul görmeğe yeltenirse işte o zaman kıyamet kopar. Ve o adam vicdanının sert hükümleri ile mahkumiyetini idrak edeceği gün gelip çattığı zaman büyük sıkıntılara düşer ve derdini kimseye anlatamaz. Zira vaktile kendisininkinden geri bir realiteye uymamasını ihtar eden vicdanına karşı serdetmiş olduğu mazeretlerin hiçbirisi burada bir kıymet ifade etmez. Ve şimdi vicdanının hükümlerine ister istemez ve kendisinin müdafası ve mütalaası sorulmaksızın uymak zorunda kalır. Çünkü bu hükümler onun için artık değişmez bir mukadder olmuştur.

* * *

Burada bir noktaya daha temas etmenin sırası geldi. Acaba insanın mesul olması için yaptığı işin mutlaka tahakkuk etmesi mi lazım mıdır? Bu sualimizi bir misal arzederek bir az açıklayalım: Mesela, bir adam başka birinin elinden ekmeğini alıp onu aç bırakmak istese bu elbette çok kötü bir hareket olur. Her kötü hareketin ıztıraplı neticeleri olacağından o adamın vicdanı bu vazifeyi üzerine alarak onu bu hareketinden dolayi tazip edecektir. Bu böyledir. Fakat farzedelim ki bu adam başkasının elinden ekmeğini alıp onu aç bırakmak istediği halde bunu yapmağa bir türlü fırsat bulamadı. Ve tasarladığı kötülüğü yapmağa muvaffak olamadı. Madem ki bu adam ötekine kötülük yapamadı ve öteki bu yüzden hiç bir fenalık görmedi. Yani beşeri dille, cürüm tahakkuk etmedi. O halde bu fenalığı tasarlıyan ve yapmak istiyen adamın mesul olmaması lazım gelir, değil mi?

Keza, gene olabilir ki teşebbüs edilen iş mukaddere uygun gelmez. Mesela bir adamı öldürmek niyet ve kasti ile onun üzerine saldıran bir insan herhangi, önüne çıkan, bir engel yüzünden bu kötü hareketini muvaffakiyetle bitiremez. Çünkü o adamın eceli henüz gelmemiştir ve o ölmiyecektir. Şimdi bu katil fiiline teşebbüs eden adam, yani vicdanının emrinden dışarı – istediği halde – bilmecburiye çıkamıyan ve öldürmek fiilini tahakkuk ettirmiyen adam bu işi yapmadı diye mesuliyetten kurtulur mu? İşte mevzuumuz bu.

Demiştik ki insanı cezalandıran, efal ve harekatından dolayi mesul tutan amil, onun dışında değil, bizzat kendi içinde bulunan ve öz varlığının unsuru olan vicdanıdır. O halde bu kudretin harekete geçmesi, öz varlığın dışındaki hadiselerden ziyade içinde cereyan eden hadiselerle alakalı bir iştir. Binaenaleyh insanı efal ve harekatından dolayi mesul ve mahkum kılan vicdan hakiminin, cübbesini giymesi için, ruhta cereyan eden bu hareketlerin dışarda husule getireceği neticelerinin tahakkukunu beklemeğe ne ihtiyacı vardır, ne de sabrı... Madem ki o insan bir defa kötülüğü düşünmüş, tasarlamış, istemiş ve yapmıya niyet etmiş, o halde bu katil fiiline ait ruhi faaliyet, lüzumlu bütün safahatını geçirmiş ve fiil ruhta tahakkuk etmiştir. Buna binaen, o fiilin ayrıca dışarda da tahakkuk edip etmemesinin – o adamın mesul olması için – hiç bir kıymeti kalmamıştır. Zira – o niyet dışarda ister gerçekleşsin, ister gerçekleşmesin – hakim cübbesini giymiş, mahkemeyi açmış ve hükmünü vermiştir. Bu hüküm de dışardaki işlere göre değil, ruhta geçen hareketlere göre verilir. Zira vicdan mahkemesi o adamın yaşamakta olduğu şehrin pazar yerinde değil, onun ruhunun göbeğinde kurulur. Demek ki bir insanın ruhunda peyda olacak en küçük bir hareket, en belirsiz bir sarsıntı, orada her an kapıları ardına kadar açık duran vicdan mahkemesi salonuna intikal eder. Ve vicdan hakiminin huzuruna çıkar. Bunu insan ister istesin ister istemesin. Hülasa her niyet bir harekettir. Ve bu hareketin ruhtaki iyi veya kötü istikametlerine göre neticelerini hükümlendirecek olan unsur da vicdandır. Şu halde mesuliyet, o mesuliyeti davet eden hareketin neticesine bağlı değildir. Bu mesuliyetin şekli ruhta husule gelen niyetin iyilik veya kötülüğüne göredir. Madem ki bir insan başkasına fenalık yapmağı istemiş ve tasarlamış ve bunu kuvveden fiile çıkarmağı düşünmüş, o halde netice ister onun dilediği gibi çıksın ister çıkmasın, o gene bir kötü iş yapmış ve ruhunda bir hareket uyandırmıştır. Ruhtaki her hareketin, yani her işin, vicdana karşı verilecek iyi veya kötü hesapları vardır. Burada muhterem dostum Kadrinin kıymetli bir tebliğini naklediyorum:

KADRİ: Temmuz 23, 1947

<< Siz neticeye değil, teşebbüse bakacaksınız. Şimdi bir adam bütün bir kainatı zehirlemek, insanları öldürmek düşünce ve gayesile senelerce çalışsa ve bir mikrop, bir hap keşfine uğraşsa ve böyle bir şey de bulsa tecrübe için bir hayvana veya bir insana yuttursa ve bu hayvanın, öleceği yerde bir çok hastalıkların geçtiği de görülse ve onun bu suretle beşeriyete bir çok yardımı dokunmuş olsun. ( şimdi bunu bir tarafa alalım ) Diğer bir adam da bütün beşeriyetin büyük azaplarını dindirmek için uğraşsa ve bir ilaç bulsa ve bunu bir hastanın tedavisi için verse ve böyle bir kaç adam da ölse acaba bu iki alimden hangisi kabahatlidir? Birincisi.

<< Şu halde neticelere değil, daima hareket noktasına bakacaksınız. Daima hareket noktası, teşebbüs gayesi, ve niyet dürüstlüğü esas. Netice sonra gelir. Siz iyi niyetle iyi iş görünüz de verdiğiniz ilaç adam öldürürse o, sizin elinizde olmıyan sebeplere bağlıdır. >> ve mukadderdir.

Başkasına sırf fenalık yapmağı istiyenlerin veya sadece kendi iyiliği için başkalarının ıztırabını bile bile ve istiye istiye mucip olanların ruhlarında bu iş olup bitmiş ve o insanın fenalığa olan meyli sabit olmuştur. İşte o insanın mesuliyetine sebep de budur. Yoksa o istenen fenalığın dışarda tahakkuk edip etmemesi meselesi tamamile ayrı bir iştir. Yani eğer o iş dışarda tahakkuk edebilmiş ise fenalığı istenen adam zaten ona müstehak olmuştur. O bu fenalığı bundan görmese başka bir yerden görecek ve onun azabını çekecektir.       
    
Binaenaleyh o adam için bu fenalığı görmek mukadderdir. Bu itibarla, ona fenalığı düşünen ve yapan adamın bu işte, yani o adamın çektiği azaptan dolayi hiçbir sunu taksiri yoktur ve onun için de o bundan mesul değildir. O sadece fenalık duygusunu ruhunda beslediği için o duygunun keyfiyet ve kemiyeti derecesine göre az veya çok şiddette bir mesuliyeti üzerine yüklenmiştir. O adam bu fenalığı bilerek, duyarak, istiyerek ve tasarlıyarak kendi ruhuna bir realite halinde mal etmiştir. Ve onun hesabını vicdanına karşı vermeğe her an borçludur. Taki o hesabı silecek onun ruhunda başka hadiseler zuhur etmiş olsun ve eski hesaplar kapansın. Diğer mesele ise, yani fenalık yapmak istediği adamın bu fenalığa uğraması veya uğramaması onun mesuliyeti kadrosundan ve iradesi şümulünden çıkmış umumi mukadderat planına girmiştir. Eğer bu plan müsaade ederse o adam bu fenalığın neticelerine maruz kalacak ve kötülük görecektir. Bilakis eğer umumi mukadderat planı, yani o adamın durumu böyle bir kötülüğe uğramasına müsait değilse ona kötülüğü yapmak istiyen adam ne kadar isterse istesin ve bu arzusunu kuvveden fiile çıkarmak için hangi vasıtaya müracaat ederse etsin ona hiç bir kötülük yapamaz ve zahiren kötülük gibi yapmış olduğu işle de hakikatte onun için çok hayırlı ve istifadeli neticeler verici bir harekette bulunmuş olur. Yani o adam berikinin kötülüğünden bilakis iyilik görmüş olur. Bununla beraber o, kötülüğü yapmak istiyen beriki adam gene mesuldür.

* * *   

İnsanların vicdanlarının kendilerine muhakeme edip mesul tutabilmeleri için iradelerini serbestçe ve muhayyilelerinin çizmiş olduğu istikametlerde kullanabilmeleri şarttır. Çünkü bir varlığa mesuliyetin terettüp edebilmesi için her şeyden evvel onun niyetine bakılır. Niyet iyi ise ona göre hükümlendirilir. Halbuki birisine başkası tarafından zorla yaptırılan bir işte o işi yapan adamın niyeti bahis mevzuu olmaz. Böyle olunca da ortada bir mesuliyet mevzuu o adam için bulunmaz. Buna mukabil bu işin bir mesulü aranırsa o da bunu o adama zorla yaptıran kimse olmak icap eder. Zira iyi veya kötü niyet asıl o işi yaptıranındır. Netekim hayvanların ve henüz aklı başında olmıyan çocukların ve tamamile akıllarını kaybetmiş delilerin de ayni sebepten dolayi mesuliyetleri yoktur. Zira bunların da yaptıkları işlerde niyet mevcut değildir. Burada kullandığımız niyeti şu manada alıyoruz: niyet, bir işi yapmağa teşebbüs eden adamın o işten illiyet prensibi icaplarına göre aklı erebildiği kadar – diğerkamca veya hotkamca – muayyen bazı neticeleri özliyerek karar vermesi demektir. Eğer bu özlenen neticeler diğerkamca  ise niyetin iyi, hotkamca ise kötü olduğuna hükmedilir.

Şu tariften bir hakikat daha çıkıyor, bir insanın herhangi bir şeyin gerek nefsani, gerek diğerkamca neticelerini beklemesi, onları - tekrar ediyoruz – akılları erebildiği kadar illiyet prensibine göre takdir edebilecek bir anlayiş seviyesine gelmiş olmasını icap ettirir. Demekki vicdan mesuliyetinin mukadder olabilmesinin diğer bir şartı da o varlığın muayyen bir anlayiş, fehim kudretine varmış bulunmasıdır. İşte bu kudretten – bazı sebeplerle mahrum bulunan çocuklarla hayvanların ve delilerin ademi mesuliyetleri bu suretle kısmen izah edilmiş oluyor zannındayız. Binaenaleyh çocukların, delilerin hayvanların, nebatların ve iradeleri zorlanarak bu işe zorbalıkla kaçınılması asla ve ne pahasına olursa olsun mümkün olmıyacak şekilde sevkedilmiş insanların fehimlerinin azlığı, veya iradelerindeki serbestliğin takayyüdü ve o işe niyetlerinin lahik olmamaları nisbetinde mesuliyetleri azalır. Zira mesuliyetin terettüp etmesinde esas olan niyet bu gibi ehvalde tezahür zemini bulamaz. Bu gibi ehvalde bu işleri yapanlar değil, bu işlerin yapılmasında niyet sahibi olarak amil bulunanlar mesuldür. Mesela aklı ermiyen bir çocuğu öldürmek istiyen bir hain, korkutarak veya kuvvetli ve müessir telkinlere tabi tutarak çocuğun pencereden aşağı atlamasını sağlıyabilir. Bu takdirde çocuk intihar etmiş değildir. Keza ipnoz halinde bulunan bir sujeyi bir ipnotizör telkinle oldukça mühim bir fedakarlığa sevkedebilir. Bu takdirde de o adam yani suje tekamülü bakımından muvaffakiyetli bir iş görmüş olmaz. Binaenaleyh bu gibi varlıklar için, bu şartlar altında yapmış oldukları işlerden dolayi hiç bir mesuliyet takdiri düşünülemez. Zira burada onların vicdanlarının harekete geçmesini mucip bir mevzu yoktur. Burada kıymetli dostumuz M. Mollanın tebliğlerinden bir iki parçayi nakletmek istiyorum:

MUSTAFA MOLLA: Şubat, 20, 1951                     Medyom: M. Aray

<< İnsanın gayri mesul olabilmesi için onun:

<< 1 – Ya sabi,

<< 2 – Ya muvazenesiz,

<< 3 – Ya hayvan veya nebat  

ile mukayese edilmekte olduğunu hadiseler ima etmektedir. Oysa ki insan bu demek değildir. Ve onun kendi şiarı ve dopdolu kapasitesi dahilinde mütalaa etmek zorundayiz. Zira hakikat bizi, bu veçheye doğru icbar etmektedir. >>

M. MOLLA: Nisan 3, 1951                                 Medyom: M. A.

<< Hayvanların hürriyeti, birbirlerinin kudretleri ve manevi sevkler icabı hamlelerile karşılaşır. İnsanların ise şuuri kudretleri (buradaki şuuri tabiri, bize göre bir az evvel izah ettiğimiz fehim ve anlayiş manalarına yaklaşır. B. R. ) daha çok aktif ve çeşitli surette müessir olacağından manevi bir hava yaratarak cemiyet otoritesine girmiş ve böylece iradesinin getireceği neticeler bakımından daha müşkil şartlarla karşı karşıya kalmak zorunu idrak etmiştir...

Bu suretle insan tabiatın mutlak esiri değil, bilakis ondan hız ve ilham alarak hedefler tayin eden bir şuur ve binnetice bir irade sahibidir. >>

Burada kullanılan şuur kelimesinin manasını biz, bir anlayiş, yapılan işlerin illet ve netice bakımından sonuçlarının kıymetlerini az çok takdir ediş şeklinde anlıyoruz. Netekim ayni dostumuz ayni tebliğinin devamı sırasında şunları söylüyor:

<<  Mesuliyet insanın vuzuh ve şuur sahalarınca olan irtibatı yönünden doğacak neticelerle karşı karşıya gelmesi halinden başka bir şey değildir.>>

* * *

Diğer taraftan Mustafa Molla dostumuz mesuliyetin mukadder karşısındaki durumunu anlayiş yönünden şu tebliği ile de açıklamaktadır:

MUSTAFA MOLLA: Mart 27, 1949                Medyom: M. A.

<< İdrak, doğrudan doğruya içinde bulunduğunuz alemin şartlarına göre hasıl olan ıttılaattır. İdrak, içinde bulunmuş olduğunuz alemden alınmış hızdır. Bir çocuk çok kıymetli bir vazoyu kaldırıp yere çarpar. Ve bir vahşi insan en üstün, medeni bir kıymeti parçalayıp, kırıp bozabilir. Bu hal, idrak ( buradaki idrak kelimelerini biz fehim, anlayiş, manalarında anlıyor ve kabul ediyoruz. B. R.) kısırlığından ileri geliyor. Kendi etrafını saran muhitin darlığı hasebile ondaki manevi seviye bu kadardır. Öyle ise bir çocuk bu vazoyu kırdı diye, bir vahşi, bir insanın yıllarca çalışıp meydana getirdiği yüksek bir sanat eserini bozdu diye mesul olamaz. Esasen mesuliyet vicdanı tavazzuhtan başlıyor. Yani vicdanınızın sesini idrakiniz nisbetinde işitebiliyorsunuz. Ve siz kendinizi, içinde bulunduğunuz vasat nisbetinde ve ancak idrakiniz seviyesinde kazanabiliyorsunuz.>>

İşte burada da ayni mühim noktaya temas edilmiş oluyor: Demek ki anlayiş noksanlığından mütevellit birtakım zaruretlerle yapılan işlerde de mesuliyetin hududu daralmaktadır. Bu da mühim ve hayatta bir çok mesailin hallinde işimize yarıyan bir hakikattir. Hele yukarki tebliğ açıkça gösteriyor ki esasen mesuliyeti tayin ve takdir eden meleke, insanın vicdanıdır. Halbuki vicdanın uyanması anlayiş nisbetinde mümkün olur. Anlayişten mahrum bulunan bir arslan parçaladığı geyiğin azabını kendisine ihtar edecek vicdan uyanıklığı derecesine henüz ermemiştir. Ve bu bakımdan da onu mesul edecek ruhi unsur kendisinde yoktur.    

Burada mühim bir noktaya daha temas etmek zaruretinde kalıyoruz. Acaba, anlayişten mahrum bulunan bir varlığın yaptığı işler nazarı af ve müsamaha ile karşılaşır da bunların hiç bir neticesi olmaz mı?

Esasen mükafat ve mücazat mefhumlarını kabul etmediğimize göre ortada af ve müsamaha ile karşılanacak bir mevzu da kalmaz. Ve her şey mazbut birbirine bağlı ilahi irade kanunlarının icaplarına göre muntazam bir seyir takip eder. Yani hiç bir şey illetsiz olmaz, ve her hadisenin bir neticesi vardır. Şu halde yaptığı işin mahiyetini anlasın veya anlamasın, bir varlığın yapmış olduğu her işin, ilahi irade kanunlarınca mucip kılınmış bir takım neticeleri muhakkak kendisini gösterecektir. Fakat bu, mesuliyet mefhumundan tamamile ayrı bir mevzu teşkil eder. Neticeler tahakkuk eder, ama bu neticeler, bir varlığa terettüp etmiş herhangi bir mesuliyetin ifadesi de olmıyabilir. Bu fikri bir misal ile izah etmeğe çalışalım: Bir arslan bir geyiği parçaladığı için yukarda arzettiğimiz sebeplerden dolayi mesul değildir. Çünkü o, bu hareketinin manasını anlıyacak bir duruma girmemiştir. Fakat, onun mesul olması yaptığı hareketlerinin hiç bir neticesi olmıyacağını ifade etmez. Netekim o, böyle oldukça geri tekamül safhalarında bulunan hayvanlığının icabatından olarak kendisine gene meşakkatli hayatlar hazırlıyan neticelerine maruz kalmaktan bir zamana kadar, yani muayyen ruh melekelerinden bazılarının kafi derecede inkişafına kadar kurtulamıyacaktır. Yalnız bunların hiç birisi herhangi bir mesuliyetin karşılığı olan bir ruh azabı değil, muayyen ruh melekelerinin otomatik bir seyirle inkişafı için geçirilmesi zaruri olan hayat şartlarının icabıdır. Şurası aşikardır ki hayvanlığın anlayişten mahrum iradi hareketleri mukabilinde yukarki zaruretlerle meydana çıkan gene anlayişten mahrum zahmetleri ve meşakkatleri vardır. Yalnız hayvan bu meşakkatlerin ve zahmetlerin manasını anlamadan duyar ve geçer. Bu sadece bir acı hissinden ibarettir.

Bununla beraber, manası anlaşılmadan duyulan bu acı hissinin de hayvan ruhunun tekamülünde çok mühim ve esaslı rolleri vardır. Ve bu tekamül otomatik bir seyir takip eder. Yani muayyen dış tesirlerin karşısında ruhun ilahi irade kanunlarına göre yapacağı aksülameller sayesinde vaki olur. Binaenaleyh insanın tekamülünden, bu tarzı tekamülün – sürat itibarile – çok farklı olması icap eder. Demek ki hayvanın da anlayişsizlikle çektiği acılar, bir ceza mahiyetinde değildir. Bir tekamül zaruretidir. Bu acıların tekamüldeki mihanikiyeti hep birbirine benzer: Iztırap, ruhun uyuşuk duran ve ancak bir az şiddetlice saiklerle uyanması mümkün olabilen bazı melekelerini harekete geçirerek inkişafını sağlıyan birer kırbaç darbesidir. İşte nisbeten iptidai olan bir hayvanın ruhunun bu anlayişsiz durumu – gene anlamadan mütemadiyen yediği kırbaç darbelerinin duygusu altında – otomatik olarak inkişaf eder ve onun ruhu, hayvanlık aleminde inkişafı icap eden melekelerini harekete getire getire idrakini genişletir ve anlayişini arttırır. Diğer taraftan onun anlayişi attıkça çektiği ıztırabın manasını da anlamağa başlar. Ve bu suretle hayvanlık alemini aşarak insanlık mertebesine yükselmiş olan o varlık daha hızlı bir tempo ile bu anlayişinde inkişaflar kaydederek, tekamülünü hızlandırarak ve bu sayede de bir çok yeni melekelerinin yüksek tezahürlerile karşılaşarak insanlığın da muhtelif tekamül merhalelerini aşar ve daha yüksek alemlerin varlıkları arasına karışmak yolunda ilerler durur. İşte birbirini takip eden bütün bu hadiseler, bildiğimiz veya sezebildiğimiz veyahut da nihayet tahmin edebildiğimiz alemlerde illiyet prebsibinin icabatı ile temin edilmektedir. Ve bu çok geniş ve şümullü mevzuda daha çok tafsilata girişmeğe – iktidarsızlığımızı göz önünde tutarak – kendimizde salahiyet görmüyoruz. Zira tekamül yolunun, çoğunu aklımızın alamıyacağı karışık hesaplı ve değişik varyeteleri vardır.
 
Demekki bazı insanlar arasındaki durum da böyledir. Hayvanlık aleminden yeni kurtulmuş ve insanlık alemine adımını ilk atmış bazı insanlar arasında da öyleleri vardır ki bunlar yaptıkları azgınca işlerin manalarını, yani ne iyiliğini, ne kötülüğünü anlamaksızın bu işleri yaparlar. Bunlar da bu yaptıkları işlerin neticelerile karşılaştıkları zaman, mesuliyetlerini anlıyacak duruma henüz girmemiş olduklarından sadece manasını bilmeden çektikleri sıkıntılı hayatın ruhlarındaki izlerinden istifade ederek tabii ve bati olan tekamüllerine devam ederler. Bunlarda da tarif edilen manada vicdan azabı ve mesuliyeti yoktur. İşte zamanla o insanın artacak olan görgü ve tecrübelerinin artışında onların ruhlarında çizilmekte olan bu izlerin derinliklerinin çok ehemmiyetli rolleri vardır. Bu izler derinleştikçe onların, çekmekte oldukları sıkıntılarının sebepleri üzerinde durmak ihtiyacını duyabilecek kadar anlayişleri artar. Ve yavaş yavaş iyilik ve fenalık mefhumlarının – kendi ruh kudretleri çerçevesi dahilinde – hudutlarını çizebilmek tecrübelerine girişebilecek bir anlayış planında yükselmeğe başlarlar. Bu  planda yükselmek demek vicdanlarının gittikçe inkişafı demektir. Vicdanın inkişafı ise mesuliyet duygusunun artmasile at başı beraber gider. Mesuliyet duygusunun artışı ise mukadder akibetlerin yollarını gittikçe aydınlatır. Şu halde insan, vicdan ve mesuliyet mefhumlarındaki inkişaflara mazhar olduğu nisbette mukadderin derin manalarına daha ziyade nüfuz etmek imkan ve hatta zaruretlerine ermiş bulunur.

Demek ki insan ne kadar yükselirse o kadar büyük bir kudretle mesuliyetlerini takdir eder. Ve mesuliyetlerini ne kadar iyi takdir edebilirse mukadderini de o kadar kendi lehinde hazırlıyabilmenin yolunu ve imkanlarını bulmuş olur. Böyle kendi kendisini mesul ederek mukadderine yol çizen varlığın mesuliyetlerile alakalı bütün hareketlerinde serbest olması icap etmez mi? Bunun aksini düşündüğümüz anda bir sürü tezatlar içinde bunalıp kalmaktan ve hiç bir şeyi izah edememekten kendimizi kurtaramayiz.

Hülasa, her insan niyetinin iyiliğine ve kötülüğüne bağlı olarak teşebbüs ettiği işlerile vayahut da – iyi veya kötü herhangi bir kasta yönelmek kudretine henüz erişmemiş varlıklarda olduğu gibi – anlayışsızca yapmış olduğu hareketlerile ilahi irade kanunlarının icaplarına göre kendi mukadderinin kapısını açar. Ve gerek birinci, gerek ikinci halde elde edilecek tekamül neticeleri birbirine nisbetle ya süratli veya bati bir seyre tabi tutulur.

Bu hakikate – yüksek tebliğattan aldığımız ilhamlarla – inanmakta olan bizler kendi kendimize şu suali soruyoruz: Acaba hayatlarında bir musibetten diğerine koşan, bir felaketten diğerine sürüklenen, bir azap kuyusundan kurtulup diğer bir azap kuyusuna yuvarlanan ve gözyaşları bir türlü dinmek bilmiyen bazı bedbahtlar bu talihsizliklerinin yegane müsebbiplerinin gene kendileri olduklarını niçin anlamak ve kabul etmek istemezler? Ve niçin sanki yaptıkları bütün hataların, kabahatlerin üstün kuvvetler tarafından takdir edilen ve kendileri için içtinabı mümkün olmıyan birer zaruret olduğuna kendilerini inandırmağa çalışarak ayni hataları ve kabahatleri tekrarlamamak hususunda bir cehit ve gayret sarfetmek kudretlerini felce ve atalete uğratmağa sebep olurlar? Veyahut da bundan daha kötüsü, büsbütün ümitsizliğe düşerek hiç bir sun’u taksirleri olmadan haksız yere Allah tarafından kendileri için takdir edilmiş gibi vehmettikleri bu sıkıntılı hayat şartlarına düştükleri zaman Allahla kavga etmek cüretine kapılırlar? Ve işte bilgisizliğin kötü neticelerinden, daha doğrusu hazırlamış olduğu mukadder akibetlerden birisi de budur! Bu bahse müeallik, çok kıymetli dostumuz Mustafa Mollanın küçük bir topluluk içinde vermiş olduğu büyük bir tebliği bütün insanlığa arzediyorum. Bu tebliğ üzerinde derinleşmek kudretini gösterdikçe içlerinde bir ürpertinin kabararak bütün varlıklarını sarstığını hissedebilen dostlarım bence ne kadar bahtiyardırlar!

MUSTAFA MOLLA: Ağustos 6, 1950                         Medyom: M. Aray

<< Takdir edersiniz ki bu kadar acele ile geçilmesi icap eden büyük hayat yolundan ötede sizi hasretle bekliyenlerin arzuları mevzu bahistir. Bu tıpkı sevdiklerinizin en iyi mertebelerde bulunmasını arzu edişiniz gibi bir harekettir. Hayat dikkatle takip edilince mütemadi bir öğreniş ve her öğrenilenin arkasındaki meçhule doğru bir mükerrer cehitler safhası, bir nihayetsiz mücadele yürüyüşüdür. Onu öyle mükemmel, öyle acele ikmale çalışmalısınız ki gerçekten insan olarak var bulunmanızın bütün manası tahakkuk eylesin.

<< Dikkat ediniz: Ne kadar bol ve çeşitli ve ne kadar kudretli melekelerle mücehhez bulunuyorsunuz. Bütün bunlara rağmen ne kadar bitip tükenmek bilmez bir aciz iştikası ve gene deruni hamlelerinize bizatihi iradenizi bigane kılan isteksizlik, vuzuhsuzluk ve bilgiden kaçan bir şaşkınlığınız hüküm sürmektedir. Bu asırda veya geçmiş asırlarda, yahut gelecek herhangi bir zamanda bu şartları haiz bir fert veya cemiyette bu böyle olmak mukadderile muttasıftır.

<< İmkansız olan ne vardır? İmkansız olan yok olan şeydir. O halde varlık tamamen imkanlar safhasıdır. Böyle olunca da her imkanın bir vasıtası ve bir melekesi mevzuu bahistir.

<< Siz neyin üzerinde işkence duymuşsanız mutlaka o melekeye çok ağır bir yük tahmil etmektesiniz. Şu halde zorun kapıları önünde ricat etmeden tahammülümüzü toplıyabilirseniz arz sizin tahayyülünüze sığmıyan bir cennet, cennet ise arza sığmıyan bir tahayyül olur. Ne yazık ki devirler kendilerine işkence yapmak için daima huzur ve sükun cephesinden ricatı tercih eylemişlerdir. Ve eyliyeceklerdir. Esasen hususi mülakatlarımız da bunu size mükerreren isbat edecek tecrübeler ve delillerle doludur.

<< Dimağınızı yormamak için daima eğlenceyi, midenizi yormamak için yememeyi, yıktığınız nisbette yapmağı, arzu nisbetinde mükemmeliyet yolunu tutmağı... Velhasıl bir sürü tezatlarla dolu hallerinizi gördükçe elbette sizin huzur içinde yaşıyamamanızın sebeplerini elle tutarcasına görmekteyiz. Bir kere:

<< 1 – Bu hayat canlı bir uyku haline ifrağ edilmeğe çalışıldığı içindir ki bizzat siz, arzın ve göklerin makarrında binlerce hileli yollar bularak gene kendinizi uyanmağa icbar ediyorsunuz. Bu niçin olmalıydı? Hem sebep siz, hem pişmanlık uğrunda savaşan siz. Hem düşman, hem dost, hem iyi, hem fenasınız. Kendi bağırınızdan fışkıranı kendi aleminizin kanunu olarak benimsemişsiniz. Tanrıya gelince, sizce bütün huzursuzluklarınızın mesulü O sayılmaktadır. Bu ise gafletin en kesif zamanlarına mahsus tipik bir tezahürdür. Hayatı işkence olmaktan kurtararak büyük bir huzur melcei, bir ruhaniyet makarrı yapacak siz olduğunuz kadar, onu cehenneme çevirecek de gene sizlersiniz. Ellerinizdeki vasıtaların ayarlanmasına göre neticeleriniz gene sizi karşılarken, bir nevi çocuk şaşkınlığı ile kendi hatalarınızın önünde ricata mecbur kalıyorsunuz.    

<< 2 – Küçük hesapların merkezi halli olmuş bir vasat, icabatı hayatiyeye göre düzenlerden, tuzaklardan ibaret bir korkunç kurnazlık kompleksi sizi vicdanınızdan uzak bir merhalede tutmakta ise, mesul olan gene sizsiniz. Adaletiniz size hasmolmuş şuurunuz size cinnet getirmiş, vicdanınız size cezalar fışkıran bir menbaı mefsedet olmuş ve tabiatile Tanrı da en büyük zulmün kahhar bir sembolü mevkiinde kalmıştır. Böyle bir hayat için en güzel kurtuluş elbette mutlak ademde aranır.

<< İnsan oğlu! Tatlı rüyalarını zehreden sensin! Fecirleri kapıyan dumanlı gözlerindeki karanlığı hiç bir ışık kovamıyor. Ona kendi iç aleminin sönmez şafaklarından menfezler açmadıkça zındanının bekçisi olmaktan kurtulamıyacaksın.

<< Sana ne güzel bir armağan verildi değil mi? Onu ne yaptın, ne yapıyorsun? Halbuki ne yapamazdın! Rabbin verdiğini, şeytanın yolu istikametinde harcarken, dostun ve mürşidin vereceğinden ne hayır bekliyebilirsin? Şuurun sana yar değilse gayrin öğütlerinden ne umabilirsin? Sadakatin nisbetinde hayatının hikmetini arıyabilseydin bir gün bu kısa yolculuğun sonunu esefle görecek, kendi varlığının manasını başka zaviyeden bulmağa çalışacaktın.

<< Senden alınmış hiç bir şey yokken, bütün melekatı mefluç bir iskelet halinde ne korkunçsun! Senden daha boğucu zulmet, senden daha çok ürküten heyula, senden daha zalim müntehir var mıdır? Dünya sayfalarına neler yazdın bilir misin? Fakat ne garip... Yazdıklarını okuyup anlamıyan gene sen değil misin?

<< Oh kardeşim, bir küreyi, ruhumun takatında bir zerreden hafif taşıyabilirim, fakat senin cürufuna yeter bir vüsata malik değilim. Onun için ellerini göğe açacağın zaman birlikte yalvaralım. Ve semayi baştan başa sarsalım. Mukadder yemişlerinin en güzelleri ayaklarının altına dökülsünler. Kollarındaki kudrete duacıyim. Allah senin atine büyük bir reha güneşi, gönlüne ölmez ve tükenmez hamleler aşkı versin!...

Mukadderi cebriyecilik yolu ile tefsire gayret etmek ve buna göre bir hayat tarzını tercih eylemek ve hele bunun neticesi olarak bütün işkencelerin müsebbibinin Allah olduğunu gururla ilan ederek vicdani mesuliyeti sırtından atmağa çalışmak insanın fehim ve idrak melekelerinin genişlemesine ve binnetice vicdanının inkişafına ve bu yüzden de tekamülüne bir mani teşkil eder. Tekamül yolunda vaki olacak bütün yavaşlamalar ise huzursuzluğun, sıkıntıların başlıca kaynağı olur.

İnsanın cehit ve gayreti ile gelecek hayatının huzur ve saadetini hazırlıyabileceğine inanmıyan ve onu tabiatta bir kukla gibi dış ve üst irade ile müteharrik bir taş parçası olduğu kanaatini zihinlere sokan bir düşünce tarzına göre yaşamak lazım gelirse insanın ne mesuliyet kaygısı, ne de nefsani islah yolunda herhangi bir murakabeye ve bir cehit sarfetmeğe ihtiyacı kalır. Bu yolda insanın düştüğü ataletin en zararlı neticesi ise ihmal olunan vicdan sesinin dinlenmemesi ve gittikçe zayıflamasıdır. Halbuki tekamülde en ileri ve en yakın mürşidimiz bulunan vicdanımızın bu zafı ile biz nasıl olur da Allaha doğru yıldırım süratile hamleler alabiliriz? Bu mümkün mü? Yalnız, her şey Allahtandır, demekle bu süratli hamleler temin edilemez. Bu yıldırım hamlelerini kazanabilmek ancak, her şeyin Allahtan olduğu kanaatini izah edici hal ve hareketlerin hiç birini ihmal etmeden yapabildiğini, insanın kendi vicdanına karşı isbat etmesile mümkün olur. Bu ise sönmeğe yüz tutmuş bir vicdan ve hastalanmış bir irade ile kaabil olacak işlerden değildir.

Burada sözü gene kıymetli dostumuz Mustafa Mollaya bırakıyorum:

MUSTAFA MOLLA: Mart 25, 1951                      Medyom: M. A.

<< İnsan takdir diye kendi dışından hayat sahalarının en ince taraflarına kadar hakim bir evveliyat kararı tasavvur etmekte ve yarınki güneşi ayarlamış olanın, kendi iradesile boy ölçüşmeğe veya onu hiçe saymağa kalkıştığını düşünmeğe daima meyyal bulunmuştur. Bu suretle kendi mevcudiyetinizi teçhiz eden en kaba ve reel uzuvlarınız bile sanki bir << hiç işe yaramazlık >> maksadile yaratılmış sanılmakta demektir. Siz her şeyi ayni yolda ve ayni tarzda düşünürseniz fatalizmin ne kadar soğuk ve kötü bir itikat halini alacağına tabiatile vasıl olmanız kolaylaşır. Tesadüfün kolunda yürüyen fatal, insanı şuur ve irade ile bir amansız istihza kahkasının çınladığı ifritler ve şeytanlar diyarına doğru sevke çabalar. Demek ki bir yandan siz, arzularınızın en iyi ve en müteal olanlara müteveccih bulunmasını istersiniz, diğer taraftan bir laübali tezahür ile kıskıvrak bağlanmış sayılmaktasınız. Bu tezatların ortadan kalkması için mesul olan insanın kendi fena huylarının mesuliyetini idrak etmesi lazımdır.

<< İdrakin muhayyile ile iş birliği yapamaması ve akidelerin bu mihenkle ölçülmeden hazır bulunmasıdır ki insanların ayaklarına her an çelme takılması tehlike ve endişesini doğurmakta bulunuyor. Siz, kati olarak beyan edelim ki, her şeyden evvel vücut kalesinin dışındaki çarpışmalardan, boğucu ve iğrenç hava ve huzursuzluktan bihaber görünmek itiyadile ikinci bir zarfa bürünmüş, kendine suikast hazırlamak için ömrünün her anını kudretlerile doldurmuş bir bedbahtsınız. Onları irade haricinde mütalaa edebilmek için dediğim gibi, siz de an az akıl harici bir tesadüf mekanizması aramak ve bulmak icap edecektir. İç ve dış varlığınızdaki bütün meseleler size racidir. Ve mesuliyetlerinizin, göklerin nihayetinde bir merkeze aitmiş gibi sizi oyalaması gene kasten tarafınızdan uydurulmuş bir telakkiden başka nedir? Şu halde sizi en evvel ikna veya iğfal eden, kendi ruhani çevrenizdeki havanın mahiyetidir. Bu suretle ruhani seyrin mükemmel ve engelsiz devamı, sizin iradi faaliyetlerinizdeki vuzuh ve gayeperestlikle mütenasiptir.

<< İnsanın ihtirasları kendi seviyei kemalile mütenasiptir. Bu kanunu, diğer mühim bulduğunuz kanunlarla bir arada ve daha ince tetkik etmeniz lazımdır. Bu suretle arz planı, bilhassa maddi huzur bakımından tamamen imkansızlıklar arzeder. İçtimai manzara ve içtimai örümcek ağları bunun belli başlı bir neticei tezahürüdür.

<< Kiminiz şu nevi hareketi hakikatmiş gibi karşılayıp inanmağa savaşırken, kiminiz bunların hiç olduğu iddiasındasınız. Biriniz iman diye bir şey tutturmuş giderken, kiminiz inkardan bir şey beklermiş gibi israrla zevk duymaktadır.

<< Bir milletin mimarisi, yani yaratılışındaki hususiyet her manasile bir diğerinin belki tamamen zıddınadır. Böyle bir alemde nasıl ahenk ve dirsek teması kabildir? Ve bu yüzden nasıl huzur ve sükunu ruhani teessüsü mümkündür?...

<< Böylece muhtelif tipler, ihtirasların oyuncağı halinde yollarına devam ederlerken pek az kimseye de kuş bakışı bir görüş nasip olabilmektedir. Su dışına ara sıra çıkabilen balık gibi sizi de bu üstte bulunuş, namütenahi zevkiyap edemez, zordur. Mutlakaa kesafetin koynuna sığınmağa hepiniz mecbursunuz. Yalnız derece farkile.

<< İhtiraslarınız yollarınızın mana ve mahiyetidir. Onların delaletile elde etmek zorunda kaldıklarınız, karşınızda sizi ikaza ve iknaa zorlarlar. Böylece mukadderin bir başka veçhesi tezahür yolundadır. Demek ki insan, mukadderini isteklerini hali cereyanda bulunduğu bataklarından takip eder.

<< Zihniyetler, ihtirasların arz şeraitile burun buruna gelmelerinden doğma bir manevi toplanma, bir hazinei ruhani mesabesindedir. Ve şüphesiz buda ihtirasların tenevvü ve mahiyetlerile mütenasip bir netice oluyor. Size bu kadarlıkla bir etüd mevzuu vermiş oluyoruz. Ancak mütebaki kısımlarını kendiniz tertip ve tezyin ile mükellefsiniz. >>

Hülasa, insan muhayyilesi ile yapılan işlerde terettüp edecek olan mesuliyet, vicdanın vuzuh kazanması nisbetinde mümkündür. Vicdanın vuzuh kazanması ise ruhta iyilik ve kötülük mefhumları hakkındaki anlayişin artışı ile baş başa gider. İyilik ve kötülük hakkındaki anlayişin artışı da bir taraftan enfüsı ve afaki şuunatın illiyet prensibi dahilinde seyreden akışlarının ruhta husule getirmiş olduğu intibalarının çoğalması ve derinleşmesi, diğer tarftan da insanların hotkamlık duygularından kurtulmak için gösterecekleri cehit ve gayretler ile vaki olur ki biz buna görgü ve tecrübelerin artışı da diyoruz.   

Şu halde mesuliyetten kendimizi kurtarabilmenin çaresini vicdan melekemizin tatmin edilişinde aramaklığımız icap ediyor. İş bu noktaya gelince bu hayata gelmemizdeki gayelerle ilgili olan saadetimizi bulmanın çarelerini aramak ve hüsran içinde öbür tarafa dönmek tehlikesinden korunmak gibi bizi çok yakından meşgul etmesi lazım gelen mühim bir mevzula karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz ki bu mevzu da ayrıca bir bahis halinde şimdi mütalaa etmeğe başlıyacağımız mürakabei nefistir.

BEDRİ RUHSELMAN

Share

Bu site özeldir ve ticari amaç taşımaz.

Copyright © Dünya Ana