ALLAH - Dr. BEDRİ RUHSELMAN - BÖLÜM 2

Share

http://www.dunyaana.com/images/bedri%20ruhselman%206.jpgİNSAN İKİ YOLDAN ALLAH'I ARAR

1 - Dış alemdeki eşyanın, olayların, varlıkların incelenmesiyle. Bu, objektif araştırma yoludur.

2 -  İç alemdeki güçlerin idrakiyle. Bu, sübjektif araştırma yoludur.

Bu yollara yanlış olarak ilim ve kalp yolları diyenlerde vardır.

Bu yolların ayrı ayrı ve karşılıklı incelenmesi Allah hakkında duyabileceğimiz ve anlayabileceğimiz bazı hakikatlere ulaşabilmemiz için gereken ruh faaliyetlerinin yönünü bize gösterir. Bu sebeple, bunlardan önce birinci yol üzerinde durarak, bunun, Allah kavramı hakkındaki idrakimizin gelişmesinde sağlayacağı kazançların şartlarını ve imkanlarını araştırmamız gerekir.

1–ObjektifAraştırmaYolu

Bu yol, eşya, olaylar ve dış varlıklar yardımıyla Allah’ı araştırma yoludur. Yani kainatta, dış aleme bakarak veya başka varlıklardan yönlendirici bilgi alarak objektif inceleme ve araştırmayla Allah’ı aramak, onun kudretleri, güçleri hakkında bilgi edinmeye çalışmak yoludur. Daha ilk bakışta anlaşılabilir ki bu yol, ilahi araştırma yolunun başlangıcını ve ilkel, daha doğrusu maddi tarafını oluşturur.

Aslında eşya ve gerçekler hakkındaki görüş ve incelemelerde araştırma aracı olarak, yalnız üç buutlu realite çerçevesi içinde kalan dünya maddesini biricik değer olarak tanımak seviyesinin üzerine idrakini yükseltememiş ruhlar için de, Allah’ı aramanın en doğal ve kolay yolu budur. Çünki böylelerine göre herhangi bir şeyin varlığı, ancak onun, beş duyu organından birini veya birkaçını araçlı veya araçsız olarak ilgilendirebilecek bir yoğunluk derecesinde bulunmasıyla kabul edilebilir.

Demek ki, bu görüşe göre varlık kavramı objektif değerlere dayanmaktadır. O kadar ki, hatta bu idrak seviyesinde kaldığı sürece insan, kendi varlığını da ancak bu objektif değerlere başvurarak kabul etmeye ve değerlendirmeye çalışır.

İlahi kavramlara ait gerçek duygu yoluna insanları götürmeye ancak vasıta olabilen bu objektif inceleme ve araştırma yolunun bazı tehlikeleri vardır ve bu tehlikelerin başında da onun bu vasıtalık rolünü unutup, Büyük Gerçeğin en son araştırma yolu olduğuna inanmak gelir ki, maalesef birçok insanın kolayca içine düşebileceği bu tehlike, bugün dünyamızda alabildiğine yayılan inkarcı materyalist imansızlığın doğma nedeni olmuştur.

Bundan başka, evvelkine göre daha hafif olmakla beraber yine şaşırtıcı ve insanları yanlışlara sürükleyici diğer küçük tehlikeler de vardır. Bunlardan birincisi; Allah’ı bir şekil içinde düşünmek ve tasarlamaktır. Mesela, büyük din kitaplarında yazıldığı gibi:

“Allah insanı kendi suretinde yaratmıştır.’’ sözü, böyle bir düşüncenin tesiri altında tamamıyla yanlış anlaşılmış ve yanlış yorumlanmıştır.

Böyle bir düşünceye saplanan kimseler, Allah’ı bir insan gibi şekilli ve bir insana benzer bir varlık olarak tasavvur etmek hatasına düşmüşlerdir.

Oysa bu sözü söyleyen büyük varlıkların anlatmak istedikleri mana, onu bu kadar yüzeysel ve basit şekilde anlayanların anladığından çok başkadır. Burada insanlara anlatılmak istenen; Allah’ın şekli, sureti veya biçimi vardır da insanları o biçime göre yaratmıştır, demek değildir. Böyle bir şey, haşa olamaz.

Bu ifade, Allah, insanları tasavvur ettiği, daha doğrusu istediği gibi, muradı üzere yarattı ve onlara diğer cansız ve canlı varlıklarda bulunmayan kapsamlı kudretler bahşetti, demektir. Bizim anlayabildiğimize göre bu sözün doğru ve gerçek anlamı budur.

Fakat kendilerini henüz üç buutlu realitenin ifadesi içinde kalan şekilperestlikten kurtaramamış insanların yukarıdaki ifadeyi, arz ettiğimiz doğru yolda anlamak ihtiyacını dahi duymayacak kadar, beşeri hükümlerinde saplanıp kalmış olmalarını da tabii görmemiz gerekir.

Oysa ki bu ifadenin yüksek anlamını kavrayabilmek ve kabul etmek için, şekilperestlik seviyesinin üzerine çıkmış ve Allah’ı aramanın, dış alem kanalıyla olmaktan başka yolları da bulunabileceğini kabul etmiş bir insanın, bu hususta uzun uzun muhakeme yürütmesine bile lüzum ve ihtiyacı kalmaz. Çünki o, Allah’a şekil ve suret verilemeyeceğinin ve böyle bir şeyin söz konusu dahi edilemeyeceğinin farkındadır.

Bu görüşümüzün kıymetli bir desteği olarak, ruh aleminden dünyamıza tebliğler veren değerli ruh dostlarımızdan Kadri’ye sorduğumuz bir sorunun cevabını zevkle sunuyoruz:

Kadri:  (11.6.1947)

B. R.- “Allah insanı kendi suretinde yarattı, sözünü, Allah insanı kendi biçiminde yarattı, manasında anlayanlara ne buyurursunuz?’’

Kadri- “Yanlış, çok yanlış. Böyle laflarla güzel zamanınızı öldürmeyiniz. Bakın size kısaca anlatayım: Acaba Cenab-ı Hakk’ın, Kibriya’nın sureti var mıdır? Böyle bir şeyi tasavvur etmek, hangi cüret sahibinin hatırından ve hayalinden geçebilir? Şekli olmayan bir şeyin benzeri de olmaz. Yüksek şeyler benzetilemez ve vasıflandırılamaz.’’

Büyük din kitaplarında bulunan, vaktiyle yazılmış bu sözün bugün bazı kimselerce böyle yanlış anlaşılması, özellikle tecrübesi az bazı kimselerin, Allah hakkında yanlış düşüncelere sapmaları sonucunu doğurmuştur.

Yüksek ruh planlarından aldığımız tebliğlerde bu sözün açıklandığı görüyoruz. Kendisini ‘‘Şems’’ diye tanıtan başka bir ruh dostumuz bu hususta şunları söylemiştir:

Şems:  (6. 5. 1947)

B. R.- “Geçen hafta sizinle görüşürken aramızda geçen,

Allah insanı kendi suretinde yarattı, sözünün manasını lütfen açıklar mısınız?’’

Şems- “İnsana ilahileşmek imkanı verilmiştir, sözünün manası, insanın çok yüksek evrim basamaklarına çıkabilmesi imkanını ifade eder. İnsan isterse, kendisini çok yüksek evrim basamaklarına çıkarabilir. O derecede ki, ona insanın üstünde bir sıfat verilebilir.

İnsanların, yüksek evrim basamaklarına varabildiklerini duymak hazzı da kendilerine verilmiştir. Yeter ki insan, şuur, idrak ve anlayış sahibi olup bundan yararlanabilsin. Ve kendisini kendi eliyle yüksek evrim basamaklarına çıkarabilsin. Kendi tekamül etmiş varlığını kendisi oluştursun. İşte insanların ilahileşmesi (Allahlaşması değil), yani ilahi muradı taşıyan içindeki kudretleri, diğer insanların üstünde bir idrakle duyabilmesi bu bakımdan söz konusu olabilir.

Tanrı insanı yaratırken ona büyük bir serbestlik alanı, hatta sınırı olmayan fikir ve faaliyet alanı vermiştir. Bu alanda insan gelişir, kendi duygularını yükseltip ve inceleştirip her tarafa doğru ışınlar gönderirse, bunların hiçbirisi boşlukta kaybolmaz. Kesinlikle bir yere çarpar ve bunun sonucunda da kesinlikle bir olay meydana gelir. İşte böyle bir yere çarpan ışınlar geriye döndükleri zaman, tarifi imkansız birçok vasıfları da beraberlerinde getirirler. Bu sayede insan, bir bakışta mümkün görünmeyen ve tahayyül edilmeyen evrim basamaklarına ulaşır ve böyle yapmakla da o, kendisini ikinci defa yaratmış olur.

Tanrı insanda bir eser yaratmıştır. Bir o kadarını da kendisine bırakmıştır. İnsanın böylece kendisini ikinci defa yaratması deyimi, elbette sembolik ve Allah’ın insanı yaratmasıyla kıyaslanamayacak bir sözdür. Ve bunun da manası, insanın, içindeki ilahi ışığı duyabilecek ve iradesini tam bir serbestlikle kullanıp faaliyete geçirebilecek yüksek evrim basamaklarına kendisini ulaştırabilmesi kavramı çevresinde toplanır.

İşte, “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı,” sözünün manası; Allah’ın, yarattığı insana, bu kudreti vermiş olduğunu ifade eder. Yoksa bu söz, Tanrı’nın insan şeklinde olduğunu ve de insanın Allah olduğunu kastederek söylenmemiştir.”

Yukarıdaki tebliğin alınış tarihinden bir yıl sonra, başka bir medyom dostumuz aracılığı ile Selim adındaki bir ruh varlığından alınan diğer bir tebliğde, Şems’in açıklamalarına uygun bir açıklama tarzı görülmüştür.

Selim:  (9.5.1948)

“İnsan, uluhiyet (ilahilik) karakteri alıncaya kadar yürür. Bu yürüyüş bir kavuşma ümidinin çağırışları ile vaki olur. Ancak bu uluhiyet karakteri görecelidir. Yoksa hiçbir tarafı rabbani olmayan insana, ne bugün, ne de bütün zaman kadrosunca yaklaşılacak bir had ifade etmez. Bizim bu sözden maksadımız şudur:

1 – Allah, insanların yüksek katmanlara çıkma ve yükselme imkanlarını, her türlü şartlarıyla kendi kudretlerine terk eylemiştir. Bu iradenizin gerçekleşmesi emrindedir.

2 – İlahi kavuşma deyiminden murat: Bir kere O’nun şaşaa ve mutlak güzelliği yolunda bizim yürümemiz, ancak birtakım göreceli oranlar ifade eder. Hakk’a kavuşmak, iyi bir düşünce ile ancak şöyle anlaşılabilir bir sözdür: Bu, Allah yolunda olmak emel ve amacını ifade eder. Bütün his zarureti, gerek orada, gerek burada, insanı sonsuza kadar yüksek bir aşkın uğrunda çeker.”

Ayrı zamanlarda, ayrı varlıklardan, ayrı yerlerde alınmış olan tebliğlerdeki bu açıklamalardan çıkan ortak manaya göre şöyle düşünmemiz gerekir:

Allah insanı yaratmıştır. Fakat insanın hür iradesini kullanarak kendisini yükseltmesi ve insanüstü bir varlık haline sokması kudretini de yine insanın eline vermiştir. Böylece zaruri hale girmiş olan tekamülü sonucunda onun, insanüstü bir varlık haline gelmesi mukadderdir.

Allah’ın insana, kendisini böyle yüksek evrim basamaklarına ulaştırıcı güçler vermesinin mecazi bir ifadesi olarak, “Tanrı insanı kendi suretinde yaratmıştır.” denilmiştir ki, bunun, başka türlü manası da düşünülemez. Çünki insan, ne kadar üstün olursa olsun, ne kadar yüksek vasıflar kazanmış bulunursa bulunsun, Allah’a ne benzeyebilir, ne (Allah’la birleşmek manasında) O’na yaklaşabilir ve ne de, haşa, Allah olabilir.

Bu açıklamalardan sonra, kitaplarda yazılmış olan bu sözün, ilk bakışta sanıldığı gibi, şekil ve biçim manasına gelen, suretlenme kavramı ile hiçbir ilgisi olmayacağı ve Allah’ın insana benzeyen veya benzemeyen hiçbir şekil ve suretinin söz konusu edilemeyeceği anlaşılır.

Böyle olmakla beraber, bütün varlıkları, şekil ve suret ifadeleri dışında anlamaya ve duymaya idrakleri müsait olmayan maddecilerin, bu cümleyi böyle göründüğü gibi basit ve maddi manada kabul etmeleri zaruridir. Çünki onlar maddeye öylesine bağlı ve ona esir durumda bulunmaktadırlar ki, eğer ellerinden bu maddi değerleri meydana getiren şekiller ve suretler alınırsa, Allah’ın varlığı hakkındaki imanları da o anda kaybolup gider.

Allah’a yalnız eşya arasından, maddi kainatın icaplarının tesiri altında, sadece maddi vasıtalara dayanarak inanmak yolunda başka bir yol tanımayanların, ruhlarında doğması muhtemel diğer bir tehlike de, Allah’ı birtakım beşeri vasıflarla nitelendirmek ihtiyacının duyulması, şeklinde ortaya çıkar.

Sıfatlar ve özellikle bizim tanıyabildiğimiz sıfatlar, Allah’la ilgisi söz konusu olmayan, kainatın pek dar ve imkanları sınırlı üç buutlu realitesinin çerçevelediği, dünyamız gibi çok yoğun dünyalarda değer kazanabilen maddi icaplara bağlı özelliklerdir. Hatta böyle yoğun bölgelerde, insanlar için en manevi olarak kabul edilen kudretler bile ancak bu maddi imkanların kapsamı içinde ortaya çıkabilirler. Mesela bir insanın sinirlenmesi hali, maddeler içinde yaşayan bir ruhta, maddi tesirlere uyarak meydana gelmiş bir reaksiyondan başka bir şey değildir. Tıpkı bunun gibi, dünyada idrak edebildiğimiz manadaki sevgi, ilgi, irade, tahayyül, hafıza, düşünce, duygu, idrak vb. gibi birçok manevi ve ruhi değerler de hep aynı şekilde, ancak maddi ve dünyevi bir takım bağların, tesirlerin, baskıların ve icapların ruh üzerinde meydana getirmiş oldukları tesirle bağlı bulunmaktadırlar ki, bu bakımdan bunlar baştan başa madde karakterleriyle bulaşık bir haldedirler.

İşte hakikat, bizim böyle en kısa görüşlerimiz karşısında dahi bu kadar berraklığı ile parlayıp dururken, en yükseği bile sınırlı, geçici ve hatta zıddıyla malül ruh hallerinin birer ifadesi olan ve maddenin esareti altında yenik bulunan basit ve ilkel birtakım beşeri sıfatlarla Allah’ı vasıflandırmaya kalkışmanın büyük bir hata olduğunu kabulde bir an bile tereddüt etmeyiz.

Allah’ı hiçbir sıfatla nitelemek doğru değildir. O, beşeri ve beşeri olmayan, yani izafi ve göreceli olan her şeye katılmaktan münezzehtir. Bununla beraber, sıfattan münezzeh bir Allah kabul etmekten çekinenler varsa onlar da, dediğimiz gibi, yalnız maddeye kıymet veren, madde dışında hiçbir varlığa inanmayan ve maddenin, elinden gitmesiyle her şeyi kaybedeceğine inanmış, maddeye tapan kişilerdir. Aslında böylelerinin, bunda başka türlü hareket edebilmeleri de kolay iş değildir. Çünki onlar yalnız üç buut kavramı içinde kalan kaba maddelerin dışında ve kaba maddi ölçülerin gösterdikleri haricinde hiçbir şey anlayamazlar, duyamazlar ve düşünemezler. O halde böyle kaba ve yoğun dünya maddelerinin hapsettiği bir anlayışla yüksek ilahi hakikatler anlaşılamaz. Hatta az çok süptilleşmiş ve incelmiş maddeler kanalıyla kainatta belirtiler arz eden göreceli kudretlerin, yani yaratıkların varlıkları bile böyleleri için birer inkar konusu olur ki, bu da kainatta geçerli olan Sebep ve Sonuç Kanunu içinde ortaya çıkan düzenin bir icabıdır. Ve bu icaba herkes gücü içinde ve oranında uymakla mükelleftir.

Allah’ı sıfatlandırmanın çok yanlış bir yol olduğunu, bir yönden böyle yine dış alemden toplayabildiğimiz müşahedelere dayanarak söylerken, diğer yönden bizlere göre daha geniş kapsamlı bilgi, görgü ve ilhamlara sahip spatyomdaki ruh dostlarımızdan, medyom dostlarımız aracılığı ile almış olduğumuz çok değerli tebliğlerin de bu konuda bizi kuvvetle desteklemekte olduğunu gördüğümüzü sevinçle arz ederiz. Buna bir örnek olarak değerli bir ruh varlığı olan Kadri’nin bir tebliğini sunuyorum.

Kadri:  (11.6.1947)

“Yüksek şeyler benzetilemez ve vasıflandırılamaz. Allah’a sıfat yoktur. Yüksek varlık hiçbir şeyle kıyaslanamaz. Hangi dinli, hangi dinsiz olursa olsun bunu böyle kabul edecektir.

Bunlar çok eski akidelerin zaman zaman tepkileridir. Allah yalnız kendi arzu ve iradesiyle ruhları yaratmıştır. O, yalnız bir tektir ve bir tek kalacaktır. Hiçbirinin O’nunla karşılaştırılması ve tartışılması doğru değildir.

Yukarıda din kitaplarına temas ettiğimiz için, bazılarının aklına haklı olarak şöyle bir düşünce gelebilir: Kur’an’da Allah hakkında zikredilen Semi, Basir, Alim… gibi sözler nedir?

Bunlar sıfat değildir ve olamaz. Kur’an çeşitli ayetleriyle, Allah’ın ortağı ve benzeri olmadığından kesinlikle bahsetmektedir. Ortak ve benzeri olmamak demek, kainatta bütün varlıklardan hiçbirisinin sıfatıyla Allah’ın bağlantı ve ilişiğinin bulunmaması demektir. Daha doğrusu varlıkların ve yaratıkların malül bulundukları sıfatlardan Allah münezzehtir, demektir. Zira Allah’a verilmek istenecek herhangi bir sıfatla, o sıfatı almış bulunan bir varlığın, haşa, Allah’a benzeyen bir yönü bulunduğu kabul edilmiş olur ki, kesin ayetleriyle Allah’ın ortağı ve benzeri olmadığını söyleyen Kur’an’ın ifade ettiğine de bu hareket tamamen aykırı gelir. O halde Kur’an’da bahsedilen bu kelimeler neyi gösterir? Bunlar elbette yanlış değildir ve insanın kudret ve anlayış derecesinin en son haddini göz önünde tutarak, Allah hakkında ona bir şeyler duyurabilmek maksadıyla söylenmiş isimlerdir, sıfatlar değil.

Demek ki bunlar Allah’ın sıfatları değil, isimleridir. Ve Allah’ı haşa, vasıflandırmak ve tarif etmek için değil, insanların ruhunda ilahi kavramlara ve ilahi duygulara en yüksek yerlerin ayrılabilmesi için gösterilmiş birer işaret ve hareket noktasıdır.

Nitekim, Alim, Semi, Basir… gibi isimleri, Allah’tan başka hiçbir varlık hakkında söylemek caiz değildir. Çünki bunlar ancak O’na has isimlerdir. Ve hiçbir varlığın nüfuz etmesine imkan düşünülemeyen, Allah hakkındaki derin ve sonsuz acz içinde, insanın duyabileceği en yüksek duyguların ve kavrayabileceği en kapsamları idraklerin ifadesi karşılığı olarak, Tanrı’nın böyle isimlendirilmesinde hiçbir mahzur olmadıktan başka, insan ruhunu yükseltici ve Allah’a yaklaştırmaya yarayıcı birçok faydalı unsurlar da vardır. Çünki insan, kendi kudreti içinde, ilahi titreşimlerden alabileceği kadarının en yüksek derecesini ilahiliğe uzanışının son imkanlarını kullanarak bulabildiği bu isimlerin yardımıyla ruhuna yerleştirebilmek kolaylığına erişir. İşte Tanrı hakkındaki ruh kudretlerini fark edip anlamada, dış alemle iç alemi birleştiren bir yol da budur.

Allah’ın, din kitaplarında yer alan isimleri hakkında, ruh dostumuz Kadri’den almış olduğumuz aşağıdaki tebliği, yüksek alemlerdeki ruh varlıklarının bu konudaki düşüncelerini bizim anlayabileceğimiz bir dille şöyle ifade etmektedir.

Kadri:  (20.8.1947)

B.R.- “Bazı insanlar Kur’an’da yer alan ilahi sıfatlardan bahsederler. Buna ne buyurursunuz?”

Kadri- “İsim söz konusudur. Herkes kalbinde O’na bir yer verir. İsmi Allah olur, Tanrı olur, başka bir şey olur. İsim başka, sıfat başkadır. İsim verirsiniz. O’nu en kutsi katlarda gösterecek şekilde isimlendirirsiniz. Fakat sıfat nasıl verirsiniz? Kur’an’da böyle şey yoktur. Allah’a sıfat verilmemiştir. Buna kimse yetkili değildir. Eğer böyle yorumlanmışsa bu bir cahilliğin açık örneğidir. Sıfat Allah’a yakışmaz. Ona layık bir sıfat bulunmaz.”

B.R- “Mesela Kur’an’da; Semi, Basir, Alim… gibi sözler var.”

Kadri- “İsimdir, isim. Sıfat değil. Yani, Allah en yüksek bir kıymetin ifadesi olacak şekilde isimlendirilir. Bütün iyilikler O’nda vardır. Ve O, bütün bunların isim babasıdır, sıfat değil. Yani O’nu bir şeye benzetmek yoluyla asla sıfatlandıramazsınız.”

Dışarıdaki eşyaya bakarak, onların içine saplanıp kalmak, Allah’ı dünyada görebildiğimiz varlıklar arasında bulmaya çalışmak veya maddi olaylara ait müşahedelerden alınan örneklere Allah’ı benzeterek, O’na şekiller vermeye kalkışmak, bu hususta ileride incelemeye başlayacağımız sübjektif araştırma yoluna, bu objektif araştırma yolunun, bir hazırlık ve bir vasıta olmaktan ileri bir değer ifade edemeyeceğini bilmemek demektir. Bu bilgisizlik, insanların Allah yolunda daima verimsiz ve yanlış düşüncelere sürüklenmesiyle sonuçlanır. Arkadaşlarımızdan bir zatın, bir celsede, ruh dostumuz Kadri’ye sormuş olduğu bir sorunun cevabı, bu hususta bizi yeterli derecede aydınlatmaktadır.

Kadri:  (5.1.1948)  

İ.A.- “Biz Cenab-ı Hakk’ı anarken, O’nun kudretini tahayyül etmekle beraber, düşüncelerimizle, karşımızda bir sembol bulmaya çalışıyoruz. Başka türlü düşünemiyoruz. Bunun için bir çare yok mudur?”

Kadri- “Cenab-ı Hakk’ın her şeyde, her yerde en küçük kudreti vardır. Allah’ı yalnız anmakla, O’na, hatırladığını hissettirmek mümkündür.

O’nu anmak için, gerçekten bir vasıtaya ihtiyaç yoktur. Bu vasıtayı arayanlar, eski insanlar, idrakleri, kudretleri sizinkinden az olan varlıklardır.

Allah fikri, O’nu tasavvur etmenin derecesi, tekamül ilerledikçe, arızasız olarak meydana gelecektir. Siz anarken, şimdilik üzerinde ısrar etmeyeceksiniz. Yalnız O’nu anarken, kendinizi büyük bir boşlukta hissetmeye çalışacaksınız. Hayal, şekil tasavvur etmeye başlayınca, düşünmeyi kesmek lazımdır. Çünki o anda zihin yanlış yönlere sapmıştır.

İlerledikçe, bu boşlukta nur göreceksiniz. O nur sizin içinizi kaplayacak. İşte o zaman Allah’ı andığınızı öğreneceksiniz. Bunu hissedinceye kadar çevre ile fazla ilgilenmemek, ruhunuzu çevreye saptırıp birtakım hayallerin meydana gelmemesine çalışmak lazımdır. Böyle yapmazsanız sonuçtan çok uzaklaşırsınız.”

Yukarıdaki tebliğ Allah’ın hiçbir tasavvura, tahayyüle ve düşünceye sığmayacağını ne kadar güzel ve açık bir ifade ile anlatıyor.

Gene aynı arkadaşımızın, daha sonraki celselerin birinde, fikrinde ısrar ederek sorusunu tekrar etmesi üzerine, muhterem dostumuz Kadri’nin vermiş olduğu cevap da bir evvelkinin devamı gibidir.

Kadri:  (16.2.1948)

İ.A.- “Cenab-ı Hakk’ı anma ve düşünme sırasında O’nun ezeli ve sonsuz olduğu hatıra geliyor. Fakat bu kelimelerin manalarına değil, delalet ettiği şeylere bir türlü geçemiyoruz. Acaba yaradılışımız bunları anlamaya müsait değil midir?”

Kadri- “İnsan kudretinin erişeceği sınırlar vardır. Bunların dışına hiçbir kuvvet çıkamaz. Cenab-ı Hakk’ın kudretini ve içinden çıkılamayan bazı hususları anlatmak için, insanlar kelimeler bulmuşlar ve onlarla açıklamaya çalışmışlardır.

Bu sözlerin yolunu gösterdiği hususları anlamak, insanlar için (hepsi için değil bazıları için) mümkündür. Yalnız, bugün sizin bunu kavramanız hiçbir şekilde mümkün değildir. Çünki size tarif edebilmek için, sizin kullandığınız kelimelere başvurmaktan başka çıkar yol yoktur. Bunlar tarif edilmez, duyulur. Ancak duyulur, içten duyulur.”

Allah’ın insanlarca bilinen veya bilinmeyen hiçbir kudretle kıyaslanamayacağı hakkında, Kadri’nin aşağıdaki sözleri de öncekileri kuvvetlendirir:

Kadri:  (4.8.1947)

“Allah öyle büyük bir kudrettir ki, hiçbir kudret, onunla kıyaslandırılmak imkan ve ihtimali içinde değildir”

Böyle olmakla beraber, insanların bu hakikatlere iyice girememiş olmaları veya yanlış birtakım düşünceleri tesiri altında kalmaları, kendi öz varlıklarında duyabildikleri bazı ruh kudret ve melekelerinin Allah’ta da var olabileceğini sanmaları sonucunu vermiştir. Fakat bu kanaat karşısında ortaya çıkan bazı çözülmez meselelerin içinden çıkılamaması, yani izafe edilen (var sayılan) bu melekelerin, insandakilerden ayırt edilme ihtiyacının duyulması, birtakım kelimelerin icadına yol açmıştır. Bununla da işin içinden çıkılamayınca, insanlar lüzumsuz birtakım fikir ve varsayım spekülasyonları içinde şaşkın bir halde bunalıp kalmışlardır. Bu hususa dair en güzel örneği irade konusunda bulabiliriz.

İnsanlar, kendilerinde bulunan en yüksek melekelerden biri gibi gördükleri irade kudretinin, Allah’da da var olabileceğini sanmışlar, fakat kendi iradeleriyle Allah’a izafe ettikleri irade arasındaki çarpışmayı görünce, işin içinden çıkamaz olmuşlar, bu defa da kendi iradelerine cüzi Allah’ın iradesine de külli diye isimler takmak zorunda kalmışlardır. Halbuki bu defa da külli ve cüzi iradelerin sınırlarını belirlemek problemi şeklinde karşılarına çıkan yeni güçlükler, onları büsbütün çıkmaz yollara sürüklemiştir.

İşte bütün bu haller, Allah’da insanlardaki gibi ruhi ve maddesel vasıflar aramak ve Allah’ı insan gibi görmeye, sıfatlandırmaya kalkışmak gafletinden doğma birer hadisedir. Bunlar, böylece ancak birer söz olarak kalır ve bir hakikatin ifadesi olamaz. Allah’a hiçbir beşeri vasıf ve kudret izafe edilemez. Bu vasıflar, bu kudretler ancak insanlara ve yaratılmış olan diğer varlıklara ait birer özelliktir. İleride, spatyomdaki kıymetli dostlarımızdan Mustafa Molla’nın nakledeceğimiz bir tebliğinde de bu hususla ilgili bazı sözler geçecektir.

Külli iradeyi cüzi iradeyle kıyaslamak, her şeyden evvel Allah’ı kulla kıyaslamak demek olur. Bu ise hiçbir şeyle kıyaslanması söz konusu olmayan Mutlak’ı göreceli olmaktan kendisini kurtaramamak adeti ile nitelenmiş olan insanla kıyaslamak demektir. Kaldı ki, külli ve cüzi diye iradeyi, ilahi ve insani ayırıma bağlı tutmaya ve bunların birbiriyle olan ilişkilerini araştırmaya kendilerini zorla mecbur kılanlar tarafından da bu iradeler anlaşılamamış ve anlatılamamıştır. Bunun sonucunda, çeşitli garip hatalara düşülmüş veya anlaşılmaz düşünce labirentleri içinde insanın düşünme gücü boğulup kalmıştır. Mesela bu labirentlerdeki çıkmaz yollardan biri de cüzi iradeyi külli iradeye bağlı saymaktır. Fakat biraz düşününce böyle bir varsayım ile insan iradesinin tamamıyla inkar edilmiş olacağı kolaylıkla anlaşılır. Eğer gerçek böyle olsaydı, ne insanda irade var demeye, ne de iradeyi böyle bir ayırıma bağlı tutmaya lüzum ve ihtiyaç kalırdı. Oysa ki iradesiz insan yoktur ve bütün büyük ruh dostlarımızdan almış olduğumuz tebliğlerde bu nokta üzerinde kuvvetle durulmaktadır. Ayrıca gözlemlerden de çıkardığımız sonuçlara göre insanda, kendi mukedderatını bile (kendi iradesiyle) belirleyecek kadar tam bir hürriyet ve serbestlik vardır. Hatta biz bu hali, bütün dostlarımızla birlikte, Allah’ın insana lütfetmiş olduğu bağışların en yüksek ve kıymetlilerinden biri olarak tanırız.

Hele iradeyi uydurma olan külli ve cüzi deyimleriyle Allah’la kul arasında bölüştürmeye kalkışanlarla hiçbir zaman beraber olmayız.

Ruh dostumuz Mustafa Molla’nın külli ve cüzi irade tabirleri hakkında söylemiş olduğu sözleri, okuyucu dostlarımıza arz ediyoruz.

Mustafa Molla:  (18.1.1950)

“Siz, külli ve cüzi irade diye biri diğerinden ayrılmış veya biri diğerini tamamlar bir şey düşünebilirsiniz. Fakat bunun küllisi asla Allah olamaz. Çünki yaratıkla karşılaştırılabilen uluhiyet daima pasiftir. Oysa yaratıcılık aktiftir. O halde insandaki iradenin varlığı ile Allah’ın iradesi karşılaştırma kabul etmez, sözünü açıklayalım:

1- İnsan iradesi, belirli maksatların, belirli sınır sığaları içinde, istenen şekilde gerçekleşmesine doğru koşan hamle demektir.

2-  İlahi irade (Külli irade değil!) adını vermek zorunda kaldığımız yaratıcılık, sonsuz oluşan her an ve safhasına hakim, üstün ve sonsuz bir icra kumandası oluşturmak isteğidir.”

M. Molla’nın ikinci paragraftaki sözleri dahi onun tasavvur ettiğini düşündüğümüz kuvvetli manayı verememektedir. Çünki İlahi Murat dediğimiz şeyde, mutlak bir ifade vardır. Oysa ki Mutlak hakkında tanım ve nitelemeye sığacak hiçbir nitelik ve özellik söz konusu olamaz. Dostumuzun tebliğine devam ediyoruz.

“Bununla ne demek istediğimiz meydandadır.Allah’ı anınız. O, her şeyin üstündedir. Çünki siz ve sizden üstün olmaya çalışanlar, daima O’na yönelmeye mecbursunuz. Sizdeki ilahi sıfat da (yani Allah’a yönelmiş bulunmamızın ifadesi olan sıfat da) budur. Yoksa iradenizin külli veya cüzi manalarıyla, sizden başka hiçbir kudrete sembol olmayacağını, bununla da ilahiliğe yaklaşır bir sıfatınız bulunduğunu, fakat insanlığın Tanrılık’la asla karşılaştırılamayacağını anlamalısınız.”

İnsanlar; Allah’ı sıfatlandırmaya, tarif etmeye ve hele objektif kıymetlere dayanarak ispat etmeye çalışmakla ne kadar boylarından büyük işlere giriştiklerini idrak edebilselerdi, Allah’ı araştırmanın bu objektif yolunu, sübjektif yoldaki faaliyetlerine daha uygun ve layık şekilde kullanabilme kudretini kazanmış olurlardı. Böyle olmakla beraber, insanların kısa görüşlerinin bir icabı olan bu hareketleri iyi niyete dayandıkça, Allah’ın kudretlerine ve muradını temsil eden kanunlarına uymak isteğinden doğan gönül özleyişinin temiz ve saf bir tezahürü olmak şiarında kaldıkça, böyle sadece maddi yollardan O’nu anlamaya ve ispata çalışmaları da elbette caiz ve makbul olabilir. Çünki bu yol tek başına verimsiz kalmakla beraber, iyi niyete ulaşmış olduğu takdirde, insanı bilmeden ve farkına varmadan, zamanla adım adım Allah’a yaklaşmanın hakiki yoluna kavuşturur. Bu nedenle bu yola, bu şartlar altında bir hazırlık dönemi olarak bakılabilir. Fakat bu hareket eğer iyi niyete dayanmaz, herhangi bir ihtirasın, bir menfaatin tatminine ve gerçekleşmesine yönelir veya hiç olmazsa, sadece bütün ilahi endişelerden uzak ve Allah yolundan ayrı ruh faaliyetleri içinde yapılırsa, çok kötü ve tehlikeli sonuçlar doğurur. Çünki ilahi kavramlar, hiçbir şekil ve sebeple Allah yolundan ayrılarak, asla satışa arz edilmiş bir pazar malı haline sokulamaz. Daha doğru ve açık söylemek gerekirse, ilahi kavramlar, dünyanın bin bir çeşit girdi çıktısında, hiçbir maddi ve beşeri ihtirasa ve eğilime alet sayılarak birer sömürme aracı yapılamaz. İşte böyle bir hal meydana gelmedikçe, insanın, sadece dış alem varlıklarının ve olaylarının yardımına dayanarak, objektif yollardan Allah’ı araştırmaya kalkışmasını, görgüsüzlüğü ve tecrübesizliği göz önüne alınarak mazur görmek gerekir.

Kadri’nin aşağıdaki tebliğinde yukarıda sözü edilen konu ile ilgili hususlar vardır.

Kadri:  (20.8.1947)    

“Allah sıfatlandırılır mı? Onu anlamak imkanı yoktur ki sıfatlandırmak mümkün olsun. Bu kadar büyük şeylerle insan denilen küçük bir varlığın meşgul olması, ancak O’nu tanıyabilmek arzusu bakımından uygun görülebilir. Aksi halde çok kötüdür. Bu kadar büyük bir kudreti, bir değeri anlama zorluğu varken, bunu küçücük bir yere sığdırmak imkansızdır.

İnsanlar bir yere kadar gelirler. Ondan sonra artık Allah’ı idrak edemezler. İnsanlar O’nu idrak edemedikleri halde, kimi Allah’ı inkar etmiş, kimi kendisine benzetmiş, kimi sıfat vermiş, kimi şekil. Ya idrak etseydiler ne olacaktı?

İnsanlar gözlerinin önünde parlayan binlerce mumu dahi görmeden bir kör karanlık içine saplanırlar. Ondan sonra da önlerine geleni çiğnerler, arkalarına geçeni teperler ve bu kadar idraksizlik içinde bile ilahi sıfatlardan, şekillerden bahsederler. Bunlardan hiçbirisi makbul olmadığı gibi, üzerinde işlenmiş birer düşünce ürünü de değildir. Bunlara kesinlikle yaklaşmayınız.”

Kadri’nin bu tebliğinden de anlaşılıyor ki, Allah kavramını geliştirmek için objektif kıymetler içinde bir yol aramak, O’nu araştırmak için seçilebilecek yolların hakikisi ve sonuncusu değildir. Bu yol, ancak insanlığın oldukça geri tekamül basamaklarına ait ilkel ve eğer iyi hareket edilirse, hakiki yola hazırlayıcı bir basamak olabilir.

Allah’ı anarken O’na mutlaka bir şekil düşünmek, bir suret biçmek, yani Allah’ı maddi durumda eşyalar ve objeler içinde ve objektif bir kıymet halinde kabul etmek ve böylece tatmin edildiğini sanmak, ancak dünyaya bağlı varlıkların duyabilecekleri bir ihtiyacın ürünü olabilir. İdrakini dar ve maddi kavramların üstüne yükseltmiş olan varlıklar için böyle bir hareket tarzı düşünülemez.

Gene başka bir celsede bir arkadaşımızın, kıymetli ruh dostumuz Mustafa Molla’ya sorduğu sorunun cevabını da zevkle naklediyoruz:

Mustafa Molla:  (11.1.1948)

Soru- “Allah’ı anarken nasıl bir tahayyül içinde bulunmalıyız?”

Mustafa Molla- “Allah, herkesten üstün mutlak bir şuurdur. Tanrı’nın anılması özel bir prensiptir ki, onun dışında, madde tasavvuru mümkün değildir (yani Allah’ın hiçbir madde ile ilgisi söz konusu olamaz).

İlahi görünme, eşyada olduğu kadar insanda da vardır. O halde açıklamalara sığmayan bu hal, yönelmeyle, hayal kurmakla veya tanımlamayla değil, ruhsal denge ve anlayışın, kavrayışın tamlığı oranında ve çeşitli idrak seviyelerine göredir.

Amaç; yöneldiğimiz, yakınlığını dilediğimizdir. Bu ne yolla ve ne halle olursa olsun. İster Yaradan hakkında, ister insan vicdanında aynı önemi taşır. Tekrar ediyorum; amaç, o hazza erişmektir.

Hayal kuruşunuzun bir şekle bağlanmasından murat nedir?”

Allah’ın eşya ile, olaylarla veya dış alemin şusu, busu ile açıklanmasının mümkün olamayacağına dair ruh aleminden verilmiş elimizde kıymetli tebliğler vardır. Bunlardan bir tanesini daha sunuyorum.

Mustafa Molla:  (21.2.1948)

Soru- “Bugünkü fen ve beşer idraki yaratılmış olan her şeyin sonsuz olduğuna kanidir. Bu sonsuzluğu, Allah anlayışıyla nasıl telif (bağdaştırma) buyurursunuz?”

Mustafa Molla- “Beşerin kanaat sahibi olması, kendi açısından ve kendi mukadder kudretleri oranındadır. Sonsuzluk varsa -ki inandığınızı söylüyorsunuz- bu, beşeri fikre sığmayacak bir hakikattir. O halde beşeri fikirle kavranması mümkün olmayan bir varlık, yani Allah, beşer fikriyle nasıl vasıflandırılır ve idrak olunur?

Sizi daima bu yönlere sevk ederken, kusuru görmezlikten gelmeye başladınız. Sizin idrakinizin gücü bu meseleyi nasıl çözemiyor ve açıklayamıyorsa, biz de size bunların dışında hakikat ölçüsü ve misal vermek istediğimiz halde başarılı olamıyoruz. Çünki Allah’ın dünya realiteleri yönünden açıklanma ve kavranılmasına hizmet eden örnek bir deneme aşaması ve izlenimleri kesinlikle yoktur. Allah hiçbir şekilde, hiçbir bahane ve olay ile, vaka ile eşlenemez ve açıklanamaz.”

Kıymetli dostumuz M. Molla’nın tebliğinde geçen sözler üzerinde düşündükçe onların bizi hakikate yaklaştırıcı manalarının ruhumuzda meydana çıkmasına yol vermiş oluruz.

Bir insan ki, ancak beyni ile düşünmekten, yani dünyamızda geçerli üç buut realitesi içinde sarılı bir maddi cevher yardımıyla dış aleme ait eşyayı anlayabilmekten öte bir iktidar sahibi değildir. Ve bir insan ki, onun çevresi, büyük ve sonsuz ilahi kudretlerin görünme imkanlarından ancak bir zerresini bile güçlükle anlayabileceği bir ifadeye çevirebilmek yeteneğinden ileri bir kıymet göstermeyen maddeler, objeler ve bunlara bağlı olaylardan meydana gelmiş maddi bir kainat heyulası tarafından kuşatılmış ve çevrilmiştir. Böyle bir insanın; hiçbir madde tarafından hesaplanması, ilişkisi, ölçüsü, kıyaslanması, zarureti ve imkanı söz konusu olmayan Mutlak’ı bu çevresini sarmış, kıyaslanabilir şeyler arasında araştırmaya kalkışması ve orada bulabileceğine inanması ne dereceye kadar doğru olur? Ve eğer o böyle görgüsüzce bir harekete girişmek gafletini göstermiş ise, onun bu hareketinden alacağı sonuç ne olabilir?

Demek ki Allah’ı araştırırken insanın objektif yola başvurması, O’nu o yol içinde bulması gerektiği için değil, bir taraftan Allah’ın her atoma hakim kudretinin belirtilerine şahit ola ola, kendinden geçip dünyayı unutarak ve derin düşünceye dalarak, diğer taraftan da o belirtilerin içinde faal bir unsur halinde yaşayarak, tecrübe ve görgüsünü artırması ve böylece objektif yolu, kendisine ilahi kudretleri duyuracak olan asıl yolu, yani sübjektif ruh faaliyetini hazırlayıcı bir araç olarak kullanabilmesi içindir.

BEDRİ RUHSELMAN

Share

Bu site özeldir ve ticari amaç taşımaz.

Copyright © Dünya Ana