MUKADDERAT VE İCABAT - Dr. BEDRİ RUHSELMAN - BÖLÜM 3

Share

http://www.dunyaana.com/images/bedri%20ruhselman%205.jpgDETERMİNİZMA VE FATALİZMA AYRILIĞI HAKKINDA
BİR MÜLAHAZA

Öyle görünüyor ki mukadderat mevzuunun insanlarca iyi anlaşılamamış olması, icabiye ve cebriye de denilen determinizma ve fatalizma mesleklerinin birbirine muarız ve aykırı istikametini meydana getirmiştir. Burada bilhassa determinizma karşısında cephe almış bulunan fatalizma mefhumunun çok karışık ve her adımda bir yere takılan mahiyeti üzerinde durur ve mefhumun bulanık noktalarını ayıklıyabilirsek onun determinizmaya muarız bir istikamette değil, bilakis o istikameti takviye edici bir yolda bazı hakikatleri ihtiva ettiğini görmekte gecikmeyiz.

Eski büyükler boş yere konuşmuş veya kıymetsiz sözler söylemiş değillerdir. Onlar bazı hakikatlere temas ettikleri zaman bazı şeyler duymuşlar ve duydukları şeyleri de samimi olarak etrafındakilere anlatmak için birtakım vasıtalara müracaat etmişlerdir. Fakat bir taraftan kullanılan vasıtaların kifayetsizliği, diğer taraftan da insanların çeşitli tesfir ve telakki kaabiliyetleri yüzünden bu anlatılmak istenen şeylerin manaları zamanla değişmiş ve tedricen esaslardan uzaklaşılarak bunlar içlerinden çıkılmaz hale sokulmuşlardır. İşte mukadderata müteallik, zaman ve icaba göre zaruri bir sadelik içinde vaktile söylenmiş sözler de zamanla bu kalıplardan geçmiştir. Bu hal neticesinde, bu mevzua ait bu günkü idrak seviyesine uymıyan birtakım formüller, mantık ve kelime oyunlarile süslü izahlar ve tefsirler tezatlara ve mügalatalara yol açmış ve bazı kimseler de, hakikatin bir karışıklık içinde bulunduğuna inanmak meylini uyandırmıştır. Halbuki bu hakikatler, vaktile insanlar ifşa edilirken kastedilen mana bugünkü karışık ve kabul edilmek temayülünde bulunan manalardan çok başka ve doğruya yakın bulunuyordu. Fakat o zamandan bu zamana kadar geçen müddet zarfında yollar uzamış, yollar uzadıkça orada kullanılan nakil vasıtaları eskimiş ve tamir görmiyen bu vasıtalar binicilerini artık taşıyamaz hale gelmişler ve bunun neticesinde de büyük gayeye doğru olan seyyahların yürüyüşleri yavaşlamıştır. İşte böyle, arabalarını ne pahasına olursa olsun bırakmamakta ısrar edenlerin müdrikesinde, mukadderat bahsi karma karışık halde hiç bir neticeye bağlanmadan boğulup kalmıştır. Bugün insanlar arasında sürüp giden fatalizma ve determinizma mücadelesinin başlıca sebebi de budur. Yoksa, tekrar ediyoruz, hakikatte determinizma mevzuunun karşısında bir düşman, bir muarız olarak dikilecek bir fatalizma mevzuu bulunmasa gerektir.

FATALİSTLERE GÖRE MUKADDERAT

Mukadderatın cebriyecilere göre anladığımız manası şudur: Dünyada her şey, her hadise ve her hareket kabli bir hükümle ezelde Allah tarafından tayin olunmuştur. Bunların hiç bir surette, hiç bir kimse tarafından değiştirilebilmesine imkan yoktur. Veyahut da: Allahın iradesinin dışında hiç bir irade bahis mevzuu edilemez. Binaenaleyh birinci hale göre, bir insan ne kadar çalışırsa çalışsın, kendisinin o anda yapması mukadder olan muayyen ve mahdut bir hareketin dışında hiç bir şey yapamaz. Veyahut ikinci hale göre ne yaparsa yapsın yapılan işlerin hiç birisi onun malı değildir. Zira ondaki irade Allahın iradesinin bir tecellisinden başka bir şey olamaz.

Bunun yanında cebriyuna göre mukadderatı bir az daha yumuşatıcı tarifler de bulunabilirse de bizi en ziyade meşgul edecek olan bu arzettiklemizdir. Anlaşılıyor ki bu tarifin altında iki mefhum barınmaktadır. Birinciye göre, eğer herhangi bir varlık, herhangi bir şeyi şöyle düşünmüş, böyle yapabilmiş ise bunu o, ancak öyle düşünebilir ve öyle yapabilirdi. Başka türlü yapabilmesine imkan yoktu. Zira o hareketin o anda, o tarzda yapılması ezelde, Allah tarafında öylece takdir edilmişti. İkinciye göre de esasen insanda tecelli eden irade uluhiyete ait olduğu için onun karşısında ayrıca bir varlığı ve onun iradesini kabul etmemek icap etmektedir.

Binaenaleyh varlıkların ezelden ebede kadar yaptıkları işler otomatik birer faaliyetten ibarettir ve böyle olunca da bütün varlıklar birer otomattan başka birşey değillerdir, yani birer kukladan ibarettirler.

Bu tarif üzerinde bir az durmak istiyoruz. Evvela Allahın her türlü kayıttan münezzeh olduğuna kati olarak imanımız vardır. O halde onun iradesinin, hiç bir varlığın iradesile en küçük ölçüde bile hiç bir surette tahdidinin bahis mevzuu olabileceği asla varit değildir. Buna da inanıyoruz. Binaenaleyh tarifin bu düşünceye dayanan kısımlarını bizde aynen kabul ediyoruz. Ve esasen bundan başka türlü birşey de yapamayız. Fakat, cebriyun mesleğince kabul edilen mukadderat bahsinde zihnimize takılan diğer mühim noktalar mukadderatı cebriyun görüşü ile izah ve kabul edebilmemize mani oluyor.

CEBRİYUN MESLEĞİNDEN BİZİ UZAKLAŞTIRAN
DÜŞÜNCELER

Yukarıki tarifte ayrı ayrı iki mefhumun tebarüz ettiğini söylemiştik.

1- Ya, insanların iradeleri vardır, fakat bu irade tahdit edilmiştir, serbest değildir, yani ezelde tesbit edilmiş olan muayyen bir halin ve hareket tarzının dışına çıkamaz

2-  Veya insanların iradeleri diye, Allahın iradesinden gayri bir hal yoktur. Hakikatte o, ilahi iradenin tezahüründen başka birşey değildir. Mesela ben şu kalemi elime aldım..Bu kitabı yazıyorum. Bunu yazan zahiren ben’im amma hakikatte yazan O’dur. Yani bu kitap içinde düşünülmüş, bulunmuş ve yazılmış şeylerin hiç birisi Allahtan ayrı ve başka bir varlığa ait olamaz. Bu başkalık zahiri bir görünüşten ibarettir…ilh.

Ve mesela ben böyle huzur verici, vicdani mevzular üzerinde bir kitap yazmasaydım da nefsani arzu ve ihtirasları tenbih ve teşvik edici bir yazı  yazsaydım bud a gene benim değil, ( çünkü esasen ben yokum ) O’nun eseri olacaktı. Keza ben bir insana bir fedakarlık eseri olarak bir iyilik yapmış olsaydım bunu da yapan Allahtan ayrı bir varlık olmayacaktı. Tıpkı bunun gibi birisine kötülük yapmış, nefsaniyetime uyarak bir kalb kırmış, bir adam öldürmüş olsaydım buda benim irademin eseri değil O’nun eseri olacaktı.

Mahiyet itibarile bu iki düşünce tarzı birbirinden farklı görünüyorsada netice bakımından bunlar birbirinin aynidir. Yani her ikisine de müstakil ve serbest bir insan iradesinin faaliyeti kabul edilmemektedir. Ve insan dünyada bir kukla durumuna sokulmuş bulunmaktadır.

Şimdi bunlardan evvela birinci mefhum üzerinde duralım:

İnsanların, hayvanların ve hatta nebatların bile ani ve tedrici hareketlerinde, içinde yaşadıkları hayat şartlarının kendilerine vermiş olduğu sayısız imkanlardan bol bol istifade edip durduklarını görüyoruz. Bizzat kendi hal ve hareketlerimiz esnasında bizi o tarafa, bu tarafa, yani birbirine zıt istikametlere sevkeden veya sürükliyen birtakım iç güdülerile karşı karşıya kalmakta ve bunlardan bazan birini, bazan diğerini kendi arzu ve keyfimize göre serbestçe inhitab etmekteyiz. Bir ağaç, köklerini salarken her kök kılının muhakkak toprakta daha evvelden çizilmiş işaretlenmiş bir istikamette milimetrelerle hesaplı olarak uzaması lazım geldiği fikrini kabul etmeğe bizi mecbur bırakan veya hiç olmazsa şüphemizi davete sebep olan hiç bir delile veya zarurete rasgelmiyoruz. Bilakis o ağaç, etrafında kökünü salmağa müsait bulunan toprağın her kısmına yayılıyor. Bundan başka, büyük tekamül kanunlarının icapları bunun tamamile de böyle olmasını zaruri kılıyor. Bu sözü bir az daha açalım: Eğer bu ağacın en ince kıllarının en küçük hareketlerine varıncaya kadar bütün hareketleri dışardan gelen tesirlerle vaki olsaydı, veya evvelden noktası noktasına taayyün etmiş bir otomatizmanın dışına çıkamamak zaruretinde bulunsaydi o zaman acaba o ağacın dünyadaki varlığın sebep ve hikmeti hakkında ne düşünebilecektik ve neyi ileri sürebilecektik? Eğer ağaç da, kuş da, insan da bir taş parçası gibi atıl ve pasif  kalsaydı o zaman böyle bir suali sormağa da lüzum kalmazdı. Fakat bu canlı varlıkların aktif olduklarını bir gaye, bir maksat uğrunda - bilerek, bilmiyerek - bütün ömürlerini tükettiklerini ve bu maksadın da tekamül olduğunu gördükten sonra bu suali pekala kendimize sorabiliriz ve sormak mecburiyetindeyiz. Bununla beraber cebriyun görüşü ile mukadderin tarifini yaptığımıza göre bu sualin cevabını bulup bir türlü veremiyoruz.

Biz şuna inanıyoruz ki bütün varlıklar gibi ağaçların ruhlarıda tekamül etmek için dünyaya gelmişlerdir. Görgü ve tecrübe ise bir varlığın kendi kudreti derecesinde ve ayarında gösterdiği cehit ve gayretlere uygun olarak iradesini istediği şekilde ve tarzda kullana kullana elde edebileceği bir kazancı olacaktır. Yani görgü ve tecrübe, hiç bir varlığa – bizim anlıyabildiğimiz ve kabul ettiğimize göre - cabadan ve hediye olarak dağıtılmış değildir. O, bir emek mahsulüdür. Ve gösterilmiş bir cehit ve gayretine mukabil lütfedilmiş ilahi bir ihsandır. Bunun en kaba bir misali olarak şunu gösterebiliriz: yürümesini henüz bilmiyen bir çocuğun bacaklarına, adımlarının santimetresine varıncaya kadar tayin ve tahdit edecek olan bir makine taksalar ve o çocuğu makinenin zoru ile ve ancak o makinenin işlemesine tabii olarak, yani otomatik ve pasif olarak yürütmeğe başlasalar acaba makine çocuğun ayağından çıkarılır çıkarılmaz çocuk hemen yürümeğe başlıyabilecek mi? Buna mukabil o çocuk, belki makine yürüyüşünden çok beceriksizce, düşe kalka, çarpık çurpuk fakat kendi iradesini kullanarak, kendi cehit ve lerini istediği gibi ve istediği şekilde sarfederek atacağı adımlarla yürümesini mükemmelen öğrenecektir. İşte buda bir melekenin inkişaf yoludur. Tekamül ise ruhtaki melekelerin inkişafı ile kendini gösterir. Demekki dünyadaki tekamülün bir zarureti de budur. Yani insanın veya varlığın kendi cehit ve gayretini sarfederek serbestçe kullanacağı iradesile hareket etmesi tekamülü için zaruridir. Bu zaruretin mekanizmasını da kısmen sezebiliyoruz, şöyle ki: iradi bir cehit ve gayretle yapılan işlerde ruhun kudreti derecesile mütenasip olarak muvaffakiyetler veya muvaffakiyetsizlikler zuhur edecektir ve bu yüzden de başlangıçta bir sürü hatalar ve yanlış hareketler baş gösterecektir. Halbuki her yanlış iş ve her hata ruhta tatsız, ve ekseriya ızdıraplı aksülamel yaratır. İşte bu aksülamelin ruha vereceği sıkıntılardır ki ruhu o hatayı mucip olan hareketleri birdaha yapmamak üzere intibaha davet eder. Ve ruh bu suretle kendi öz bünyesinde tesiri ve neticeleri ebedi olan bir tecrübeye tabi tutulmuş olur ve bu tecrübe ile, onun görgüsü artmış bulunur. Bütün bunlar – aklımızın erebildiği kadar, sezebileceğimiz – tekamül vetirelerindendir. Halbuki cebriyunun yukarda arzettiğimiz manada anlaşılan mukadderat mefhumunu böyle bir tekamül imkanı ile kabili telif göremiyoruz. Yani varlıkların pasif olarak, birer kukla gibi ancak evvelden taayyün etmiş şeyleri yapmaktan başka bir faaliyet gösterememelerinin, daha doğrusu kendi fiillerinin halikı olamamalarının, onların tekamüllerine engel olacağına inanıyoruz.

Şu halde bir taraftan cebriyunun kabul ettiği mukadderi zaruri gösterecek sebep ve delaili görememekliğimiz, diğer taraftan bunun aksini kabule bizi sevkeden mühim zaruretlerin karşımıza dikilmesi ve nihayet bütün bunların fevkinde olarak da büyük ruh dostlarımızdan almış olduğumuz tebliğatın müfadı yukarıki manada bir mukadderi değil, kitabımızın müteakip kısımlarında kudretimiz nispetinde ve Allahın müsaadesi dahilinde izaha girişeceğimiz daha tatminkar ve ilmi manadaki mukadderi kabule bizi icbar etmektedir.

Şimdi de cebriyunun ikinci manada kabul ettiği mukaddere gelelim:

Yukarıda vermiş olduğumuz misallerin manası nedir? Bu ve buna benzer diğer misallerin manaları üzerinde biraz dikkatlice durduğumuz takdirde cebriyunun bu ikinci manada telkin etmekte olduğu fikirleri kabul etmek cidden güçleşiyor. Benim her hareketim, her amel ve eserim eğer Allahın iradesinin kendisi olursa, hiç bir isteğim ve iradem benim şahsi hüviyetimin malı olamazsa, hülasa O’nun iradesi benim iradem veya benim iraden O’nun iradesi olursa Uluhiyetin bende bulunması, yani – haşa - benim de Allah olmaklığım icap eder. Bu bir!...

İkincisi, ben kendi imkanlarım dahilinde bulunan bütün işleri yapabiliyorum. Mesela bir bardağı elime alıp kırılmaması için bir rafa koyabiliyorum. Veya bu işi yaparken yarı yolda vazgeçerek onu yere atıp kırabiliyorum. Yani, benim iradem bir sürü birbirine zıt istikametlerde keyfi tezahürler gösterebiliyor. O kadar ki bazan bu hususta düşmüş bulunduğum tereddütler, irademi atıl ve işlemez bir hale bile koyuyor. Ve bu sırada ne yapacağımı şaşırmış, aciz bir durumda kaldığımı da hissediyorum. Demekki evvela, iradi olarak yaptığım hareketler neticesinde birbirine nisbetle az veya çok iyi, az veya çok fena, az veya çok mükemmel eserler meydana getirebiliyorum. Saniyen, bir işe başladığım zaman onu iyi olarak yaptığımı zannederek, yarı yolda onun fena netice vereceğini ve aldanmış olduğumu anlıyorum ve daha iyisini yapmak için bu defa o başladığım işten pişman olarak onun aksini yapmağa başlıyorum. Salisen, bazan da bir işi hem şu, hem bu şekilde yapmak kararsızlığı içinde iradi teşebbüslerim bir o tarafa bir bu tarafa kayarak duruyor ve hiç bir iş yapamaz, irademi, bir aciz içinde kalarak kullanamaz hale geliyorum.

Şimdi cebriyun nazariyesinin ikinci mefhum altında neticelendirdiği fikirlere göre – haşa – ben nasıl Allah olabilirim ki keyif ve hevesime tabi olarak veya herhangi bir bilgisizliğimin veya yanlış görüşümün tesiri altında kalarak irademle karar vermiş olduğum ve tahakkuk sahasına çıkarmak üzere bulunduğum bir işi bilahara beğenmediğim için başka türlü yapmağa karar verebilirim?... Fakat onu da bir kaç vakit sonra beğenmiyerek daha iyisini yapmak gayretile o kararımıda değiştirmeğe kalkışırım?... Ve nihayet günün birinde büsbütün şaşırıp, yaptığım birinci, ve ikinci işin münasebetsiz olduğuna hükmederek hiç bir şey yapamaz hale gelirim?... Buna rağmen – haşa - benim Allahlık iddiamı, hiç bir mazeretle, hiç bir akıl sahibi kabul edemez.

Allah var mıdır, yok mudur?... Elbette vardır. Ve bütün hareket noktamız, bütün düşüncelerimizin başlangıcı Allahın mutlak varlığı hakkındaki kati imanımıza dayanır. Diğer taraftan şuna da kati bir imanla inanırız ki Allah, bu gün yaptığını yarın bozan, bu gün kötü, yarın daha iyi, öbür gün ne iyi, ne kötü işler yaptığını sanan veya günün birinde şaşırıp hiç bir iş yapamaz hale giren, yaptığı işlerde noksanlık bulunan, keyif ve heveslerine tabi, gidişata göre canı ne isterse onu yapan kaprisli bir varlık sembolü asla ve asla değildir. Bunu böyle kabul eden kimse her şeyden evvel, Allahın varlığına inanıp inanmadığını kendi kendinden sormak zorunda kalmalıdır.

Bundan başka, eğer ilahi iradenin böyle beceriksiz bir insan elinde bozar yazar tahtasında olduğu gibi her an değişen, birbirini tutmıyan, birbirine taban tabana zıt yollarda tahakkuk eden veya edemiyen tecelliyatını doğru bir fikir mahsulü imiş gibi kabul edersek, bu kabul ediş her şeyden evvel cebriyunun anladığı manadaki mukadderat mefhumuna aykırı bir hareket olur. Zira, hatırlatırız ki o tarifte: Allahın bütün hadisatı ezelden, kabli bir hükümle tesbit etmiş olduğu ve bunun dışında hiç bir hareketin, hiç bir varlık tarafından yapılamıyacağı, yani o ezeli hükmü kimsenin değiştiremiyeceği mefhumu ön planda bulunmakta idi. Halbuki ele almış olduğumuz misallerde görüldüğü gibi, ezel ve ebet şöyle dursun, en kısa bir müddet içinde bile hadiseler varlıkların iradelerile istikametlerini mütemadiyen değiştirmektedirler. O halde bu hadisat, hiç bir sıfat ve illet kabul etmiyen Allahın iradesinin değil, bir sürü sıfat ve illetle malül bulunan ve Allahın mahluku olan kullarının eseri olmak lazım gelir. Ve Allahın iradesinin, böyle zayıf bir insan anlayışı ile bile izafi, nisbi ve gelip geçici kıymetlerle doğrudan doğruya münasebeti olabileceğini düşünmek dahi mühim derecede bir bilgi eksikliğini ifade eder. İlahi irade kanunlarından, tabiat kanunlarından görüp idrak edebildiklerinize bakınız: bunların hangisi insanların iradeleri, mahsulü olarak ortaya koydukları kanun ve kaideler gibi sık sık manzarasını değiştiren yazar bozar tahtasındakilere benzer!

Allah, mutlaktır. Bu kelimeyi herkes söyliyebilir. Fakat bu kelimenin delalet ettiği mana üzerinde kaç kişi selametle düşünebilir ve kim bu manaya nüfuz edebilecek kudreti gösterebilmiştir?.. Bir insan düşüncesi, bir insan duygusu bu büyük mefhumu ne kavrıyabilir, ne manalandırabilir, ne de manalandırmak ve kavramak iktidarını kazanabilir. Fakat bir insan eğer çok düşünür, senelerce bu mefhum üzerinde bir şeyler duyabilmek azmile çırpınırsa belki günün birinde bu hususa dair çok noksan, çok basit ve iptidai bir takım düşünce ve duyguların kendisinde belirmeğe başladığını görebilir. İşte bu kadar kısır ve beşeri bir görüş ve duyuşla biz Mutlak hakkında ancak şunu söyliyebiliyoruz: Allahın tasavvur ettiğinden, murat eylediğinden, ve yaptığından daha mükemmel, daha iyi, daha üstün ve daha başka türlü hiç bir tasavvurun, hiç bir muradın ve işin mevcudiyeti asla bahis mevzuu olamaz. Binaenaleyh, Allahın Mutlak Yaratış Faaliyetinde ne batında,  ne zahirde, ne bizim anlıyabileceğimiz veya anlıyamayacağımız şekilde hiç bir bozukluk, hiç bir tamire mühtaç, hiç bir bozulup baştan yapılmağa mahkum eser yoktur. Ve böyle eserler ancak, izafiyet ve nisbilikle malul mahlukatın iradesine terkedilmiştir. Bu bir hakikattir. Ve bu hakikat karşısında her şeye göz yumarak ve birtakım beşeri ve kabli itikatlarımızı tatmin edeceğiz diye: ( Allah bir bardağı kırmak isterken yarı yolda vaz geçti, onu bir rafa koydu. Veya hiç birisini beceremedi, kararsızlık içinde kaldı ) gibi aklın ve selim hissin asla kabul edemiyeceği bir fikri zorla sürüklemiye biz şahsen razı olamayız.

Bir işin yapılırken yarı yolda vaz geçilmesi, veya o işin yapıldıktan sonra daha iyi ve başka türlü olarak da yapılabilmasi imkanının mevcut olarak kalması şu manaya delalet eder: O iş öyle yapılmıyacaktı. Öyle yapılsaydı matluba muvafık olmazdı. Veya herhangi bir mahsurla karşılaşabilirdi. Onun için o iş, başka türlü yapılmalı idi. Fakat nedense ya bir hata, ya bir bilgisizlik veyahut da herhangi mücbir bir sebep o işin böyle yapılmasını neticelendirdi. Lakin bu engeller ortadan kalkar kalkmaz o iş değişecek ve yıkılarak yerine başka türlü ve matluba daha muvafık olanı ikame edilecektir. Ve işte ben, Allah hakkında, Mutlak hakkında böyle tamamen beşeri zaafın en iyi bir nümunesi olan illetli bir faaliyeti kabul etmek şöyle dursun düşünmekten bile hazer ediyorum. Ve bu firkin kabulü için ileri sürülen mazeretlerin hiç birisi beni tatmin edemiyor.

Allahın muradında, kararında, işinde pişmanlık, kararsızlık, tereddüt, noksanlık, gelip geçicilik, keyif, heves, mecburiyet…gibi yalnız insanlar ve hatta insanların da nisbeten zayıf ve aciz olanlarına mahsus hallerden tamamile münezzeh olduğuna iman ederim. Ve bu imanımın da çok derin akli ve hissi sebepleri vardır.

İnsan iradesini inkar eden cebriyun faraziyesini incelerken takıldığımız üçüncü nokta şudur: Mesela ben bir işe başlamak, bir memuriyete girmek istiyorum. Veya ticaret hayatına atılmak için bir teşebbüse girişiyorum. Ve bu arzumun tahakkuku için de iradi bir faaliyet sarfetmeğe başlıyorum. Fakat şu da var ki teşebbüs ettiğim işin tahakkukunu bütün varlığımla özlemekteyim ve bunun için bütün cehit ve gayretimi de sarfediyorum. Tam bu sırada, ya karşıma çıkan bir nadan kişi bu işimi bozuyor veya üstüme yıkılan bir duvarın bende tevlit ettiği mühim bir maluliyet o işi yapabilmekten beni menedecek kadar aciz bir duruma sokuyor ve bu suretle beni o işten alakoyuyor. Şu halde burada, benim irademi yerle bir eden daha üstün ve hakim bir irade ile karşı karşıya bulunuyorum. Ve benim irademle tamamile aksi istikamette çalışan o iradenin çarpışmasından elde ettiğim netice beni o kadar sarsıyor ki ben bazan bundan dayanamıyacağım kadar azap da duymağa başlıyorum. Bu ne demektir?... Haniya benim iradem Allahın iradesi idi ya?...Ve haniya Uluhiyet bende idi ya?...Bu sözler nerede kaldı?...Acaba, ilahi irade şiarını taşıdığı iddia edilen benim bu irademin dışında ve fevkinde benimkini perişan eden ve yere seren başka bir irade dahamı var?...Eğer böyle ise birbirile çarpışan, birinin yapmak istediğini diğeri bozan ve ekseriya birbirile cidal halinde bulunan ve birbirini yenmeğe çalışan ve yenen iki, on, yüz, bin, milyar ve sayısız Allahlar ve onların iradeleri mi var?...Bu ne iştir?...Burada bir can kurtaran simidi gibi ortaya atılacağını sandığım << vahdette kesret, kesrette vahdet >> mefhumu da bu suallerin cevabını vermiş olmaktan çok uzak görünüyor. Ve biz açık hakikatleri ve konuşmaları, böyle bir takım kapalı sözlerle, muğlak ve izah edilememiş formüllerle fikir labirentleri içinde boğmaya çalışmanın hiç bir kimseye faydası olmıyacağına kani bulunuyoruz. Ve böyle hareketlere, neticelerini düşünmeden cesaret edenleri de sevgi ve saygı ile, vicdanlarının seslerini dinlemeğe davet ederiz. Bu mulahazalarımız karşısında belki bize şu iki yoldan mukabelede bulunanlar olabilir:

1- Bunlar herkesin anlayamıyacağı kadar derin meselelerdir,

2- Kesret halinde görünen tezatlar zahirdedir, orada vahdeti görmek esastır.

Birincilere karşı söyleyecek sözümüz yok. Bu hususta sadece, kendilerinden gayri hiç bir kimsenin akıl erdiremiyeceği bu karışık fikirlerini anlıyabilecek kudrete malik değilsek buna üzüldüğümüzü arzederiz. İkinci düşünce sahiplerine gelince: Bunlara karşı biraz önce dediklerimizi tekrarlarız. Mutlak, kainatı yaratmış ve orada büyük bir illiyet prensibini hakim kılmıştır. Allahın beşeri bir hüviyeti ve ancak bu hüviyetle kaabili izah keyfi, maddi tecribi zaruretleri  yoktur. O, kainatı bizim idrak edebileceğimiz şu veya bu maksatla faydalanmak gibi beşeri endişelere zebun olarak yaratmıştır da diyemeyiz. Ve bizzat kendisine karşı bir dram sahnesi kurmak şiarından da Allahın münezzeh olduğuna kaniiz. Binaenaleyh vahdeti vücut fikrinin, Mutlak hakkındaki mefhumu her noktasında hırpalıyan, inciten, baltalıyan ve çok defa yerle bir eden tezatlarla dolu << kesret halindeki zuhuratını>> manalandırabilmek, haklı göstermek ve bilhassa hür vicdan sahibi araştırıcıları tatmin edici deliller ve fikirlerle izah etmek, bu davayı yürütmek istiyenlerin yapmakla mükellef  bulundukları bir vazife olsa gerektir. Yoksa anlaşılması güç olmaktan ziyade imkansız görünen böyle bir davanın benimsenmesine, tatminkar bir müdafaası yapılmadan, ne kadar yüksek olursa olsun birkaç otoritenin, çoğu yanlış tefsir edilmiş veya belki de değiştirilerek kabul olunmuş şehadeti kafi gelmez.

Fakat henüz bu nokta üzerindeki müşkilatımızı da yenemeden cebriyunun insan iradesini inkar eden durumuna karşı dördüncü bir engelin önümüze dikildiğini görüyoruz: Ben hiç bir kimseye fenalık yapmamak, başkalarının zararını mucip olmamak ve insanlarla iyi surette geçinmek istek ve iradesile yaşayıp dururken günün birinde herhangi bir dış tesir altında içtiğim zehirli tahrik ve tenbih edici ve şuurumu, irademi gevşetici bir içkiden sonra karşımda bulunan bir adamı ehemmiyetsiz bir mesele yüzünden yaralıyorum. Acaba bendeki Allahın iradesinin zuhuru böyle birkaç damlacık bir mayinin tesirine zebun olarak derhal mutat istikametini değiştirecek kadar aciz, gayri sabit ve oynak mıdır? Ve eğer böyle ise, nasıl oluyorda ilahi irade, değişmez kanunlarile milyarlar ve milyarlar içinde milyarlar ve milyarlar kere namütenahi tezahüratını kıl kadar şaşmadan ve akıllara hayret verecek şekilde bütün kainatı ebedi ve ezeli nizam ve ahengi içinde yürütüp gidebiliyor?...Eğer o irade bir serhoş adamın gelip geçici keyfi kadar oynak ve kararsız olsaydı hatta kainat değil, tabiatın en küçük bir zerresi dahi bir an olsun ayakta tutunamazdı. Ve kevni nizam içindeki sonsuz sayruretler ve münasebetler temadi edemezdi.

İşte bu sualimizin cevabını alamadan, insan iradesini inkar edenlere karşı beşinci bir itirazın da dikildiğini görüveriyoruz: görüyoruz ki aklıbaşında ve nisbeten tekamül etmiş bulunan her varlığın inkişaf etmiş bir vicdanı ve bu vicdanının kendisine hükmeyliyen emirleri vardır. Ve insan, vicdanının bu açık emirlerini yapmamaktan mütevellit ağır bir takım mesuliyet duygularını da taşımaktadır. Ve nihayet, bu mesuliyet hissinden kaçmak istiyen insan, gene vicdanının – bazan çok şiddetli – azap ve ıstıraplar doğurucu ağır tevbih ve itaplarına maruz kalmaktadır. Öyle ki bu azaplar bazan onu, hakiki bir cehennem hayatında yaşatacak kadar üzer sıkar ve hırpalar. Şunu da bilir ve kabul ederiz ki vicdanın bu hırpalayıcı tazyiki, insan iradesinin nefsaniyete uyup vicdan emirlerine aykırı işler yapmağa başladığı anda kendisini gösterir.

Şimdi bir insan, eğer böyle vicdanının emir hilafına herhangi bir hareketi ihtiyar ediyorsa bu hareket elbette onun öz iradesinin mahsulü olmak icabeder. Zira iradesiz hiç bir hareket tahakkuk edemez. Halbuki insanın müstakil ve öz varlığına ait iradesi bulunmadığını, yani daha doğrusu onda tecelli eden iradenin Allahın iradesi olduğunu kabul edenlere göre, bu vicdan azabına sebep olan işin yapılmasında amil iradenin de o insana değil Allaha ait olması lazımgelirdi. Böyle olunca, mesuliyetin de o insana değil - haşa – gene Allaha raci olması fikri ortaya çıkardı. Zira mesuliyet ancak fiilin davet ettiği bir neticedir. Ve fiil kime ait ise mesuliyet de ona aittir. Ahmedin kabahatinden dolayı Mehmet mesul tutulamaz. Binaenaleyh Ahmedin yaptığı kötü işten, Mehmedin, vicdan azabı çekmemesi icap eder. Bu bir hakikat iken, bir insanın ; bir insanın şahsına münhasır iradi hiç bir rolü bulunmadan, veya ancak Allahın iradesile ister istemez veyahut hatta kendisine, farkında olmadan zorla kabul ettirilmiş bir isteğin tesiri altında yaptığı bir işin neticesinde azap duymaması lazımgelir. Halbuki o, bu yaptığı işin kötülüğü derecesile ölçülü bir şiddet dahilinde, bazan dayanılmaz derecede azaplar içinde kıvranıp durmaktadır. Hiç bir aklın ve hissin kavrıyamıyacağı bu tezat nedir?... İnsanın yalnız iradesini değil, bütün hüviyetini inkar etmeğe ve onu, ilahi hüviyetin bir tecellisi olarak ele almağa kalkışanlar varsa bu kanaat sahiplerine karşı şu sual sorulabilir: Allah kendi kendisine böyle bir azabı ve işkenceyi tattırmak zaruretinde midir? Ve bu zaruretin hikmeti nedir?...Eğer Allah şu veya bu zaruret veya sebeple bu işkenceyi kendisine münasip  görmüş ise, o işkencenin şiddetli sarsıntıları altında elaleme ve kendisine karşı ne diye feryat ve figan edip durmaktadır?...Böyle birşey olmaz. Ve böyle fikirlerle, büyük ilahi yolda süratli hamleler alarak ilerlemek çok güç olur kanaatindeyiz. Bir sual daha: bu kötü işin yapılmasındaki irade insanın değil, Allahın iradesi olduğuna göre, insanda doğan mesuliyet duygusunun ve endişesinin sebebi nedir ve bu endişe kimin hesabına duyulmaktadir? Ve neden insan, ağır bir mesuliyet hissi ve korkusu altında o işi yapıp yapmamakta tereddütlü bir haleti ruhiye geçirmekte ve bazan da karar verememektedir? Zira ilahi iradenin tahakkuku hiç bir insanın keyif ve kararına tabi olmamak icap eder.

Fakat bunlarda hakikat aramak doğru değildir. Allahın yanlış bir hareket yapması, ve bunun neticesinde vicdan azabı çekmesi, mesuliyet hissi duyması veya başkasına çektirmesi veya duyurması hiçbir vakit Allahın azameti ve adaleti ile telifi mümkün olmıyan birer fikir halinde kalmaktan öteye geçemez.

Kulun iradesini inkar edenler, ilahi kanunlar ve mefhumlarla başka bir bakımdan daha tezatlar içinde düşebilirler, şöyle ki: Tekamül güneş ışığı gibi aşikar bir hakikattir. Bütün varlıklar tekamül halindedirler. Her varlık kemalin muhtelif mertebelerine basamak basamak yükselerek çıkmaktadır. Demekki kemal, kazanılmakta olan bir haktır. Kemalin kısaca manası, bir varlığın, erişmiş olduğu olgunluk derecesinden bir merhale daha öteye gitmesini ifade eder. Gerek maddi, gerek manevi manada düşünülsün, bir insanın, bulunduğu noktadan bir adım bile ileri gitmesi maddi veya ruhi bir hareketle kaim ve mümkün olur. Yani hareketsiz yer değiştirme olamaz. Ve yer değiştirme olmayınca da merhaleler katetmek düşünülemez. Gerek maddi, gerek ruhi manada bir ilerleme ancak maddi veya ruhi bir faaliyet, yani hareketle mümkün olur. Şu halde tekamül, ruhun bizzat kendi isteği ile kımıldayişi, bir cehit ve gayret gösterişi ile kaabildir ki bu da ancak iradeye mütevakkıf bir iştir.

Şimdi, tekamül bir merhale atlamak ise ve bu merhaleyi atlamak için de iradi bir cehit ve gayret göstermek icap ediyorsa ve tekamül de kazanılmış bir hak ise tekamülün, irade sahibine ait olması icap etmez mi? Bu fikri daha ziyade açıklamak için maddi bir misal üzerinde konuşacağım: yerde masanın bir ayağı dibinde bir kibrit kutusu durmaktadır. Bu kutunun bulunduğu yeri bir merhale, ve masanın üstünü de ondan daha üstün bir merhale olarak kabul edelim. Ve kutunun yerden kalkıp masanın üzerine konmasını da bir tekamül devresi olarak düşünelim. Yani, eğer bu kutu yerden kalkıp masanın üzerine konursa onun bir marhale atlıyarak tekamül ettiğini farzedelim. Bu kutu yerden kimin iradesi ile kalkıp masanın üzerine konabilir? Burada iki ihtimalden birini düşünürüz:

A- Bu kutuyu ben elimle yerden kaldırıp masanın üzerine koyarım,

B- Veya kibrit kutusu canlanır kendi iradesini kullanarak veya kendi istiyerek masanın üzerine çıkmak için tırmanmağa çalışır. Bu iki ihtimalde de netice birbirinin aynidir. Yani kutu yerden kalkıp masanın üzerine konmuş ve ve bu suretle bir tekamül merhalesi aşılmıştır. Fakat buradaki tekamül kime ait olacaktır? Birinci ihtimalde kutunun yerden kalkıp masanın üzerine konması hadisesinde iradi cehit ve gayret sarfeden kutu değil, ben oldum. Tekamül, kazanılmış bir keyfiyet olduğuna göre, burada tekamül eden kutu olmıyacak, ben olacağım. Ancak ikinci ihtimale göredir ki tekamül bizzat iradi cehit ve gayret sarfedeneve istiyene ve bu faaliyeti ile de bazı şeyler kazanana ait olacaktır ki bu da kutudur. Demekki, birinci ihtimalde ben tekamül yolunda iradi bir faaliyet gösterdiğim için haklı olarak tekamül ediyorum, tamamile pasif ve atıl kalan kibrit kutusu ise benim bu tekamülüme ancak bir vasıta olarak kalıyor. Gene mevzuumuza dönelim: Eğer cebriyunun kabul ettiği gibi, insan iradesini inkar eder ve insanlar tarafından yapılan bütün işleri Allahın yapmakta ve Allah tarafından yaptırılmakta olduğunu ve insanların buradaki iradelerinin sanki insanlara ayitmiş gibi zevahirden ibaret bulunduğunu düşünürsek o zaman insanın rolü tıpkı yukardaki kibrit kutusununkinin ayni olur. Ve insanla kibrit kutusu arasında hiçbir fark kalmaz. Böyle olunca, yani insanın tekamülünde rol oynıyan iradeyi, cehit ve gayreti – ki bunlar da iradenin mahsulüdür – insandan alıp Allaha ait gibi düşününce, burada asıl tekamül eden ve tekamüle muhtaç olan varlığın insan olmıyacağını ve – haşa – Allah olacağını ve insanında ancak ilahi tekamüle bir vasıta olarak kalacağını düşünmek dalaletine düşeriz.

Hangi aklı başında olan bir insan, Allahın tekamüle ihtiyacı bulunduğunu ve hele daha ileri giderek, bunun için insan gibi mahlukatın tavassutuna mühtaç bulunduğunu velev bir an bile düşünmek gaflet ve cüretinde bulunabilir.

Hangi cepheden bakarsak bakalım, insan iradesini inkar edip onun yapmakta olduğu bütün işlerin kendisine harfi harfine Allah tarafından yaptırıldığını hele, bunun birde ezelden taayyün etmiş olduğunu düşünmekle birtakım karanlık, çıkmaz yollarda ve tehlikeli labirentler içinde şaşkın bir halde kendimizi kaybetmiş oluruz.

Fakat bu iş başka türlüdür. Kainatta şaşmadan, ezelden ebede kadar hakim ve nazım olan ve bizim hiçbir şekilde kavrıyabilmemize müsait bulunmıyan ilahi irade kanunları, böyle binbir beşeri zaaf içinde her an değişmeğe mahkum ve dış alemin her hadisesi karşısında eğilmeğe zebun insan iradesi ile hiç bir şekilde, hiç bir zaman ölçülemez. Yoksa eğer, kainatın nizam ve ahengini kuran ve ayakta tutan ilahi irade kanunları böyle beşeri hallerde görünen evsaf ve noksanlıklar ile malül olsaydı ortada ne nizam, ne ahenk, ne mükemmeliyet, ne de emniyet kalırdı. Ve koca kainat iptidai bir insan kadar şaşkın ve onun kadar dağınık ve emniyetsiz bir hal içinde tezatların, kargaşalıkların ve korkunç bir anarşinin sarsıntısı ile çoktan yıkılıp giderdi, hatta kurulamazdı.

Ama biz görüyoruz ki kainat, bütün bu namütenahi, sonsuz ve mudil hadiselerile dünyadaki en akıllı insanın bile bütün hayatı boyunca mütemadiyen değişen ve ekseriya birbirini tutmıyan ve birbirini yıkan ve bozan eserleri gibi intizamsız ve karmakarışık değildir. Ve eğer, kainatın tekamüle matuf ahengini ve mazbut kanunlarının düzenleyici ve frenleyici tesirleri mevcut olmasaydı, o mağruru insanın bu muazzam ve aklının asla erdiremiyeceği kadar karışık hayat seli ortasında – bütün Allahlık iddiasına rağmen – bir kulaçlık ilerleme şöyle dursun, bir an bile barınıp olduğu yerde dahi tutunabilmesine imkan kalmazdı.

Mukadderin insan iradesini külliyen inkar eden bir cebriyun görüşü ile izahı, insanlığın selametini ve yükselişini değil, dar bir saha içinde bir nokta etrafında dönüp dolaşan ve vicdan mesuliyetinden kaçmağa çalışan avare bir beşeriyetin maddi ve manevi çöküntüsünü ve izmihlalini hazırlar. Zira o insan ki yaptığı bütün işlerin hiç birisini kendi iradesi eseri olarak kabul etmez, onların Allah tarafından ve onun dileği ile kendisine yaptırıldığına veyahut kendi iradesinin doğrudan doğruya Allahın iradesi olduğuna kendisini inandırmağa uğraşır, o insanın kendi vicdanına karşı kabulleneceği hiçbir kabahat hiçbir günah, hiçbir hata ve bilhassa hiçbir mesuliyet duygusu bahis mevzuu olamaz. Bu hal ise ahlak ve ruh düşkünlüklerinde herhangi bir salahın husulüne doğru kendisinde herhangi bir cehit ve gayretin doğmasına engel olur. Ve hatta onu o kadar ileri derecede bir dalalete kadar da götürebilir ki bu dalalet içinde o, kendinden sadir olan bütün kabahatleri Allahın, karşı gelinmemesi lazım olan ve mukavemeti imkansız bulunan bir emri olarak kabul eder ve yürümekte olduğu ıslaha mühtaç yolda bütün suç ve kusurlarını mazur görerek pervasızca ve nisbi bir huzur içinde seyrine devam eder gider. ( 1 )

İnsiyak ve temayülleri, isteği, iradesi, iradi olan cehit ve gayretleri ve nihayet gene irade ile kaim bulunan tahayyül melekesi elinden alınmış bir insanın bir taş parçasından farkı kalmaz. Halbuki insan bir taş parçası değildir. O halde nasıl olur da insan bir taş parçası gibi mütalaa edilebilir? Buna sebep ve lüzum nedir?   ( 1 ) Mürakabei  Nesif  bahsine müracaat

İradesi, cehit ve gayrete müteallik bütün şahsi faaliyetleri kaldırılmış bir insan şahsiyet ve hüviyet sahibi sayılamaz. Yani bu görüşe nazaran, onda zahir olan hüviyet, insan halinde müstakil bir irade sahibi ve hareketlerinin mesuliyetini müdrik bir varlık olmak şiarının ifadesi değil, kainatta herşey olan ve her şeyden başka bir şey olmıyan bir Kül mefhumunun insan suretindeki veya mertebesindeki tecellisinden ibaret kalır.  Keza bir taş parçası da böyledir, bir kurumuş ağaç da böyledir, bir kedi yavrusunun leşi de böyledir.

Fakat hakikatte iş böyle değildir. Allahın, bir insan isteyişi ile istediğini kabul etmekten masunuz. Onun isteyişi ve iradesi yalnız insanın değil, kainattaki bütün mahlukatın anlıyabileceği ve herhangi bir isteyiş ve irade ile kıyaslandırabileceği bir istek ve irade değildir kanaatindeyiz. Eğer biz ve başkaları ona, istek ve irade diyorsak bu, Onun istek ve iradesinin bizimkine benzediğini ifade maksadile söylenmiş bir söz olamaz. Bu ancak, insanın, kendi duygu, düşünce ve idrakinin ilahi istek ve irade mefhumunu kavrıyamamasının, duyamamasının ve asla kavrıyamıyacak ve duyamıyacak olmasının, hülasa bu husustaki tam aczinin ifadesi halinde söylenmiş bir kelam olabilir.

Allah mutlaktır. Hiçbir şey, hiçbir varlık, hiçbir hadise Onunla nisbet edilemez ve kıyaslanamaz. Bunu bir hakikat olarak kabul edemiyen pek az kişi bulunur kanaatindeyiz. Fakat bir taraftan bu hakikati böylece kabul ederken diğer taraftan da Allahın iradesinin kendi aciz şahsında tecelli ettiğini ileri sürmek doğru olmasa gerektir. Allahın sonsuz kudretlerine ait iman her an bizim içimizde, bizim en büyük kudretimizi teşkil eden, özvarlığımızın melekesi halindedir. Bu ise Allahtan bir parça almak demek değil, Onun hiçbir mahluk tarafından varılması mümkün olmıyan kudretlerinin bu azameti ve mutlak füshati karşısında insanın kendi varlığını unutması ve bir hiçten ibaret olduğunu anlaması demektir. Yoksa Allah ile hiçbir kul arasında katedilecek bir mesafe mefhumu asla bahis mavzuu olamaz. Biz Onun huzurunda ne kadar küçüklüğümüzü duyar ve bir sıfırdan ibaret olduğumuzu, yani Onunla kıyas ve nisbet edilebilecek hiçbir tarafımızın bulunmadığını ne kadar iyi kavrıyabilirsek ona manen o kadar yaklaşabildiğimizi hissederiz. Bilakis kendimizi onun iradesine bir makar sanacak kadar yükseklik vehmine kapıldıkça, hakikatte Ondan manen o kadar uzaklaşmakta olduğumuzu da bilmeliyiz. Hakiki bahtiyarlık bu hakikati anlayıp ona göre hareketini insanın ayarlıyabilmesindedir.

Ben isterim ve yapmıya teşebbüs ederim. Fakat benim bu istek ve iradem her zaman ve mekanda sayısız ve hesapsız illetlerle malamaldır ve sayısız, hesapsız engellerle karşı karşıyadır. O ister ve irade eyler. Fakat ne Onda herhangi bir illetin mevcudiyeti, ne de Onun herhangi bir mania ile karşılaşması asla bahis mevzuu olamaz. O ne istedi ise o ancak odur ve onun ondan başka türlü olmasına ne mekanda, ne zamanda ve ne de mekan ve zaman dışında hiçbir imkan tasavvur edilemiyeceğine inanıyoruz. Ama bu sözlerin manasını anlamak kolay mı? Hayır. Çünkü esasen Mutlakı anlıyabilmenin değil, hatta Onun hakkında bir tek söz söyliyebilmenin bile imkansızlığı karşısında Mutlaka müteallik şeylerin anlaşılması elbette mümkün olmıyacaktır. Bütün bu sözler ancak birer duygudan ibarettir ve ebediyen böyle kalacaktır.

Benim bütün isteyişlerim, bütün özleyişlerim ve tahayyüllerim benim gibi daha diğer namütenahi varlığın namütenahi istek ve özleyişlerile dolu olan bu kesret aleminin namütenahi zıt veya uygun tezahürlerine katılır. Bu, bir ahenktir. Ve bu ahengi kuran nizam hiçbir şeye katılmıyan, hiçbir şeyle kıyaslanmıyan ve karşısında bütün nisbetleri ve ölçüleri yok eden, ve her şeyi sevk ve idare eyliyen ilahi iradenin, hiçbir varlık ve kul tarafından kavranabilmesi mümkün olmıyacak bir sonsuzluk, ebediyet ve şümul içinde yayılmış kanunlarının icabatına tabidir. Bu sözlerin manası bu kitabın müteakip sayfaları okunurken daha iyi anlaşılabilecektir zannederiz.

İşte ben böylece Allahın huzurunda ancak küçüklüğünü hiçliğini düşünerek ve buna iman ederek kudret kazanan bir varlık olduğumu hissediyorum. Ve bu kudretimle ilahi bahşayişlerden hisse alarak ilerliyor ve yükseliyorum. Fakat gene işte ben, bu kudretimle, bu düşüncemle ve bu yükselişimle, bana ardsız arasız lütuflar bahşeden Tanrıma karşı şükran borçlarını ödiyebilmekten aciz ve aczini her an duyan biçare kulum. Ve bu biçareliğimle de bahtiyar oluyorum. Nihayet ben, bu bahtiyarlığa ancak ilahi irade kanunlarının icabatına kendi irademi uydurabilmeği talim ede ede ve bunun için bıkmadan ve yorulmadan cehitler sarfede ede ulaştım ve bahtiyarlığımın daha ileri safhalarına da gene bu yoldan ulaşacağıma kani  bulunuyorum. Bu da Allahın bana bahşettiği büyük lütuflardan birisidir. Şükran ve hayranlık içinde Ona hamdederim. Ve hamdederim ki ne onun erişilmez ve anlaşılmaz büyüklüğü karşısında benim bu küçüklüğümü duyarak yükselişimin bir sona varması mümkündür, ne de ben sonlarını bekliyen insanların hazin ve endişeli düşüncelerile zebun muzmahilim! Bütün kıymetli okuyucularımın da şu anda içinde bulunduğum derin haz ve huzuru duymaları fırsatına kavuşmalarını dilerim.

* * *

İnsanları endişe içinde bırakan meselelerin en büyüğü, dünyanın nereye doğru gittiği hakkındaki düşüncelerdir. Fakat haddi zatında insanlar işkencelerini bizzat yaratırlar. İnsanlık bütün hayatı boyunca iradesini, kendisini yükseltmeğe hadim olacak işlerde kullanmıyor ve cehit ve gayretlerini maaliyat yolunda sarfetmesini bilmiyor. Bugün insanların büyük ıstıraplarını ve hatta işkence ile dolu hayatlarını hazırlıyan amillerin başında hodkamlık duygusu gelmektedir. İnsanlar yalnız kendi nefislerini düşünmekle ve kendi saadetlerini başkalarının gözyaşlarında aramak dalaletinde devam etmekle ızdıraplardan hiçbir vakit kurtulamıyacaklardır. Bu hakikati çocuklarımıza daha çok küçük yaştan itibaren telkin edip öğretmedikçe ve onları ilahi irade kanunlarının yüksek bir icabı olan diğerkamlık hislerine alıştırmadıkça beşeriyetin göz yaşını dindirmek mümkün olmıyacaktır.

İnsanlar kötülükleri tahayyül ve tasavvur ettikçe onları yaratmış oluyorlar. Zira tahayyül, yaratıcı bir melekedir. Halbuki bakılırsa insanların irade ve tahayyül melekelerinin bu günkü faaliyet yollarının, maaliyattan ve insanları mesut edici diğerkamca hareketlerden ziyade müşterek bedbahtlıklara sebep olan aşağı ve hodkamca hareketlere yönelmiş olduğu görülür. İnsanlar arasındaki telakkilerin çoğu ve milletler arasında cari kaideler bile hep hodkamca esaslara dayanmaktadır. Halbuki insanlık, yoldan çıkar, yalnız kendi menfaatine düşer  ve faydalarını yalnız başkalarının zararında ararsa, yani ilahi yolda kendi iradesile kendisine bir çeki düzen vermek teşebbüsüne girişmezse yardım kaynaklarına erişemez olur. Yani kendisine yaklaşmak istiyen yardımları göremez. İşte ilahi irade kanunlarının bir icabı da budur.

Tabiat kanun ve kaidelerinde görülen nizam ve ahenk ile insanların koydukları kaideler arasında nizamsızlık ve ahenksizlik farkı vardır. Tabiat hadiselerine bakalım: Bir nehir bir kıtadan kalkıp başka bir kıtaya gidemez, yağmurlar düştükleri yerlerde yangın hasıl edemezler, ateş de yeri ıslatmaz ve dağlar ise memleket memleket dolaşamazlar…Bütün bunlar sıkı bir nizam ve inzibat altında hareket ederek tabiatın dünyada o kadar uygunsuzca yapılmakta olan işler de vardır ki bunlar, bu ahengin güzelliği ihtişamı içinde sırıtan acemice eserler halinde görünürler. Bütün bunlar insanların sakat düşünce, duygu ve isteklerinin birer tezahürüdür. Fakat Allahın iradesinin kanunları, o kanunların icaplarına uydukça yükselen varlıkların birer vazifesi halinde noktası noktasına tatbik edilerek bizim görebileceğimiz büyük tabiat nizamını temin ederken, bu ilahi irade kanunlarına uzun yollarda çalışıp didinerek iradesini uydurmağa gayret eden insanlık alemindeki teşevvüş halleri de o büyük ahenk tarafından – tekamül dediğimiz vetire ile – öğütüle öğütüle tedricen ve mütemadiyen matlup şekillere sokulur. Bu bakımdan, namütenahiliği ifade eden ilahi ahenk içinde bir ahenk, bir kül teşkil eden haller arzeder. Çok kısa ve belki de maksadı ifade edebilmekten uzak olarak buna, bir mektebin muayyen ve mazbut nizamı içinde o nizama uymağa çalışan talebelerin çarpık çurpuk hareketlerinin o nizamla teşkil etmiş olduğu ahenk belki bir misal olarak gösterilebilir. Demekki insanlık alemi, kendi iradesini Allahın iradesi yerine koymakla değil, ona ilahi irade kanunlarının icabatına uydurabilmesini öğrenmeğe çalışmakla hızlı tekamül yolunu bulmuş olacaktır.

Hal böyle iken, insanlar ancak maddelere tapan nefislerinin hava ve hevesine esir olmuş ifadelerine göre kıymetlendirdikleri bir takım uydurma kaidelerden hakiki kurtuluşu ve saadeti beklemektedirler. Bütün bu halleri düşünmiyen ve göremiyen insanlar bunlardan doğması çok tabii olan kötü neticeleri de – elbette takdir edememek yüzünden – kendilerinin iradeleri ve sun’u taksirleri haricinde nazil olmuş ilahi bir musibet veya bir kader olarak kabul ederler. İnsan neden kendi şahsi istek ve iradesile yapmakta olduğu kötü işlerin sahibi olduğunu kabul etmiyor? Ve neden o kötü işlerin ızdıraplı gelip kafasına çarpınca da bütün bunları Allahın zalimce bir eseri imiş gibi bir şikayet mevzuu yapıyor?

* * *

İnsanlara, neden görmek için göz, işitmek için kulak, düşünmek için beyin ve yapmak için el ve ayak verilmiştir? Eğer insanların hayatlarında geçirecekleri hadiseler sadece, kendilerinin dışında bir irade veya iradelerle takdir edilecekse ve insanların, bunlara birer kukla gibi körü körüne tabi olmaktan başka yapacakları iş kalmazsa o zaman ne bu göze, ne bu kulağa, ne bu beyne, ve ne de bu el, ayağa lüzum ve zaruret kalırdı.

Bununla beraber insanlar, kendilerine namütenahi tekamül imkanları hazırlıyan ve ancak ilahi yolda muvaffakiyetle inkişaf edebilmeleri için bahşedilmiş bulunan bütün bu, iradelerini serbestçe kullanmak meleke ve kudretlerini acaba layıkı veçhile istimal edebiliyorlar mı? Ne gezer!...

İnsanların bugün çoğuna hakim olan kuvvet, onların yalnız nefsaniyetlerinden ve maddeye düşkünlüklerinden hızını alan ihtiraslarıdır. İşte böylece insanlar en güzel kudretlerinden birini teşkil eden irade melekelerinin hürriyetini kaybetmişler ve kendilerini madde ve nefsaniyet zencirinin kahredici esareti altına güle oynıya sokmuşlardır. Ve asıl acısı, bazan bunun adına da Allahın takdiri demişlerdir.

Bu haller, diğerkamca hisleri galip insanların dünyada lüzumu derecesinde çoğalacağı ana kadar devam edecektir. Fakat bu mesut an tahakkuk edinciye kadar kıymetli bir ruh dostumuzun aşağıdaki tebliğinde söylediği gibi yeryüzünde sellerin söndüremiyeceği yangınlar olacak, güneşlerin dindiremiyeceği tufanlar kopacak ve birbirini boğarken saadetin peşinde koştuklarını sanacak kadar gözleri kör ve gaflet içinde, büyüyen insan oğulları yetişecektir. Acaba bütün bunlar muztarip beşeriyetin hak etmediği adaletsizce birer akıbet midir? Öyle değilse insanlık bu akıbeti hangi hal ve durumu ile kazanmış ve hak etmiştir? Söylediğim gibi: nefsaniyetine mağlup, maddeye meclup istek ve iradesile!...Bir tek altına malik olmak için başkasının gözünü oymakta tereddüt etmiyen insanın, ayni hal ve sebepten dolayi başkası tarafından her an kendi gözünün de oyulabileceğini asla unutmaması lazım gelir. Ve acaba bunun adı da bir saadet midir?

Acılarımızın küçümsenmesi imkansız olan bir zamandayız. Fakat bu acıları eğer bizzat insanlık göremiyorsa onları gören, takdir eden ve bu yüzden inliyen ağlıyan bu dünyada ve büyük varlıklar diyarlarında kıymetli insanlar ve büyük varlıklar mevcuttur. Ve bu gün << nefsinin zulmüne boğulmuş olarak çırpınan beşeriyet adına konuşurken kanayan dillerin >> ne halinden, ne de sayısından bu beşeriyetin haberi yoktur.

Fakat bu karanlıklar içinde elbette bir şafak sökecektir. Ancak, bu şafağın sökebilmesi için beklenen hareket dışardan değil, insanların henüz keşfetmek kudretini gösteremedikleri bir kaynaktan, yani kalblerinden ve vicdanlarından gelecektir. İşte o zaman bir dereceye kadar yükselen insanlık peri masallarında olduğu gibi ruhani hazlar içinde yaşıyacaktır.

Bulutlar gökyüzünde az olduğu zaman henüz yağmur yoktur. Fakat bunlar çoğalıp kesafetleri muayyen bir dereceye gelince tufan halinde yağmurlar boşanmağa başlar. Bu bir buhrandır, bir oluş halinin dolup taşmasıdır. Her hareket böyle bir dalga halinde oldukça taşar. Ve her buhranın arkasından bir boşalma, bir gevşeme, bir sükunet devresi başlar. Tıpkı bunun gibi insanlığın göbeğinde toplanan ve biriken bir sürü hatalar, sapıklıklar, dalaletler ve kötü hareketler gittikçe kabaran dalganın bir gün infilak etmesini ve bir buhranın baş göstermesini mucip olabilir. Bunu tamamen sebepsiz addetmek ve insanların sun’u taksiri dışında bir ilahi musibetmiş gibi düşünmek büyük bir gaflet eseri, bir bilgisizlik mahsulü olur. Netekim azgın bir hayatın tabi neticesi olan bu buhran geçtikten sonra havalar açar, bulutlar dağılır ve parlak bir güneş semada kendisini gösterir. Ruhlar bir az daha temizlenir, berraklaşır ve ilahi nurun kendilerinde doğmasına daha müsait birer zemin hazırlar. Fakat unutulmasın ki bu da ancak, gene insanların, nefsaniyetlerini çiğniyen iradelerile gösterecekleri cehit ve gayret nisbetinde tahakkuk eder. Bunu, maddi keyif ve hevesatına mağlup muzmahil, perişan ve sermest bir halde sırt üstü yatarak büyük bir gaflet uykusu içinde dışardan lütuflar bekliyen bir beşeriyet zümresine gökten bedava inecek bir bahşiş gibi düşünmek ve kabul etmek çok yanlıştır. Bunu yapanlar aldanacaklar ve yollarını uzatacaklardır.      

Bu fikirler, bize kıymetli dostumuz Mustafa Mollanın çok güzel ve herkesin ibret gözü ile okuması lazımgelen aşağıdaki tebliğinden mülhem olmuştur:

MUSTAFA MOLLA : Mart 22,1948                     Medyom : Macit  Aray

<< İnsan işkencenin adını koyan yegane amildir. İnsan ancak gene kendisi için kıymettar olan işkenceyi kendisine, kendi iradesile yaratır. Ve ilahi muradın tecellisi de buna mesağ vermek şiarile muttasıftır.

<< Adı konmak, kendinin varlığını tahayyül etmek, onun mevcudiyetini bilmek istemek ve irade eylemek değilmidir? Bütün mezahimin en ulvileri dururken bütün mezahimin en sufileri sizi ihata etmiştir. Ne için, diyeceksiniz. Olduğunuzdan ileri varmanız gaye değilmidir? Bu gaye dahi tutulan yola göre tahakkuk ediyor. Halbuki hangi haliniz musaffadır? Ve hangi tasavvur ve tahayyülünüz bir başka ferde şamil olabilecek vüsattadır?

<< Ne yaparsanız birinci endişe şahsınız veya hudutlarınız içinde mahpus kalıyor. Milletler arasında müşterek bir izan, bir tasavvur, bir akide ve bir perişaniye, ıztıraba hail, yokluğa düşman felsefe mevcut değildir. Öyle ise evvela kendinizden bekleneni kendiniz çiğnemekte berdevam iken nasıl olur da ruh aleminden herhangi bir sual açarak malumat istersiniz? ( 1 ).

<< Amma biz şunu demek istemiyaoruz : biz nasıl olsa kurtulmuşuz, siz dünyanızda çekiyorsanız ne yapalım, elimizden ne gelir? Bizi asla böyle koyu bir egoyizim ile mahmul sanmayınız. Düşünüyorsunuz, fakat bulamıyorsunuz: Niçin şu dünyanın tabii halleri bizim beşeri asarımızla hemahenk olamıyor?...Siz toprağın isyanını gördünüz mü? Siz nehrin kıta değiştirdiğini, buzlu denizlerin hattı üstüvada aktıklarını, dağların yer değiştirdiklerini velhasıl iklim ve kıta teşevvüşlerini hiç temaşa ettiniz veya işittiniz mi? Demekki dünyada tersine ne oluyorsa hep insanın elile ve insan isteği ile tezahür ediyor.

<< O halde tabiat kanunları, hükmünce cereyan ederken siz insani kanunlar içinde bir yol, bir ufku felah bulamıyorsunuz. Bu ne demektir? Acaba yaratılış böyle de ondan mı? Bu sualiniz ne gariptir ki siz kendinizi daima dıştan en hakir görücü, en gaddar bir amili mutlak elinde esir olucu telakki ediyorsunuz da her şeyi dışa atfetmeğe, kendinizi tebriyeye vesileler bulmağa çalışıyorsunuz. Eğer böyle bir zaruret mevzuu bahis olsaydı gözlerinizin görmesine de lüzum kalmazdı. Ve herşeyi yukarsı irade ve idare eder, olur biterdi. ( 1 ) Bu tebliğ dünyanın hali ne olacak suail karşısında verilmiştir.

<< Halbuki siz kendi ayaklarınızın ipini kendiniz vurmuşsunuz. Gözlerinizi bizzat kendiniz bağlamışsınız. Aklınız sadece kemik düşünen canavarların rüyalarından daha kutsi bir merhaleye açılamamış. Bundan kimin mesul olması lazım geldiği aşikardır. Öyle ise dünyanız dünyadır amma insansızdır. O böylece umumi bir kıtalden süzülerek bir felaha müstahak zümrenin hakim olmasını  intaç edinciye kadar devam edecektir. Yangınlarınız olacak ve bu yangınları selleriniz söndürmiyecek; tufanlarınız olacak, bu tufanları güneşleriniz dindirmiyecek;evlatlarınız olacak, onlar yollarını göremiyecekler, ellerile kendilerini boğarken saadeti aramakta olduklarını sanacaklar. BÜTÜN BUNLAR HEP İSTEKLERİNİZİN PERİŞAN MANZARASIDIR.

<<  Öyle bir zamandasınız ki acılarınızın küçümsenmesi imkansızdır. Bu ne talihtir ki bu acılarınız bu haliniz daha da çok ilerliyecek, daha genişliyerek biaman bir hale gelecektir. Bu acılarınız beşeriyetin yetim arzularını istihsal için uğraşan nameri hakimlerin ( yani vazifedar ruhların. B.R ) takdir mizanlarında duracak ve onları inletecek, ağlatacak, fakat sizler bir başka taraftan hiç bir ses ve ızdırap sayhası işitemiyecek derecede nefsinin zulmüne boğulmuş olarak çırpınacaksınız.

<< Evet bu sözlerin yalnızca bir sohbettir. Siz bundan ürkmeyiniz. İnsanlık adına konuşurken kanamıyan bir dilin yok olduğu bir devirde biz de elbet bu kadar acı içinde sizinle duygulanıyoruz.

<< İktidarınız ne partilerden, ne hükumetlerden, ne malzemelerden gelir. İktidarınız ancak sizin keşfetmek kudretinizi gösteremediğiniz bir menbadan gelecektir : yani kalbinizden ve vicdanınızdan.

<< İnsanlık bir dereceye kadar yükselecek ve peri masallarında olduğu gibi ruhani hazlar içinde yaşıyacaksınız. İnsanlara acı mayadan tatlı eksirler sunacaksınız. Onlar bu akıl eksirlerini ellerinizden içecekler ve bir zaman olacak ki tarihler, insanların ölüm ve dirimleri kadar zihniyetlerinin korkunçluğundan muzdarip olarak heyecan ve dalalet içinde bunalıp kalmış bir asrın tablosunu beşeriyetin vicdanından koğmağa çalışacaklardır. Şimdiki halde tükenmez bir devrei nisyanda batan insanın rengi ve şekli, yarın yükseltici ellerin sayesinde gene bir beşer tacı olacaktır.

<< Emin olmalısınız. Her şey ve hadise bir buhranın nihayetlenmesidir. Dolmuş bulutlar bir  gün boşanacaklardır. Bunda ne acınacak, ne tiksinecek bir cihet yoktur. BUNLAR, YAPILAN İŞİN, NETİCELERİ ACI VE AGILI MEYVELERİDİR BURADA DEVŞİRİLENİN MAHİYETİ DEĞİL, DEVŞİRENİN ARZUSU HAKİMDİR. İnşallah hiç bir zaman meyus olmıyacaksınız. Şart : hadisattan ibret almak. >>

Beşeriyetin bu günkü hazin, endişe verici ve ızdıraplı durumunu hazırlıyan hodkamca ve nefsaniyetine zebun istek ve iradesile, daha doğrusu korkunç ihtiraslarile tutmuş olduğu çetin ve dolambaçlı yolların istikameti de gene elbette ilahi irade kanunlarının müsadesi dahilinde çizilebilir. Zira insanların iradelerini serbest kılan ilahi murat, onların, dolambaçlı yollara sapan iradelerinin tahakkukuna imkan bahşederek düşe kalka da olsa gene yürüyebilmelerine yol açmıştır. Yalnız bu yollar işte böyle bu günkü insanlığın yürümekte olduğu yollar gibi zahmet, meşakkat, ızdırap ve gözyaşlarile dolar. Bu da ilahi irade kanununun tecellisidir.

Demekki insan, tekamülü yolunda iyiyi, güzeli, doğruyu isterse onları bulur. Kötüyü, çirkini, yanlışı tercih ederse bunlar bulur. Fakat insan hangi yoldan tekamülünü takip ederse etsin neticede mutlaka ilahi irade kanunlarının icabatından olan tekamül merhalelerine ulaşacaktır.

Bir insan çeşmeden suyu alıp evine getirmek için çeşitli hareket tarzlarından birisini intihap etmekte serbesttir. Fakat bu inhitap ettiği hareket tarzının kendisine hoş veya nahoş gelen neticelerine de katlanmağı evvelemirde gözüne alması lazımgelir. Mesela, suyu sağlam bir kovaya koyar, emniyetle getirir. Delik bir tenekeye koyar döke saça getirir. Fakat bu defa emeğinin mühim bir kısmının zail olduğunu görür. Fakat suyu bardak bardak taşıma yolunu da tutabilir. O zaman daha çok emek sarfetmek ve çeşmeye bir gidiş gelişte görebileceği işini tamamlıyabilmek için bir çok defa o yolu katetmek zorunda, yani işini güçleştirmek durumunda kalır. Ve bundan dolayı da kimseyi kabahatli çıkarmağa onun herhangi bir hakkı kalmaz. Demek ki bir gayeye varmak için kullanılan yolların ve vasıtaların hepsi birer işe yarıyabilir, ancak o vasıtalara göre alınacak neticeler az veya çok zahmetli, az veya çok süratle elde edilir.

İnsanlar bu hakikati ne kadar erken öğrenir, anlar ve duyabilirse ve iradelerile efal ve hareketlerini bu hakikate göre ne kadar çabuk ayarlıyabilirse ızdıraplarından ve sıkıntılarından kendilerini o kadar kolaylıkla kurtarıp mesut ve sevinçli hayatlara kavuşmak imkanını elde etmiş olurlar. Şu halde ilahi irade kanunları, insanların, kendi tekamüllerini bizzat kendi iradelerile sarfedecekleri cehit ve gayretin neticesinde kazanmak yolunu ve imkanlarını onlara halk etmiştir. Kendi iradesini inkar eden bir insan bilmelidir ki her şeyden evvel kendisine bahşolunan bu ilahi armağanın kıymetini anlıyamamış ve ondan çok eksik bir surette faydalanabilmekten daha ileri bir kabiliyet gösterememiştir.

M. Molla dostumuzun yukarda belirttiği gibi, bazı insanlar nefsani insiyaklarının tesirleri altında zebun olarak bile bile birtakım kötü işleri yapmaktan kendilerini alakoyamıyorlar. Ve bu kötü işlerin, bir sevki tabii ile, doğuracağını sezmekte bulundukları fena akibetlerden yakalarını kurtarmak endişesini de duyarlar. Ve bunun için bulunduklarını sandıkları tek çare de, yaptıkları veya yapmakta oldukları kötü işlerin kendilerine ait olmadığını kendilerini beyhude yere inandırmağa ve güya vicdanlarını aldatmağa ve avutmağa çalışırlar. Fakat bütün bu gayretler boşunadır. Ve neticesiz kalmağa mahkumdur. Zira bu yol yanlış bir yoldur. Yani daha doğrusu gayeyi uzaklaştırıcı uzun ve meşakkatli bir yoldur. Ve bu yola sapanların – ne düşünürlerse düşünsünler – yapacakları her kötü hareketten dolayı ızdıraplı akibetlerden kendilerini kurtarabilmeleri mümkün olmıyacaktır. Zira bu, mukadderdir. Binaenaleyh insanlar iradelerini kullanarak tekamül yolunda namütenahi imkanlar bahşeden ilahi irade kanunlarının yardımı ile yükselmek zaruretindedirler. Ve burada onların şu veya bu hareketi ihtiyar etmelerinde Tanrı insanları tamamile serbest bırakmıştır.

M. MOLLA : Şubat 2, 1949

<< İnsan o derece hür bir varlıktır ki isteklerine mümanaat edecek bir irade şöyle dursun, onları terviç ve teshil eyliyecek her türlü avamil halkolunmuştur. >>

BEDRİ RUHSELMAN

Share

Bu site özeldir ve ticari amaç taşımaz.

Copyright © Dünya Ana