ALLAH - Dr. BEDRİ RUHSELMAN - BÖLÜM 3

Share

http://www.dunyaana.com/images/bedri%20ruhselman%203.jpgİÇ ALEMDEKİ GÜÇLERİN İDRAKİ YOLUYLA ALLAH'I ARAŞTIRMAK

Şimdi, Allah’ı araştırmanın hakiki yolu olan; insanın öz varlığını idrak etmesi konusu üzerinde duralım.

İnsan nedir? İnsan eğer yalnız maddeden ibaret olsaydı ve kainatta maddeden üstün, maddeyi yaratan ve ona hakim olan bir yaratıcı gücün var olduğu düşünülmeseydi, her şeyi maddede aramak ve sebebi de sonucu da onun bünyesinde bulmaya çalışmak en doğal ve verimli bir araştırma yolu olurdu.

Halbuki her şeyden evvel, insan yalnız maddeden ibaret değildir ve o, maddi yapısının ötesinde manevi bir varlığa sahiptir ki, bu varlık, hiçbir yönden maddi karakter göstermemekte ve maddeden açık olarak ayrılmaktadır.

Ruh adını verdiğimiz bu manevi nitelikteki varlık; insan denilen organizmanın maddi kısımlarını kuran, yaşatan, süren ve yöneten güçtür. Ruh, kendiliğinden şuur sahibi ve tesir etme gücü olan bir amildir. Ruh, bütün kainatı yaratan Mutlak Güç Sahibi Yaradan tarafından yaratılmıştır.

Bu düşünceyi esas tutunca, ruhta kendisini yaratan Mutlak Güç’e karşı bir duygunun ve idrakin saklı bulunduğunu kabul etmek zorunda kalırız. Çünki şuur, ruhun öz varlığı hakkındaki bilgisi ve idrakidir. Ruhu yaratan, var eden ilahi güç hakkında ruhun, kendisinde saklı bulunan bu gücün eserlerini er geç duyması ve anlaması icap eder. Ancak bu bilgi ve idrakin karanlıktan aydınlığa çıkarılabilmesi; insanın, kendi iç alemine, ruhunun derinliklerine dönebilmesine ve bunun için de belirli olgunluk safhalarına erişmiş bulunmasına bağlıdır.

O halde Allah’a iman ve O’nun ilahi muradının öz varlıktaki eserlerini idrak etme ve duyma gücü, ancak ruhun diğer meleke ve güçlerinin gelişmesi oranında mümkün olan bir ruh halidir. Başka alemlerde nasıl olduğunu bilmiyoruz, fakat dünyamızda Allah’a iman ancak insanlık basamağına ulaşmış varlıklarda başlar.

O halde, Allah’ını arayan ve O’nu bulmaya çalışan bir insan, kendi öz varlığı ile dış alem arasında bir sınır taşı olan bedenindeki bölümlere dalmak ve oradaki güçleri tanımaya çalışmak ile yükümlüdür. Çünki önce Allah dışarıda, maddeler arasında, maddi manada bir mekan ve yer işgal etmek gibi bir halden uzaktır. Bu bakımdan O’nu, sanki yaratıklar gibi bir cevher benzeri sayarak, dışarıdaki maddi eşya arasında aramak ve bulmak söz konusu olamaz. Buna ancak, yaratmış olduğu eşya arasında O’nun ebedi ve ezeli yasalarıyla beliren ve görülen güçlerini sezmek isteyenler için bir dereceye kadar izin verilebilir. Bu da olsa olsa bir gözlemcinin herhangi bir hakikat karşısında oluşan bir farkedişidir ki bu farkediş ve anlayış bütünüyle maddi bir görüşün çerçevesi içinde kalmak zorundadır.

Halbuki bütün bu dışarıdan gelen gözlemlerle, görgü ve tecrübelerle artan, zenginleşen bir ruh olgunluğu ile şuur ve idrakini kendi öz varlığına çevirmiş ve oraya nüfuz edebilmiş insan; orada kendisinin yaratıcısı, varlığının sebebi, nedeni olan Allah’ın eserleri ve güçlerini görür ve duyar. Burada duyulan ilahi eserler ve güçler kendisine yakın değil, kendisinin bir parçası da değil, doğrudan doğruya kendi öz varlığının sebebi, nedenidir. İşte Kur’an’da yazılı olan, “Allah size şah damarınızdan daha yakındır.” ayetinin, bize göre anlamı budur. Fakat bu kelamın derinliğine iyice girebilmek için, yukarıdaki düşüncelerin manalarını kavramış ve duymuş olmak gerekir.

Büyük ruh dostlarımızdan Kadri, Allah’ın insana, şah damarından daha yakın olması konusunu ele alarak, insanın Allah’ı sürekli bir özleyiş ve dua ile anmasının ve duymaya çalışmasının, bu hali nasıl hazırladığını aşağıdaki kıymetli tebliğde anlatmaktadır.

Kadri:  (10.11.1950)

“İnsanlar Cenab-ı Hakk’ı kalplerinde taşımalı, duayı bir an durmaksızın tekrarlamalı, demiştim. İşte bu odur ki, kalbin her vuruşunda Allah’ı anmak, bunu insana hissettiren damarlarda o yüksek Yaradan’ın varlığını hissederek O’nu şükranla anmaktır. Bu, O’na olan yakınlıktan çok bağlılığı gösterir.

Her an Cenab-ı Hakk’ı anan ve kalbinde bir riya taşımayan insanların var oluşu, O’nun varlığına en büyük bir delil değil midir? Uzaklık, yakınlık dünya için (geçerli) bir söz olarak kabul edilebilir. Allah’a yakın olma meselesini açıklamaya yetecek ne bir kuvvet, ne de bir mantık vardır.

İnsan kendisini yaratana ancak yaranmaya gayret eder. O’nun huzuruna yakın olmayı arzu eder. Fakat hiçbir zaman mesafe söz konusu edilemez. O’na, o büyük güce yaklaşabilmek, O’nun nurunu (kendisinde) kuvvetlendirmek ve O’na yakın olanlara yakın olmakla mümkündür. Fakat O’nunla hemahenk (uyum birliği halinde) olmak ve O’nda bir hedef kabul etmek asla mümkün değildir. Bu hiçbir zaman doğru değildir, hatadır.”

Bu kadar sözün kısası şudur: Allah’ı duymak, O’nun güçlerine inanmak ve bağlanmak; maddi düşüncelere dayanarak objektif belirtilere ve realitelere saplanıp kalmakla değil, ruh güçlerini ve melekelerini geliştirmek ve bunları ilahi kavramlara yöneltmekle mümkün olur. İşte çok eski zamanlardan beri söylenmekte olan bilgece bir sözün mana ve değeri de bu şekilde belirtilmiş oluyor. Bu söz: “Kemal (tamlık) insanın kendini tanımasında ve içinin nurunu duyabilmesindedir.” şeklinde ifade edilegelmiştir.

Allah’ı duymak yolunda ruhun sübjektif faaliyeti esas olunca ve insanın dış alemle olan karşılıklı ilişkileri de bu sübjektif faaliyetin gelişmesine zaruri ve lüzumlu birer vasıta olunca, Allah’ı araştırma yolunda, objektif ruh faaliyetinin önem derecesi de kendiliğinden meydana çıkar. Böylece anlaşılır ve kabul edilir ki, Allah yolundaki sübjektif ruh faaliyetinin gittikçe verimli ve ideal bir olgunluğa doğru gelişmesini sağlayıcı unsurları, dış alemden toplayarak ruha kazandırmaya vasıta olan objektif faaliyet, insanın dünyada geçecek birçok görgü ve tecrübe ile dolu hayatlarını icap ettirecektir ki, biz bunun adına tekamül diyoruz.

Özetle, “Kadir-i Mutlak Yaradan Allah’ı dışımızda değil, içimizde, kendi öz varlığımızda arayacağız ve bulacağız.” sözü, O’nun öz varlığımızda bulunduğunu değil, O’na yönelmenin, ancak öz varlığımızı kuran güçlerin belirtilerini idrak yoluyla mümkün olabildiğini, -başka türlü ifade edilemediği için- gösteren bir söz olur.

İşte öz varlığımızın bu üstün,  en ilahi ve yüksek faaliyetinin, mümkün olduğu kadar elverişli bir hale getirilebilmesine ve onun sonsuz güçlerinin seferber hale getirilmesine yarayan vasıtalardan biri de yukarıda bahsetmiş olduğumuz, ruhun çeşitli hayatlar içinde geçen, kainattaki faaliyetidir. Bu hayatlarda, tekamül derecemiz ve güçlerimiz içinde yaşamak yoluyla öz varlığımızı zenginleştirmek ve öz varlığımızı zenginleştirdikçe, Allah’a yönelmemize ayrılmış olan ruh güçlerimizi faaliyete geçirmek ve bu güçleri faaliyete geçirdikçe, bir son kavramının araya karışması asla söz konusu olmaksızın, Allah’ı biraz daha ileri derecede duymak, O’nun her şey üzerindeki mutlak hakimiyetinin sonsuz belirtilerini biraz daha anlamak imkanlarını kazanmakta sürekli devam etmek kaderi; kulların ebediyen kavuşmakla şereflendikleri ilahi bağışların en mutlusu, en kutsalı, en zevklisi ve tükenmez mutluluklarla dolu olanıdır ki biz, bu ilahi bağışlardan hissemize düşen kısımların sürekli artış haline de tekamül diyoruz.

Sonsuzluk kavramını kuşatan ilahi güçlere ruhların kendilerini ebediyen bağlamakta devam etmeleri, sözünden belki çoğumuz ve hatta daha ileri gidersek, hiçbirimiz açık bir şey anlayamayız. Fakat ne yapalım? Dünya şartlarımızın icapları, pek az duyabildiğimiz hakikatlerin ancak pek azını söyleyebilmemize izin verecek kadar hasis davranmaktadır. Bunun için diyebiliriz ki: İlahi güçler sonsuzdur, sözü dahi boş bir laftan ibaret kalır. Çünki bu güçler zaman, mekan veya herhangi bir kıymet kavramından birisiyle ilişki kabul etmez. Bizim ve diğer bütün varlıkların anlayıp takdir edebilecekleri manalardan hiçbirinin içine sığmaz. Böyle olunca esasen sonsuzluğu da yaratan Mutlak, tarafımızdan ne kadar ileri derecede duyulur ve idrak olunursa olunsun asla anlaşılamaz. Ve bu yolda biz ne kadar yürümüş olursak olalım, Allah’la aramızdaki mesafeyi zerre kadar kısaltmış olmayız. Kaldı ki, aslında aramızda böyle bir mesafenin varlığı da söz konusu değildir.

İşte Mutlak, böyle ölçüye, ölçüsüzlüğe, mesafeye, mesafesizliğe, büyüklüğe, büyüklüğün sonsuzluğuna, bütün sonsuzluğa ve sonsuzluğun sonsuzluğuna, velhasıl bütün kainatlara ve ebediyete, ezeliyete, varlığa ve yokluğa, her kavrama, her kavramın dışında kalana ve bütün kıymetlere bağlılığı ve kıyası söz konusu olmadan tasarruf eden ve onları bir anda var veya yok edebilen güçtür. Böyle olmakla beraber, burada çok büyük zannederek söylemiş olduğumuz bu kadar söz de O’nun Mutlak Gücü karşısında, yine bir başlangıç dahi olamayacak kadar hiçtir, sıfırdır. O halde ne yaparsak yapalım, ne olursak olalım, Mutlak karşısında biz bir hiç olarak kalmak zaruretinden kendimizi kurtaramayız. Fakat Allah karşısındaki bu ebedi hiçliğimizi duyarak O’nun büyüklüğü hakkında ruhumuza kazandırmış olacağımız derin duygular, öz varlığımızın, ebediyet içinde sürekli artmakta devam edecek nurlarına nur katacak ve gelişmemiz oranında duymakta olacağımız iç duyguların, ilhamların ve güçlerin artmasına sebep olacaktır ki, bunun da adı tekamüldür. Bundan dolayı alçakgönüllülüğün bir tekamül belirtisi olduğu hakkında çok eski zamanlardan beri söylenegelen sözün de boş bir laftan ibaret olmayıp, hikmetli anlamlar taşıdığını böylece anlamış oluyoruz. İşte ben bunları bu kadar söyleyebiliyor ve bu kadar anlatabiliyorum. İsteyenler daha çok şey anlarlar ve anlatabilirler.

Kadri’nin aşağıdaki tebliğinde geçen parçalar okunurken, diğer bazı noktalarında onun tarafından açıklanmış olduğu görülecektir.

Kadri:  (10.11.1947)

“Dünyanızda sonsuz hiçbir şey var mıdır? Uzun ve sonu gelmediğini sandığınız her şeyin günün birinde yılların, binlerce yılın arkasından, kesinlikle bir sonu gelir. Dünyada sonu gelmeyen tek şey Allah sevgisidir.”

Ruh dostumuz, buradaki Allah sevgisi deyimi ile, yukarıdan beri söylediğimiz iç duygularını bir araya toplayıp ifade edivermiş oluyor. Devam edelim:

“Milyonlarca yıl da geçse bunun sonu yoktur. Sonu olmadığı gibi, milyonlarca alemde bunun gücünün en küçük şekilde takdir edilmesine, anlaşılmasına da imkan yoktur. Bu da bir hakikattir. Bu hakikati anlamayan birçok cahiller, onu günün birinde anladıkları zaman, çok geç kalmış olacaklar.”

Demek ki, sübjektif ruh faaliyetiyle Allah’ı duymaya çalışmak çabasının ruhun ebedi tekamülü kavramından ayrılmaması lazımdır. Ve bu faaliyet ruhun sonsuz hayatı boyunca devamı kaderimiz olan bir iştir.

Objektif ruh faaliyetine gelince, bu da, ruhlar için mukadder olan sübjektif faaliyete bir hazırlık olması bakımından zaruri, ayrıca bir iştir ki, bu iş böylece, tekamülün gerekli bir aracı ve icabı olarak, Tanrı Kanunları’nın kapsamı içinde bulunan illiyet prensibi dairesinde, ruhların çeşitli hayat devrelerindeki çeşitli faaliyetinin belirtilerini meydana getirir.

Bu kadar sözden sonra, artık inanıyoruz ki, insanın Allah’ı duyması, O’na inanması, kendisini O’na yakın hissetmesi için hiçbir merasime, formaliteye ve beşeri kuruluşa lüzum ve ihtiyaç yoktur. Yeter ki o, ruhunu temizlesin, vicdanını ışıldatsın ve Allah’ı duymak ihtiyacını içten gelen kuvvetli bir arzu ile istemiş olsun. O, bu yolda temiz kaldıkça, temiz insanlarla dostluk ettikçe, iyi insanlardan ve özellikle yüksek alemlerin varlıklarından gelen ilhamlara kalbini açık tuttukça ve hayatının her anında nefsaniyetini aşıp, diğerkamca duygu ve düşüncelerle hareket ettikçe, çıkar peşinde koşmadıkça ve nihayet her zaman dua ve yalvarmalarını içten ve özden gelen ifadeleriyle Allah’a yönelttikçe ve hiçbir maddi endişe veya korku ile hiçbir hal ve hareketinde vicdanını çiğneyip geçmedikçe, elbette muradına erecek ve kendisini Allah’a (İlahi Murad’a) yaklaştıracaktır.

BEDRİ RUHSELMAN

Share

Bu site özeldir ve ticari amaç taşımaz.

Copyright © Dünya Ana